TALİN AZAR
Siyah Kitap
Poyraz– lodos hattına sıkışmış, Kurtuluş'ta, Şişli'de, Bakırköy'de kendilerine görece korunaklı küçük gettolar kurmuş toplumlar salıncakta gibidir. Büyümez, gelişmez, güçlenmezler. Sadece eksilir, kaybeder, küçülürler...
Talin Azar'ın romanı Kuklacı İstanbullu bir ailenin farklı kuşaklarından üyelerinin hikâyelerini hem paralel hem kesişen çizgilerde anlatıyor. Ailenin büyük babası, oyuncak bebeklere ip bağlayıp oynatıyormuş, yani kuklacıymış. Hikâyenin başkahramanları Titina ve Stavro'nun babası Alexis de 1934'te soyadı kanunu çıkınca, Rumca bebek anlamına gelen kukla kelimesinden esinlenerek Kouklapaiktis soyadını seçmiş. Romanın ve ailenin adına ilham veren kukla metaforunun ne kadar açıklayıcı ya da anlamlı olduğuna dair bazı şüphelerim var. Yazar bu benzetmeyle, Stavro ve Cahide (Sonku) aşkından söz ederken değindiği gibi, ilişkilerin eşitsizliğinden, birinin diğeri tarafından kukla gibi idare edildiğinden söz ediyor kısmen. Bir tarafta muktedir ve narsist kuklacı (“sevmek değildir istedikleri ve zavallı kuklaları istedikleri gibi hareket ettirirler”), öte tarafta kuklacının elinde oyuncak olmuş kukla (“günbegün daha da köle olurlar karşılarındakine”). Sonra aniden kukla gibi idare edildiğini fark eden isyan ediyor ve oyunu bozuyor. Roman “kimse kuklacı gibi oynatamaz kimseyi,” mesajıyla kapanıyor.
Oysa serbest çağrışımla düşündüğümüzde kuklacı karakterine mesafeden çok sempati duyarız. Gepetto Usta hafızamızda dünya tatlısı, iyi kalpli, müşfik biridir. Tahtadan yapılmış kuklasını öyle çok sever ki, Pinokyo bir mucize eseri ete kemiğe bürünür. Romanda kuklacı kelimesinin kötücül manada kullanılması, kuklacı olduğu ima edilen karakter(ler)in de kötüler olması kısmi bir itiraz yaratıyor. Saplantılarımızın, (yasak) duygularımızın, yanlış kararlarımızın, bağımlılıklarımızın, zayıflıklarımızın faturasını bir başkasına çıkarabilir miyiz? Stavro'nun hayattaki tek kuklacısı Cahide midir gerçekten – ki ondan “kurtulunca” bir anda hayatı “rayına” oturur? Yeran nasıl olur da gençlik aşkını düşünmeyi tamamen bırakır? Duyguları, bilinçaltı ne der acaba bu rasyonel kararına? Stavro ve Yeran'ın hayatını “zehirleyenin” etten kemikten bir kuklacı olduğuna nasıl inanabiliriz? İnsanların hayatlarının kontrolünü bütünüyle ellerinde tutabilecekleri, kimsenin etkisi altında kalmaksızın, dolayısıyla salt özgür iradeleri doğrultusunda geleceklerini belirleyebilecekleri vaadi belki 19’uncu yüzyılda hâlâ bir iyimserlik barındırıyordu. Ancak bugün geldiğimiz noktada naif bir yanılgıdan ibaret kalıyor.
Kuklacı son derece iyi yazılmış bir doğum sahnesiyle başlıyor. Altı kızdan sonra kocası Alexis'e bir erkek evlat vermek umuduyla yine hamile kalan Isabella aylardır kâbuslar ve uykusuzlukla geçen hamileliğinin sonuna gelmiştir. Gerçekten de bir oğlu olur. Kocası mutluluktan havalardadır. Ancak tüm aile kısa sürede aralarına yeni katılanın lütuf mu lanet mi olduğunu kestiremez.
“Sabahı beklemedi Stavro'nun gelişi. Aniden, çabucak hızlanarak, annesinin içini paramparça ederek, canhıraş geldi hayata. Huzursuzca ve huzur bozarcasına. Sesi kısılmıştı ağlamaktan doğduğu hafta boyunca. Bir şeyden korkuyordu galiba, kucağa alındığı anda irkiliyor, sonra sevilmek istemez gibi kıvranıp duruyordu. (...) Çocuğa çam sakızı çoban armağanı mütevazı hediyeler ve hayır dualarını sunan komşu, kime benziyormuş diye eğilip biraz yakından baktığında irkiliyordu. Küçük bebeğin gözlerinde garip bir bakış vardı. Gözlerine bakan herkes arkadan geçen gölgeyi ya da gözbebeklerinin durağanlığını fark ediyor, sarsılarak geri bir adım atıyordu. (...) Zamanla o gözlere bakan herkes korkmaya başlamıştı. (...) Bebekliği boyunca geceleri hiç uyutmadı annesini Stavro. Alexis uyanmasın diye ana oğul yattıkları soğuk ve karanlık odada Isabella aklını kaçıracak gibi olurdu. (...) 'Şeytan mı kaçmış senin içine? Dur diyorum sana, dur, dur. Parçalayacağım bak şimdi seni!' Böyle zamanlarda oğlanın imdadına ablası Titina yetişirdi. Ona şefkatle sarılan ve sakinleştirebilen tek kişi oydu. Daha kucağına aldığı an bir ninni tuttururdu mırıldanarak. Kame nana na kimithis... Çocuk bu hüzünlü ninniyi duyar duymaz sus pus olurdu.” (s. 11-14).
