Hiçbir Şey Yerinde Değil

Hiçbir Şey Yerinde Değil

NESRİN UÇARLAR

İletişim Yayınları

Hiçbir Şey Yerinde Değil, zamanın halledemediği ve insanların alışamadığı acıların, dile getirilip anlatıldığı bir tanıklıklar kitabı. 1991- 2005 arasında yargısız infaza, gözaltında infaza maruz bırakılan, gözaltına alındıktan ve alınmadan önce kaybedilen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan, zorla kaybedilen, yakılan ve ateşli silahlarla katledilen kişilerin yakınlarıyla yapılan görüşmelerle hazırlanmış…

ADALET ÇAVDAR

Bir coğrafya düşünün yeryüzünün bütün renklerini, dillerini, dinlerini üzerinde yaşatmış olsun ama her daim bir iktidar savaşının içerisinde yaşasın dursun. Barış içinde yaşamayı mümkün kılacak, dâhil olduğu iktidar yarışını kurallandıracak bir düzen kurmayı akıl edemesin. Matemin karasını, kanın kırmızısını çocuklarına renk diye belletmiş olsun.

Büyürken gördüklerinizin, başınıza gelenlerin hesabını sormayı bırakın; sizin coğrafyanızda sizin dilinizde size eğitim verilmezken komşunun tarih dersinde adınız geçmesin. Başınıza gelen onca şeyi affetmeniz, bağışlamanız değil unutmanız dilensin. Kimliğini taşıdığınız devlete sonsuz itaat ve biat etmeniz talep edilsin ama iş bölüşmeye gelince elmanın çürük dilimi düşsün hep payınıza. Peki, sormazlar mı insana, unutmak o kadar kolay mı diye? Zaman neyi halleder? Hele yaralarınız iyileşmesin diye her an yeniden kanırtılırken…

Tarih tekerürden ibaretti ya, sonuçta bu coğrafyada yaşayanların vicdanlı davranıp en alttakini en üste taşıdıkları zamanlar oldu elbette. Daha doğrusu en alttakileri “Hadi bizi temize çek ve arzu ettiğin saadetten payımıza düşeni ver” diye görevlendirdikleri oldu ama adalet yerine intikam arzu ettikleri için ve kimse adaleti tesis edecek sabra, umuda ve inceliğe sahip olmadığı için kaba ve kuralsız bir varoluş rekabetine zemin oldu bu coğrafya. Her yeni kuşak içinde bir grup çıktı, herkese en doğrusunu anlatmak için uğraştı ve çoğu zaman o uğraş beyhude bir romantizm olarak görüldü, “Böyle gelmiş, böyle gider” denildi ve her seferinde bir hakkını, şansını daha kaybetti. Bugün yüzde 13’lük bir kazanımı zafer diye dile getirmemizin ve tekrar umutlanmamızın nedeni belki de ilk defa bu kadar büyük bir kalabalığın o romantik adalet düşüne sahip çıkıyor olması. Utanmadan, korkmadan, geçmişin öfkesine değil, yaralarına sahip çıkmaya başladı insanlar, başımıza gelen iyi bir şeye sevinmeyi hatırladık hep beraber.

Artık kelimeler kendini gömmüştür

Nesrin Uçarlar’ın, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) işbirliğiyle DİSA Onarıcı Adalet ve Barış İnşası Araştırma Programı Projesi kapsamında hazırladığı ve İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Hiçbir Şey Yerinde Değil: Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri kitabı; zamanın halledemediği ve insanların alışamadığı acıların, dile getirilip anlatıldığı bir tanıklıklar kitabı. 1991- 2005 yılları arasında yargısız infaza, gözaltında infaza maruz bırakılan, gözaltına alındıktan ve alınmadan önce kaybedilen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan, zorla kaybedilen, yakılan ve ateşli silahlarla katledilen kişilerin yakınlarıyla, 2014 yılının Ocak ve Şubat aylarında Muş, Van, Hakkari, Mardin, Batman, Diyarbakır ve İstanbul’da yapılan görüşmelerle hazırlanmış: Yirmi bir aileden elli altı kişinin hikâyesi… Görüşmeler Kürtçe ve Türkçe, ağırlıklı olarak kişilerin evlerinde ve iş yerlerinde yapılmış. Okurken defalarca kitabı kapatıp o acıyı yaşadığınızı düşünmenize neden oluyor bazı cümleler. Hani derler ya Allah dağına göre kar verirmiş diye, işte insan elinde olmadan düşünüveriyor memleketin doğusundan geçen dağların ve o göz kamaştıran coğrafyanın bedelinin bunca ağır olması adil mi diye?

