Geçmiş zamanın izinde

Kolay Gelsin

Kolay Gelsin

RİTA ENDER

İletişim Yayınları

Rita Ender,  sözlü tarih çalışması Kolay Gelsin’de mesleklerin ve icra edildikleri mekânların üzerinden şehrin yavaş yavaş kaybolmaya başlayan bu kültürel dokusunun izlerini sürmeye çalışıyor.

EMRE BAYIN

 

İstanbul yarım asırdır sürekli değişiyor. Kimi gün sokağın bir yanıp bir sönen silik sarı ışıkları altında, üzerine boydan boya geçirilmiş naylonuyla gulyabaniyi andıran bir bina ile karşılaşıyoruz, kimi gün daha geçen hafta değişmiş olmasına rağmen adımımızı atar atmaz bir mancınık sistemine sahipmişçesine çevik bir kırılmayla üstümüzü çamurlu suya bulayan kaldırım taşlarına söyleniyoruz. Kimi gün, belki de en sevdiğimiz romanı edindiğimiz kitapçının sokağına girdiğimizde,  bazen büyülenmiş gözlerle baktığımız camekânda, hali hazırda şehrin muhtelif yerlerinde bin bir çeşit muadili  bulunan kozmetikçinin neon ışıklarıyla karşılaşıyor, kimi gün sahil çay bahçesinin otoparka dönüşmesine içleniyoruz. Şüphesiz, tüm bu değişim içinde İstanbul’un en az benzediği şey kendi geçmişi oluyor.

 Rita Ender, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan sözlü tarih çalışması Kolay Gelsin’de mesleklerin ve icra edildikleri mekânların üzerinden şehrin yavaş yavaş kaybolmaya başlayan bu kültürel dokusunun izlerini sürmeye çalışıyor. Eczacı, kuyumcu, demirci, manav, marangoz, öğretmen, şoför, avukat, mimar gibi mesleki canlılığını koruyan meşgaleler bir yana; korseci, ısmarlama gömlekçi, bozacı, arzuhalci, gramofon tamircisi, daktilo tamircisi gibi günümüzde artık sıklıkla karşılaşmadığımız meslek erbaplarıyla da söyleşiyor. Söyleşi mekânları da hayli çeşitli: Beyoğlu’ndan Moda’ya; Fatih’ten Suadiye’ye uzanıp gidiyor.  

 Muhataplarına yöneltilen sorularla mesleklerin içyapıları görünür kılınmaya çalışılıyor. Sahip olunan dükkânın kimden kaldığı, adının kökeni; şimdiki ustanın bu işi kimden öğrendiği, işin günümüzde ne derece geçer akçe olduğu ve geleceğe kalıp kalmayacağı kitap boyunca tartışılan konular. Bu noktada karşımıza çıkan en dikkat çekici isimlerden biri, son yıllarda verdikleri mücadeleye doğrudan tanık olduğumuz İnci Profiterol’ün sahibi Mustafa Ateş. Ateş, İnci Pastanesi’nin şehrin hafızasındaki yerini şöyle anlatıyor:

 “İnci Pastanesi, 1944’te Bay Luka Zigori (Zguridis) tarafından kuruluyor. Fakat 44’ten bugüne kadar, İnci Pastanesi’ni ‘İnci’ yapan halktır. İnci Pastanesi, halkla kendini var etmiştir, halkındır. Böyle tarihi mekanların birey hakkıyla ilgili olduğunu düşünüyorum ben. Birey hakkını kullanarak buraları var etmek benim de hakkım. Bunu sahiplenmek benim hakkım. Ben bunu böyle öğrendim. ‘44 yılından beri İstiklal Caddesi’nde, Cercle d’Orient binasının içerisinde varlığımızı sürdürüyorduk ama ne oldu? Tarihi mekânlar, tarihi binalar birilerinin hoşuna gitmiyor  ve yok etmeye kalkıyorlar. Yok oldu.”


Çoğu dükkân sahibi, dükkânın kendisine bir aile büyüğünden kaldığını belirtirken, yine çoğu çocuklarının bu mesleği devam ettirip ettirmeyeceklerinden, haliyle mesleğin geleceğinden pek emin değil. Mesela, Moda’da kuaförlük yapan Osman Damarlı şöyle diyor:

“Onlar istemediler bu işi yapmak. Ben çok isterim 3. nesil de bu işe devam etsin. Şimdiki çocuklara laf geçiyor mu? Sen şimdi; annen, baban ‘şunu yap’ dese, yapacak mısın? Yoo, bizimkiler de işte öyle, kendi kafalarına göre gidiyorlar işte...”

 Ayrıca yine çoğu kişi, şehrin çok kültürlülüğünün yıllar içerisinde yaşadığı kırılmanın mesleğe ve şehrin kültürel yapısına yaptığı olumsuz etkinin de farkında. Cenaze müzisyeni Marko Palaçi bu etkiyi mesleki yaşamında doğrudan yaşayanlardan. Yahudi nüfusunun azalmasıyla, sinagoglarda düzenlenen tören sayısında da düşüş olmuş. Şehrin kozmopolit ruhunu kaybetmesiyle geleneksel birçok mesleğin yok olması birbiriyle yakından ilişkili; zanaat erbaplarıyla birlikte bu hizmetleri ve ürünleri talep edenler de İstanbul’dan birer birer göçmüş. Nitekim Ermeni çini ustası Berç Yoldaş da aynı durumdan mustarip: “Kim kaldı? Kimse kalmadı.”

Kitabın içerisinde yer alan seksen bir görüşmeden bu ve buna benzer, bazen neşeli fakat çoğu zaman hüzünlü nice ayrıntıyı öğreniyoruz. Bu açıdan, Kolay Gelsin İstanbul’un tarihiyle ilgilenenler için kesinlikle bir yerel tarih hazinesi… Üstelik sözlü tarih yöntemini benimseyen bir çalışma olması, tarih yazıcılığının malumatfuruş dilinden ve tarihçiliğin sürekli işaret parmağını yüzümüze yüzümüze sallayan ürkütücülüğünden kurtarıyor bizi. Geride kalmış “büyüklüğün” ve “bizi mahveden düşmanın” hamasi destanını yazmıyor; usulca, bizim bize ettiklerimizi dinlettiriyor.