Söz dinlemeyen, annesine gün yüzü göstermeyen, babasıyla durmadan didişen, masmavi gözlerine bakanları irkilten Stavro, gelecek hayatında bu “şeytan” karakterine sadık kalmıyor. Önce Cahide'nin “kuklası” oluyor. Kadına adeta bir köle gibi, uslu bir köpek gibi yapışan, bağlanan Stavro'yla annesini inim inim inleten Stavro nasıl aynı kişi olabilir anlamakta zorlanıyoruz. Romanın hatırı sayılır bir kısmında bağımlı kişilik özellikleriyle tasvir ediliyor Stavro. Kör Agop'un Meyhanesi'nden çıkmayan; Beyoğlu sinemalarında aynı filmi, gülerek, ağlayarak, kıskanarak, hiddetlenerek defalarca izleyen; gündüz düşlerinde gece rüyalarında Cahide'den başka bir bestesi güftesi olmayan bir meczup adeta. Her şeye rağmen Cahide'yi terk edebilmesi, unutabilmesi, sıhhi dilde “rehabilite” olabilmesi kolay yutulur lokma değil. Üstelik de tüm bu değişim Mazhar Osman'ın ipe sapa gelmez, yüz kızartacak derecede cinsiyetçi tavsiyeleri sayesinde oluyor. (“... evveliyatında kadınlara itibar olmaz... onlar yarım akıllıdır... Kadınların şehveti güvenilmezdir. Biz erkekler gibi poligamik değildir kadınlar... Kadın fikirden ziyade hisle yaşayan bir mahluktur.... Kadın infialine zebun, tenasül için yaratılmış pasif bir mahluktur.” s. 293-294). Aşkından mecnun, İstanbul'dan uzakta yapamayan Stavro bir de bakıyoruz evine, eşine sadık, mazbut bir ev erkeğine dönüşmüş!
Stavro'nun her biri biribirinden başka kişiliklerinin – “küçük şeytan”, “kör âşık/ kukla”, “sadık eş” – bu kadar vurgulu anlatılması, ayrıca geçişlerin bu kadar hızlı olması okurun karakterle özdeşleşmesini zorlaştırıyor. Ne gözlerine bakanları korkutan güzel bebek ne de Avrupa'nın en sıkıcı şehrindeki hayatından minnet duyan yaşlı adam gerçek geliyor bana. Ben Stavro'yu Tepebaşı'nın karanlık, dar sokaklarında volta atarken; yağmurun altında ceketinin yakalarını kaldırır, güzel ellerini pantolonun cebine sığdırmaya çalışırken; bir yandan burnunu çeker, bir yandan gözlerinden yaşlar süzülür, körkütük sarhoşken; yine de tek bir kadını bile Cahide'ye benzetememenin çaresizliği içinde tasavvur edebiliyorum ancak.
İnsan varoluşuna içkin bağımlılıkları, aşırılıkları, sınırları zorlama potansiyelini çok iyi tartışıyor Talin Azar. Romanın merkezindeki Stavro'nun tutkulu kişiliğini hayranlıkla okuyoruz. Hiçbir rasyonaliteye sığmayan, hatta hayal mi gerçek mi belli olmayan bir aşk; en ufak bir gelecek kaygısı gütmeden atılan adımlar; vasata yaklaşmayan (iş tutmayan, evlenmeyen, para kazanmayan) bir adam. Yeran'ın her bir metrekaresi mükemmelmiş hissini uyandıran hayatını uçurumdan fırlatma teşebbüsünde de bu potansiyeli gözler önüne seriyor Kuklacı.
Evet, biraz böyleyiz. Bizi hayatta yıkıcılığa götüren, hiç vazgeçemediğimiz bir kaos arzusu var sanki yanıbaşımızda. Bir yandan her şeyi yerli yerine oturtmak istiyoruz, diğer yandan kervan yolda düzülür misali hep devinmeyi özlüyoruz. Ev aramak zevkli. Bulmak, içine eşyalar almak, sağını solunu değiştirmek zevkli, ama ya epeyce oturmuş, yerleşmiş bir evde oturmak? D. H. Lawrence'ın Âşık Kadınlar'da dediği gibi: “Ne zaman ki bir odan olur, ve her şeyi TAMAMdır, işte o zaman ondan kaçmak istersin.”1 İskambil kağıtlarından bir kale yapmak eğlenceli ama neticede onu öylece bırakmayız, yıkıp yenisini yaparız. Düzenini kurmuş olma hissi, çok merdivenli bir kulenin en tepesine çıkmayı başarmak gibidir bazen, dizginlerimizden boşalmayı, boşlukta savrulmayı tetikleyebilir. Hayatımız boyunca tekrar tekrar, “başlangıçta kaos vardı” noktasına döneriz.