Nesrin Uçarlar giriş yazısına görüşme yaptığı Mukaddes Hanım’ın “Artık kelimeler kendini gömmüştür” cümlesiyle başlıyor. Yirmi yıl önce başlayan derdini bugünün kelimeleriyle anlatmanın zorluğu, kelimeleri hançeresinde gömdüğü yerden çıkartıp onlara yeniden anlam verme çabası… İnsan yarasını var ediyor kelimelerle ve “Bazı kelimeler bazı anlamlara gelmiyor” nedense. Hayatınızda önemi büyük birinin aniden gitmesi sonrasında bütün hayatınız o yokken sanki o hiç gitmemiş gibi yaşadıklarınızı ona anlatma ihtiyacıyla dolar. Gönlünüzün direği gitmiştir, “kelimeler artık kendini gömmüştür.” Yakınlarını kaybeden ailelerin en sık sorduğu sorunun “Neden” olması garip gelmiyor insana. Kimsenin cevap veremeyeceği soruların altında etrafa bakınıp durursunuz sadece, nasılsa hiçbir cevap yetmeyecek çünkü. Uçarlar da bunu söylüyor işte. “Söz bitmeyecek, çünkü asla yetmeyecek” diyor kitabında.

Hiçbir Şey Yerinde Değil, yedi bölümden oluşuyor. Her bölüm bir sonraki bölüme geçmek için okuyucuyu hazırlıyor. Geçmişle Yüzleşme: Adalet Arayışı başlıklı birinci bölümde sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde yaşanan benzer mağdur etme, yok etme, kıyım politikalarının ceza ve adalet arayışlarına, hakikat komisyonlarına dair örnekler veriliyor. Adalet, ceza, mağduriyet, suçu kabullenmek, emri reddetmek gibi kavramlar tek tek ele alınıyor ve inceleniyor. Geçmişe Dair Siyaset adı verilen ikinci bölümdeyse bu kavramlara ek olarak hafıza, yas tutma, bağışlama, hınç ve küskünlük kavramları ekleniyor ve bunların siyasal karşılıkları araştırılıyor. İçerisinde yaşadığımız dünyada apolitik olmayı beceremeyenlerin sürekli diline dolanan, talep ettiği ya da talep edilmesini arzu ettiği kavramlara dair birçok kaynak gösterilerek terimlerin toplumsal ve bireysel yansımalarının tek tek anlatıldığı kitabın ilk iki kısmı ders kitabı niteliği taşıyor.

Türkiye’de ve Kürdistan’da Doksanlar başlığını taşıyan üçüncü bölümle okuyacağınız tanıklıklar için altyapı hazırlanıyor. Türkiye’nin batısıyla doğusunun birbirinden bu kadar uzağa düşme nedenleri ve 90’ların siyasi tarihçesi anlatılıyor. Ve neden insanlar birbirlerini görmekten ve anlamaktan bu kadar acizler, sorusuna cevap aranıyor. Bir İhtimal: Anlatmak, Adlandırmak bölümünde güzergâh ve ziyaretler anlatılıyor, görüşülen kişiler tanıtılıyor. Beşinci bölüm Adaleti Beklemek: Muhatap Devlet başlığı altında devletin adaletinin ne mene bir şey olduğunu, beklentisizliği, çözümsüzlüğü tasvir ediyor. Altıncı Bölüm ise Türkiye siyasetinde son zamanlarda sorulan sorunun peşine düşüyor. Adaleti Düşünmek: “Kardeş Türküler” barışın, affın, bağışlamanın ihtimalleri mağdur ve yakınlarını kaybeden ailelere soruluyor. Son bölümdeyse değerlendirmeler ve öneriler bulunuyor. Türkiye tarihinde bir geçmişle yüzleşme kaydının tutulması ve görmezden gelinenlerin dile getirilmesi nedeniyle Hiçbir Şey Yerinde Değil bir hayli önemli bir çalışma.

