Yalın hayat, gerçek hikâye

Herkes Kendi Hayatının Kahramanı

Herkes Kendi Hayatının Kahramanı

GÜLCAN ÖZER

Doğan Kitap

Psikiyatrist Dr. Gülcan Özer’in Herkes Kendi Hayatının Kahramanı adlı kitabı, bize kendi gerçek hikâyemizi yazdırtabilecek güçte bir yalınlığa sahip.

TOLGA MERİÇ

Psikiyatrist Dr. Gülcan Özer, Herkes Kendi Hayatının Kahramanı adlı kitabını “Konuşamasaydık, sesimiz, kelimelerimiz olmasaydı ne olurdu,” sorusuyla açıyor. Ardından da “Hayatını dinleyerek ve konuşarak kazanan, tarihte insanın kendisini anlatmasının mümkün olduğu yanılgısına sahip biri olarak fikrimce konuşmak insanın en büyük cezalarındandır,” diye ekliyor. “Dokunsaydık, görseydik, koklasaydık ve kelimelerimizin sarhoşluğundan kurtulup sevseydik ne güzel olurdu. Fakat madem konuşarak lanetlendik, o halde dibini bulana kadar konuşacağız. Anlama umudu, anlaşılma hayali... Böylece ömür geçip gidecek,” diyor.

Terapistlik hayatı boyunca yıllardır kadife bir koltukta oturup dinlediğini, bazen çok bazen az konuştuğunu anlatan Özer, işinin, duyduğu sesi ittirip, karşısındakinin gönül sesini duymak olduğunu söylüyor. Kendisini bir “ses bulucu” olarak tanımlıyor. İç sesin yani hakikatin duyulmasının bazen yıllar sürdüğünü fakat bir kez işitildi mi de parmak izi gibi biricik olana ulaşıldığını belirtiyor.

Kitabın odağında, “asırlardır aslanlar gibi kurumsal birinciliği kimselere kaptırmayan” evlilik var. Fakat kitap kesinlikle bir çift terapisi havasında ilerlemiyor. Meselesi de “evliliğinizi nasıl kurtarırsınız” gibi sıradan, sulandırılmış bir dert değil zaten. Özer, aşktan sevgililiğe, evlilikten boşanmaya, çocukluktan yaşlanmaya, ebeveyn olmaktan iş yaşamına, en belirleyici hayat dönemeçlerinden insana bakıyor. Aşkın, evliliğin, anne babalığın ya da yaşlanmanın ne olduğunu anlamadan, sevgilimizle, eşimizle, çocuğumuzla, kendimizle ve hayatla sağlıklı bir iletişim içinde olamayacağımızı gösteriyor. İlişkinin karşı tarafından ziyade, ilişkinin kendinden ve kendisiyle olan ilişkisinden kopmuş insanın dramına eğiliyor.

Tıpkı, kendi sesimizi bulmadıkça konuşmalarımızın konuşmaktan sayılamayacağını savunduğu gibi, kendimizi bulmadıkça yaşadığımız hayatın da hayattan sayılamayacağını fısıldıyor. Örneğin, “Hepimiz kendimizi, geçmişimiz ve hayallerimizle harmanlıyoruz. Önce kendimiz, sonra dünyayla ilişki kuruyoruz. Hepimiz ailemizin izlerini taşıyoruz, bu bazen arkada bırakacağımız yük bazense yolumuzu aydınlatan ışık oluyor. Hayal kırıklıklarımız, kırılganlıklarımız, güçlü yanlarımız var. Kendimizi tanımaya, evrilmeye, hayat öykümüzü tekrar ve tekrar yazmaya muhtacız. Yoksa kendi hayatımızın esas oyuncusu olmanın özel ve biricik yanını kaçırırız,” diyor. Başkalarının bir uzantısı olmadığımızı söyleyip bu hataya nerelerde, nasıl düştüğümüzü gösteriyor. Kitap boyunca esas olarak hep “kendi hayatımızın kahramanı olmamıza” odaklandığı için de, benzetme tuhaf kaçmazsa, evlenmeyi ve çoğalmayı doğası gereği hiçbir zaman düşünmemiş bir eşcinsel için bile kitap gayet okunası bir hal alıyor. Ve zaten başarısı biraz da buradan geliyor.    

Tersinden söylersek, evliyseniz bile, evli oluşunuz bu kitabı okumanız için tek başına geçerli bir gerekçe teşkil etmeyecektir. Çünkü Özer’in ezberlerle işi yok. Sorular beklemediğimiz yerlerden geliyor: “Niçin evleniriz,” diye soruyor mesela. Ya da “evlenememiş evliler”den söz etmeye başlıyor.

