Adalet, kültür ve dinamit

İzmarit

İzmarit

WILL SELF

Ayrıntı Yayınları Çev: Gül Korkmaz

Bu çılgın romanda, ailesi ile katı sigara yasaklarının uygulandığı, esrarengiz bir ülkeye tatile giden Tom Brodzinski’nin hikâyesini okuyacağız...

TEVFİK KALKAN

İnanç sistemleri hakkında ne biliyoruz?

Kültür ve adalet hakkında?

İçinde yoğrulduğumuz, biçimlendiğimiz ve biz olmamıza hizmet eden değerler hakkında?

Hayatımız boyunca nedenini hiç sormadan yapıp eylediğimiz onca şey hakkında ne biliyoruz?

Neyse ki hiçbir şey.

Hayatımızın ender aydınlanış anlarında bilgiyle kamaşır gözlerimiz. Sonra bu anı hemen unutup bilincimizin en alt, en karanlık mahzenine kilitleriz. Zira bunu yapmazsak, buzlu bir cam gibi kırılıp, dağılırdı oracıkta tüm kişilik teşkilatımız. Tüm sosyal teşkilatımız.

Kurguladığımızı düşündüğümüz kişisel hiyerarşik yapının alt ve üst basamaklarının, aslında bir labirentin giriş ve çıkış kapısındaki parmaklıklar olduğu gerçeği, neresinden bakarsanız bakın “acı bilgi”’dir.

Bu olguyu şöyle somutlaştıralım: Galaksiler arası yolculuk yapmakta olan bir uzay kafilesi gezegenimizin yakınlarında talihsiz bir kazaya karışır. Kazadan ne yazık ki tek bir uzaylı varlık kurtulur ve atmosferimizi yanmadan aşmanın bir yolunu bulup paraşütünü açarak dünyamıza giriş yapar.

Şimdi bu uzaylının tertemiz, bebeksi bilinci ile yerküremizi adımlamanızı istiyorum sizden. Ya da durun mevzuyu biraz daha somut anlamanızı sağlayacak başka bir önerim var: Will Self’in İzmarit adlı kitabını okuyun.

Will, ki kendisi başkanın uçağından, eroin şırınga ederken yakalanıp atılan bir canki olması hasebi ile ilk adıyla seslenmemize bozulmayacak, Wiiliam Burroughs, J.G. Ballard gibi deli dâhilerin soyundan gelen bir yazardır, bütün anlatı maharetini “adalet ve kültür” ile ilgili bildiğimiz tüm genel geçer yargıların altına dinamit yerleştirdiği romanı İzmarit’te,  Von Sasser’e şöyle söyletir: “Antropolijinin kendisi bir tür emperyalizmdir aslında.”

Bu çılgın romanda, ailesi ile katı sigara yasaklarının uygulandığı, esrarengiz bir ülkeye tatile giden Tom Brodzinski’nin (dünyaya paraşütle inen uzaylı metaforunu aklınızda tutun lütfen) hikâyesini okuyacağız. Tom, yerlilerin ve beyazların bir arada yaşadığı, bu garip ülkede balkona çıkıp son bir sigara içmeye karar verir. Bu onun son sigarası olmaz sadece, balkondan fırlatıp attığı izmarit aynı zamanda başka bir gezegene doğru açılan paraşüt olur.

Tom, içi nikotin ve sair zehirle doldurulmuş, ateşli bir nesne ile ölümcül bir yaralanmaya sebep olmak suçu ile mahkemeye verilir. Çünkü bu kabile geleneklerinde ve elbette adalet sisteminde “kaza” adlı bir olgu tanımsızdır. Ailesini ve tüm birikmişini oracıkta yitirivermesi onu aklamaz. Bir de çölde yaklaşık on bin kilometrelik bir yol yapması, kabilenin önde gelenlerine av tüfeği, tencere, erzak vb ıvır zıvır götürmesi gerekmektedir. Brian Prentice adlı, muhtemelen kendisi gibi zanlı ama aynı zamanda tembel, uyuşuk ve sinir bozucu bir yol arkadaşı ile.

Çöl yolculuğu Tom için, bir çeşit Hapishanenin Doğuşu’dur.

Uzaylı dünyamızdan ne anlıyorsa; Tom da bu ülkeden, bu suçtan, bu cezadan, bu çöl yolculuğundan işte aynen o kadarını anlar.

Elmanın içindeki vitaminler gibi tıpkı bu romandaki fikirler. Dünya işlerine hiç kafa yormayan birisi, sürükleyici bir aksiyon filmi izler gibi de okuyabilir bu kitabı. Fazlasıyla tuhaf ve akıcı bir çöl yolculuğunun sonunda anlıyoruz ki resmi ideolojiler, toplumsal kurallar ve sosyal kodlamalar bir algı operasyonundan başka bir şey değil.

Hükümetin ve medyasının son günlerde en sevdiği kavram “algı operasyonu.”