Fakat son derece derin ve varoluşsal görülen bu problemler, keşke romanda bir çırpıda çözülmeseymiş. Stavro'nun içkiyi bırakabildiğine, Cahide'yi unuttuğuna, dahası bütün bunları yaparken ve yaptıktan sonra perişan ya da pişman değil de memnun, mesut ve müsterih olduğuna ikna olmak zor. Aynı şekilde Yeran'ın eski sevgilisine olan tutkusunu düşünüp taşınıp, tartıp biçip, sanki çayına şeker atmayı bırakır gibi kolayca bırakması; kocasının takdire şayan affediciliği; üstelik nedamet ve af töreninin huzur içinde bir kilisenin içinde cereyan etmesi, zorlama bir mutlu son duygusu uyandırıyor.
Romanın en iyi yazılmış karakteri şüphesiz Stavro'nun ablası Titina ve en gerçek hikâye de İstanbul'da yaşlanan Titi ve Koço çiftinin ilişkisi üzerinden resmedilen tükeniş, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Levantenlerin, Türk olmayanların bir coğrafyada topyekün tükenişi. Bu karanlık ama bir o kadar da gerçek kurgu, aslında Stavro ve Yeran'ın mutlu sonunu da paramparça ediyor, bambaşka bir kuklacıya dikkat çekiyor.
Titi ve Koço'nun İstanbul'da geçen (ve sonlanan) hayatları büyük trajediler olmadan da Cumhuriyet süresince gayrimüslimlerin soylarının nasıl tükendiğini mükemmel anlatıyor. Çok kapsamlı istatistiki analizlerle gerek duymaksızın biliyoruz ki Cumhuriyet süresince gayrimüslimlerin nüfusu ortalamaya paralel biçimde artmadığı gibi, sistematik biçimde azalmıştır. Neticede yüz yıllardır Osmanlı tebaası olan bu toplumlar “soyu tükenmek üzere”, “tehlike altında türlere” dönüşmüştür. Cumhuriyet rejimi, II. Abdülhamid ya da İttihat ve Terakki rejimlerinin başvurduğu büyük katliamlara ihtiyaç duymaksızın, gayrimüslim nüfusu yok olma raddesine getirmeyi başarabilmiştir.
Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Kıbrıs'ın işgali gibi somut örneklere de değinen romanın esas başarısı, tüm bunlardan öte gündelik hayat pratiklerini gözler önüne serebilmesinde. Toplumların hayatlarına anlam veren kamusal, kültürel, edebi pratikler incecik kum taneleri gibi günbegün ellerinden kayıp gidiyor. Hayatta kalma yöntemleri ellerinden (ç)alınıyor, toplumu yeniden üret(ebil)me becerileri sınırlanıyor. Cemaat örgütlenmelerinin minyatürleşmesinden taşınmaz mallara, vakıflardan anadillerinde konuşamamaya, vatandaşlık haklarının sınırlandırılmasından popüler kültür üretiminde yer alamamaya kadar birçok örnek karanlığın boyutlarını gösteriyor.
Polisten, sokağa çıkmaktan korkan, adlarını söylemekten çekinen, evlerine temizliğe gelen kapıcıya karşı sebepsiz yere borçlu ve mahcup davranan, koca ülkede, koca şehirde neredeyse kimseleri kalmamış, yapayalnız hisseden iki yaşlı insan, Cumhuriyet’in gayrimüslimlerinin hayatlarına ışık tutuyor. Ömürleri boyunca mütemadiyen varlıklarını, itibarlarını kaybediyorlar; aileleri, dostları, sevdikleri uzaklara göçüyor. Hukuka itimatları yok, eşit olmadıklarını bal gibi biliyorlar, özgürlük zaten yakınlarından bile geçmemiş. Hagop Mntzuri'nin “tutsak hayatı” dediği olguyu, ne devletin ne de toplumun asli bir unsuru olmadıklarını, bizatihi deneyimliyorlar. Bir kafese sıkışmışlar, gidecek yerleri yok; kök salmalarının önü alınmış, ardlarında hatıralarını bile bırakamıyorlar. Poyraz– lodos hattına sıkışmış, Kurtuluş'ta, Şişli'de, Bakırköy'de kendilerine görece korunaklı küçük gettolar kurmuş toplumlar salıncakta gibidir. Büyümez, gelişmez, güçlenmezler. Sadece eksilir, kaybeder, küçülürler.