Aynı şekilde, konu mesela aşktan açıldığında, aşkı da görünmez bileşenlerine ayırıyor. Birine âşık olmakla aşka âşık olmayı farklı yerlere koyarken, ilk aşkın ardında bıraktığı asıl acıyı şu şekilde saptıyor: “Daha fena olan sevilmemek değil, sevememe ihtimalidir. Zira insanın kendi duygusunun güvenilmezliği ile bizzat tanıştığı ve şaşırdığı bu vakitler, çok sevilenin, sevilmeyene dönüştüğü, ‘Uğruna canımı veririm’ kelamının, mazide kalan ve nasıl söylendiği hatırlanmayan bir cümleden ibaret oluşunu içerir. Sevginin de acı gibi kaypak bir duygu olduğunu bizzat öğrendiğimizde, sevebilirliğimiz sınırlanır, temkinli sever hale geliriz. İlk aşk yahut ilk sevdanın insanın hayatındaki en kıymetli ve benzersiz yanı muhtemeldir ki budur.”

Ömürlük aşk için evlenmek isteyenlere âşıkken değil, mümkünse aşk bittikten sonra evlenmeyi salık veren Özer, diğer yandan da, “Eğer evlenme arzusu ya da hayali içinde olduğunuz kişi aynı zamanda sizin bir projenizse, evlenmeyin! Karşınızdaki değiştirme ve dönüştürme fanteziniz varsa ilişkinin başı belada demektir. Ne kadar az değiştirme hayaliniz varsa hikâye o kadar doğrudur,” diyor. Bu örnekte de görüldüğü gibi, sadece evlilikten değil, bir insanla girebileceğimiz sayısız türdeki ilişkinin temel probleminden söz ediyor. Aynı şekilde, duygu durumunu anlatmakla onaylanmak için anlatmak arasındaki farklara değinirken de, sadece evli çiftlerin değil, genel olarak niçin hiçbirimizin birbiriyle konuşamadığını fark ediyoruz. Örneğin, “Bana bağırdığı için küsüyorum,” demekle “Küsüyorum, yanlış yapıyorum, ilişkime zarar veriyorum,” demenin, yani gerekçelendirmeden düşünmenin ve konuşmanın önümüzde ve ilişkilerimizde açacağı kilitleri ve yeni kapıları görüyoruz.

Fakat bu örnekler yanıltıcı olmasın; kitap sihirli iletişim formülleri vermenin de derdinde değil. Tersine, içe işleyici bir yalınlığa gömülmüş, gayet provokatif ve köktenci bir yaklaşımı var. Çünkü bastırılmış ya da saklı kişiliğimize kendi hayatımızın kahramanı olmamız yönünde cesaretlendiriyor bizi. “Sen yaparsın edersin, gerekirse herkesi terk eder, yıkıp geçer, kendini yaşarsın,” demiyor. Böyle temelsiz, ucuz, işlemeyecek kışkırtmalarla işi yok Özer’in. Fakat hikâyemizi yeniden yazmamıza ayak bağı olan acılarımızla ilgili samimi bir derdi var.

Diyor ki, anne baban tarafından sevilmediysen sevilmedin, onaylanmadıysan onaylanmadın yahut annen, babandan çok sende devam ettirmek istiyor olabilir hayatını… Bunların çoğunu hemen herkes yaşar, orada tıkılıp kalma, oraya dönüp orasıyla ilgili meseleni kapat ki, kendi hikâyeni yeniden yazacak cesaretin ve gücün olsun, diyor… Kitabın alt başlığında yazdığı şekilde “aşkta, evliliklerde, ilişkilerde valizimizde getirdiklerimiz”le vedalaşmaya yönlendiriyor okuru. Anne baba gibi kutsanmış aile figürleri de dâhil olmak üzere, kendi hikâyemizi geçmişin ve başkalarının eline bırakmamamız gerektiğini derinden ve güçlü bir biçimde hissettiriyor. Hikâyemizi yazacağımız kalemimizin niçin ve kimler tarafından kırıldığını, kâğıdımızın nasıl buruşturulup yırtıldığını gösterip gerisini bize bırakıyor. Evliliği anlatmaya “Niçin evleniyoruz,” sorusuyla başlaması gibi, kendi hikâyemizi yazmaktan söz ederken de öncelikle elimizdeki kâğıt kalemin durumuna bakıyor. Anlıyorsunuz ki, bunlar iyice sağlamlaştırılırsa, gerisi zaten kendiliğinden geliyor.

Gülcan Özer ve kitabı, şaşırtıcı bir yalınlıkta ilişki kuruyor okurla. Yazıda yalınlığı yakalamak ne denli zorsa, benzer bir yalınlıkla yaşamak da bir o kadar zor olsa gerek. Kendinizle ve hayatla kitaptaki kadar yalın bir ilişki kurmayı başardığınızda, hikâyenizin gerçek bir hikâyeye, hayatınızın da gerçek bir hayata benzeyeceğini hissediyorsunuz.