Bu yıl Newroz için gittiğim Mardin’de tanıştığım bir çocuk bana “Abla insan batıdan doğuya gelince turist oluyor, doğudan batıya gidince terörist” demişti. Gülümseyebilmiştim sadece, ne diyebilirdim ki? Yüzölçümü o kadar da büyük olmayan bir kara parçasının üzerinde aynı zaman diliminde ve aynı vatandaşlık kimliğiyle yaşadığımıza kim inandırabilirdi o çocuğu? Arendt’ten bir alıntı yapıyor Uçarlar kitabında, her nesil, tarihsel bir süreklilik içinde doğmuş olmasına binaen, atalarının amelleriyle kutsandığı gibi, babalarının günahlarını da yüklenir diyor (sayfa 39). Ara sıra aklıma düşen Mardin’deki çocuktan sonsuz özür dileme arzuma kendimce bir cümle buluyorum. Lakin özür dilemek neyi değiştirir, işte onu bilmiyorum. Daha evvel okuduğum benzer tanıklık kitaplarında bulamadığım bazı cevapları Hiçbir Şey Yerinde Değil’de bulduğum doğrudur. İnsan neden dönüp acının olduğu yere bakmaz, onu neden görmezden gelir, sorusuna cevap veriyor mesela: Eyleme, siyasete ve dönüşüme çağıran tanıklık hallerinin diğer türlüsünü düşünmenin insanı yıkan bir tarafı olduğu Başak Can’a ait bir yazıdan alıntılanıyor (sayfa 93-94). Bir de fotoğrafın emir alan, karşı durmayan, katli yaratan kısmı var. İktidarların coğrafyalarında yaşayan halkların fikirlerinden başka bir matematiği ve iktisadi durumunun olduğu ortadadır. Lakin insanın insana yaptığı zulümle gece yatağında rahat uyuyabilmesi nasıl mümkün olur sorusunun cevabını kitabın içerisinde yine Arendt veriyor, bir suçlunun yakalanmamak ve cazalandırılmamak için başvuracağı en güvenli yolun, işlediği suçu unutmak, hatırlamamak ve onun üzerine daha fazla düşünmemek olduğunu söylüyor (sayfa 59).

Bir hukuk devletinde…

Peki, ya bu insanlar acılarını nasıl hafifletecekler? Kitapta aktarılan tanıklıklarda sadece onlara, peki burada ne oldu, diye sorulmasıyla bile biraz rahatladıklarını okuyorsunuz: Sen bunları aynen böyle yaz, anlat, bilsinler, görsünler, anlasınlar, dışında bir talep dile getirmemelerinden anlatamamanın, farkedilmemenin acıları ne denli arttırdığını okuyorsunuz.

Hayatımızdaki olağan problemleri defalarca anlatıp rahatlarken onlar yaşadıkları devasa trajedilerin yaslarını bile tutmaya zaman bulamadan başka trajedilerin içlerine düştüler. Bir yas nasıl tutulduğunda acı hafifler? Bu ülkenin tarihinde saldırıya uğrayan cenazeler varken toplumsal yas, kolektif bilinç ve hafıza nasıl ayakta tutulur? Hınç ve öfke nasıl diner? Bütün bu sorulara cevap arıyor bu kitap. Aslında insanların yegâne talebi yaşadıklarına saygı duyulması ve onları yok etmek kastıyla işlenen suçun kabul edilmesi. Tanıklıklarda adalet beklentilerinin ne kadar az olduğunu okuduğunuzda burasının bir hukuk devleti olmadığının bir kez daha ayırdına varıyorsunuz. Üstelik aile bireylerini bir emirle sorgulamadan katleden insanlara karşı genel beklentileri kısasa kısas değil, sadece müebbet hapis. Benim ciğerim yandı onun da çocukları ailesi vardır, diye düşünen insanlar kimliklerini taşıdıkları devletten bu suçları devam ettirmemesi dışında bir şey istemiyorlar.

