Küçük Dertler

Küçük Dertler

KADİRE BOZKURT

Alakarga Yayınları

“Küçük Dertler’in karanlık, acı ve mutsuz bir atmosferi var. Her gün etrafımızda dolaşan insanların hikâyelerini konu edinse de, hayaller ve olağanüstü durumlardan uzaklığıyla, deyim yerindeyse “fazla gerçek” olmasıyla, modern öyküden ayrılan metinler bunlar...”

KEREM GÖRKEM

Dünya edebiyatında hikâye anlatıcılığının kavramsallaşmasının on altıncı yüzyılda, Decameron’la birlikte başladığı varsayılır. Buna karşın, hikâye anlatıcılığının kökeni sözlü anlatım geleneklerine dayanır ve böylece çok daha eski zamanlardan bahsedebiliriz. Yaşadığımız coğrafya belki de bunun en iyi kanıtıdır. Masallar, destanlar ve halk hikâyeleri bugünkü anlamıyla öykünün temel taşını oluşturur. Fakat bütün bu anlatım geleneklerinin çağdaş tekniğe yaklaşması bundan yaklaşık altı yüzyıl öncesine, Dede Korkut Hikâyeleri’ne denk düşer.

Sonraki zamanlarda ise, hele hele son yüzyılda, Türkiye edebiyatında öykücülüğün dönemsel değişimler geçirdiğini görürüz. Onar yıllık periyotlar halinde düşünecek olursak, en doğru haliyle “verimli” ve “verimsiz” şeklinde sınıflandırmalar yapabiliriz. Elbette her sınıflandırmada olduğu gibi fikirsel ayrılıklar olacaktır: Benim “verimli” ya da “iyi” olarak tanımladığım dönem, bir başkasının “verimsiz” ya da “kötü” olarak gördüğü öykü dönemine işaret edebilir. Yine de bugün eleştirmenlerin “genç kuşak” olarak tanımladığı yazarların, Türkiye edebiyatı özelinde hangi metinlerden öykündüklerini görmek için bütün bu dönemleri birlikte düşünmek gerekir. 1930’lardan sonrasını kapsayan Cumhuriyet dönemiyle birlikte, başta Sait Faik’inkiler olmak üzere, 1950 kuşağı öykücülerinin ve diğer “iyi” hikâye yazarlarının kaleme aldığı metinler, sanıyorum ki bugünün hikâyesini bize “en iyi” anlatan temel taşlarıdır.

Kadire Bozkurt’un ilk kitabı Küçük Dertler, fırsat tanıdığı yeni yazarlar ve ilk kitaplarıyla nitelikli öykü yayıncılığının belki de bugün en büyük adaylarından biri olan Alakarga tarafından yayımlandı. On sekiz kısa hikâyeden oluşan kitabın karanlık, acı ve mutsuz bir atmosferi var. Her gün etrafımızda dolaşan insanların hikâyelerini konu edinse de, hayaller ve olağanüstü durumlardan uzaklığıyla, deyim yerindeyse “fazla gerçek” olmasıyla, modern öyküden ayrılan metinler bunlar. Buna karşın klasik hikâye kalıplarını da yutmuş, bunlara yer yer başvuran ama asla metinlerin tamamına yedirmeyen bir yazar var karşımızda. Aslına bakıldığında bu yetiye son dönem öykücülerinde sıklıkla rastlıyoruz. Fakat Kadire Bozkurt, kalemiyle zihnimizde özgünlüğünü temize çekmeyi de biliyor. Onu okurken bir başka öykücüyü anımsamamıza izin vermiyor. Özgünlük dediğimiz şey tam olarak bu olmalı, değil mi?

Kitabın en esaslı hikâyesinin “Yumurta” olduğunu düşünüyorum. İyi bir metafor, diyalogların ortaya çıkardığı ağdasız bir cinsiyet tahlili ve alay- onur- isyan arasında gelgitli bir psikoloji. Erkek, kadın ve “ağbi”lerin hikâyesi yumurta:

“Yüzü kızarmış, rakı bardağını tutan eli titriyor. Lekeli atletini geren göbeğine, pantolonunun önündeki kabarıklığa tiksintiyle bakıyorum. Yumurtayı alnının ortasına bütün gücümle indirdiğimde kemiğinin çıt diye kırıldığını ikimiz de duyduk. Ne oldu şimdi der gibi baktı gözlerime. Ben de onun kadar şaşkınım, içim bulanıyor. Alnındaki çukur habire kan kusuyor. İhsan’ın kanına bulanmış yumurta canlı sanki. Temizlenmeli. Yıkarken fark ediyorum kırıldığını. İçi, dışı gibi değil.”

Huyum değildir, fakat neden bilmem, okumaların ardından anahtar kelimeler çıkartarak bitirdim kitabı. Her öykünün sonuna dört- beş kelime. Şimdi düşündüğümde, öykülerin okuyanın zihninde bir çerçeve çizdiğini, okuru hikâyenin kahramanlarıyla hemhâl ettiğini görüyorum. Fakat sıkıcı, boğucu, tutsaklık hissi veren bir çerçeve değil bu. Hayat gibi tıpkı: İçinde yaşanan, sonsuz alternatiflerle dolu ama birtakım şeylere (kişilere, durumlara, nesnelere) mecbur. Az önce bahsettiğim atmosferi yaratan da bu bana kalırsa.

Küçük Dertler’in arka kapak yazısı, “Öykü edebiyatımız belki de hiç bu kadar verimli bir dönem yaşamamıştı,” ile başlıyor. Bu, zaman zaman benim de düşündüğüm, fakat çoğunlukla “temel taşları”ndan çekinip söylemekten geri durduğum bir düşünce.

Kim bilir, belki de çekincem boşunadır.