Patolojik süreçlerde, hoşnutsuzluk yaratan uyaranlar sanki içerden değil de dışardan geliyormuş gibi ele alma eğilimi baş gösterir. Sigmund Freud buna projection (yansıtma) demişti. Bütün bu açıklamaları romanı daha iyi anlamanız için yapıyorum, bir algı operasyonu peşinde elbette değilim. Yani şu: dilerseniz barış ve huzur için toplumun yüz yıl boyu yok saydığı hainlerle (aynı anda nasıl hem yok hem de hain olabiliyorlar? Bu bizim değil bebek ve masum uzaylının sorusu) barış görüşmesi yapabilir; yeterince oya tekabül etmediğini düşününce (aynı aslında olmayan, ama galiba dış güçlerin eliyle var olan… uzaylının tüm sistemleri yandı şimdi) barış görüşmelerini bir aldatılma sayıp, savaş başlatabilirsin. Öldürdüğün insanları, yakıp yıktığın şehirleri huzur operasyonunun zorunlu zayiatı olarak adlandırıp, şehit haberleri ile taraftarlarını acıyla coşturabilirsin. Bu saçma operasyonlar dursun, çocuklar ölmesin diyenleri de “algı operasyonu” ile suçladın mı işlem tamamdır.

Ne diyordu Von Sasser: “Antropolojinin kendisi bir emperyalizmdir.”

Ve ekliyor sonra: “Ben bir antropoloğum ve insan ahlakını inceliyorum. İyi niyet sizin için lanet bir oksimoron. Kötü niyet de aynı derecede anlamsızdır. Tanrı öldü. Özgür irade de öyle. Şöyle anlatayım: Bir adam ya da kadın, bir robot gibi, niyeti ne olursa olsun aksini yapmaya programlanamaz mı? Biliyorsunuz ki bu olabilir. Yehova ya da Allah ya da beyaz önlüklü herhangi bir Tanrı olmadan hepimiz bir laboratuvar faresiyiz.”

Romanın size sorduğu soru şu: Bu deneyimde uzaylının şaştığı şey hangisidir: 1) Dünya gezegeninde gücü ele geçirenler öldürdükleri tanrıyı da arkalarına alarak kitleleri nasıl bir robota çevirmekteler? 2) Gerçekten laboratuvar farelerinin yaşadığı bir gezegende, kendisi de bir laboratuvar faresi olmayan kimdir?

Şu kadarını söyleyeyim: Misantropi bu romanın leit motifi.

İnsana duyulan nefret. Ya da tek kelime ile nefret.

Uzaylı bir şeye daha şaşırıyor bu noktada. Tüm bu zayıf, kullanılmış, programlanmış laboratuvar fareleri neden birbirlerinden böyle kıyasıya nefret etmekteler?

Dünyaya bakıp şunları görüyor bebek ve masum uzaylı: İhanet. Anneler ve babalar çocuklarına ihanet etmekteler, en yakın dostlar, koynunda uyudukları sevgililer ve en fenası antropologların elinde robotlaştıkları aynadaki akisleri. Dünya gezegeni bir ihanet sefaleti içinde boğulmaktadır.

İhanetin tatlı şehvetiyle yoğrularak, aldatılmanın o sersem uykusunun mahmurluğunda bir kültür taşıyıcısına, bir erdem budalasına, sosyal ortamların aranılan ve sevilen arıza vermeyen soytarısına, resmi ideolojilerin vergisini muntazam ödeyen ve mesaisine vaktinde yetişen pasifist destekçilerine dönüşmüş ama yine de bu laboratuvar faresi konumunu bile yitirmekten ölesiye korkan insancıkların yaşadığı bu gezegen Hapishanenin Doğuşu’nun tarihçesidir.

Orada, içerde, çölde:

Kendini suçlayacaksın.

Kendini yargılayacaksın.

Kendini susturacaksın.

Yüzünü buruşturup, yumruklarını sıkarak, kendi lanet iç sesinle kendini azarlayacaksın. İçinden duyduğun sesin bile artık sana ait olduğunu bilemeden.

O ses annenin, babanın, öğretmenlerinin, komutanlarının, müdürlerinin, patronlarının sesidir. Dolayısıyla iç sesin bile dindiremez korkunu.

Sesin sahipleri, şimdi asıl kendi korkuları ile meşguller bir yandan; senin korkularının gerçekte planlayıcısı ve oyun kurucuları diğer yandan.

Nasıl olduğunu anlayamadan, romanın seyri içinde özdeşlik kurduğumuz Tom Brodzinski, çöl yolculuğunu anlamsız, saçma, şiddet ve korku dolu bir labirent olarak kat eder. Anlarız ki bu tuhaf maceranın sonunda Tom bizim hayatımızı yaşamaktadır; biz ise bebek uzaylı olmanın ayrıcalığına kavuşmuşuz bir roman boyu.

Dostumuz Will sadece bir roman yazmamış, adalet ve kültür olgularının köküne dinamit döşeyip, sigarasının izmaritini de oracığa fırlatmıştır.