Bizim elimizden mutlu olmayı aldınız, diyor tanıklardan Mukaddes Hanım. En temel insani ihtiyaç olan aidiyet duygusunu yaşamak için bu kadar acıyı çekiyoruz, diyor Abdülkerim Bey. Kendi acılarından vazgeçip, bu tarih öyle katliamlar gördü ki insan dinlediğinde kendini unutuyor, diyor Nihat Bey. Artık giden gitti, zaman artık gitti, diye anlatıyor acısını Yıldız Hanım. Bu acıdan daha büyüğünü bul bana, diyor Hediye Hanım, insan olan sekiz günlük bebeği katletmez. Kaybolduğu zaman ayak izi oradaydı, ayak izinin olduğu toprağı yemek istedim, diyor Raziye Hanım. Okudukça bu insanlar bu kadar acıyı nasıl yaşadı, nasıl taşıdı, nasıl direndi diyorsunuz. Hiçbir şey yerli yerinde değil lakin hayat devam ediyor. Üstüne üstelik bizlerin batıdan durup baktığı ve elinden geldiğince yazıp ülkenin batısına anlatırken olanı biteni süslediği cümlelerden yarattığı dramalardan daha net, daha kesin ama asla acıma, merhamet beklemeyen sadece anlayış ve saygı bekleyen bir dille anlatıyorlar hikâyelerini tanıklar. İnsan acının içerisindeyken o kadar da bağıramıyor diyorsunuz. Tanıklıkların arasında Nesrin Uçarlar’ın olayları ve konuşma sırasında olanları anlatımıysa hayli olağan bir dille. Yaşanılan olduğu halde oldukça büyük zaten, kelimeler hayatın yanında ne ki?

Gidenlerin gittikleri yerden kalanlara mirasları barış arzusu ve umudu. Bu yaşananların asla unutulmadığı ve bütün bu kayıplardan ortaya çıkacak siyasetin savaşı değil barışı getirmesi dileği olduğunu tanıkların anlattıklarından çıkarıyorsunuz. Kayıpların maddi manevi büyük yıkımlara uğrattığı ailelerin nasıl dirayet gösterdiklerini ve o acıdan kolektif bir siyaset ve hafıza ürettiklerini görüyorsunuz. Adalet taleplerinden daha büyük barış talepleri. Barış olacaksa bütün annelerin gönüllerinin alınmasıyla olur, diye anlatıyor halini Sarya Hanım. Ne tazminat ne özür ne müebbet hapis… Evlatlarının, eşlerinin kemiklerini dahi bulamayan bu insanların gönüllerinin alınması ihtiyacı niye bu kadar çok tartışılsın ki?

Barış, barışmak, çözüm süreci gibi ezberlediğimiz ama bir türlü gerçeğine kavuşamadığımız yılların sonunda seçim sürecinde başlarına gelen herşeye rağmen bir nevi kendi baharını doğurdu Kürdistan. Uzatılan eli yok saymak ya da kırmak unutulabilirse toplumsal hafızadan onca kayıpla doğurup, büyütüp, geliştirdikleri ve bugüne getirdikleri siyaset az çok gidenlerin vardıkları yerde sızlayan kemiklerini rahatlatacaktır.

“Bilinen her şey aynı zamanda tanınıyor değildir -hele tazeyken-“ diyor Ernst Bloch Umut İlkesi’nde. 1990’lar yakın geçmiş diye adlandırılırken ve hâlâ ülkenin doğusunda kan akmaya devam ederken, iktidar tutkunu olduğu kan kokusundan vazgeçmezken, dünyanın öte tarafında olan biten hakkında bol keseden konuşma konforuna talim edip komşusunu görmeyi beceremeyenlerin ülkesinde barış bir ütopya gibi gelse dahi yegâne temenni dilimizde. “Sevinmeyi bilmeyen” bir avuç insanın hep beraber birbirine emanet olduğu şu günlerde, hele uzak kentlerde sarılmayı henüz başaramadığımız insanların dertlerine, gönüllerine bir selam niyetiyle okunmalı Hiçbir Şey Yerinde Değil. Barışmak hayal değil, gidenlerin kalanlara emanet ettikleri bir zafer olmalı diye.