Kendi sakinliğini yaratan öyküler

Hep Uzağa Pek Ağır

Hep Uzağa Pek Ağır

HAKAN KULAÇOĞLU

İletişim Yayınları

“Hakan Kulaçoğlu, kendi sakinliğini yaratıyor ve yaşatmaya çalışıyor kitap boyunca. Taş gibi ağır hüzünlerle neşeyi aynı yoldan yürütebiliyor, kardeş edebiliyor. Böylece yaşamın bütün dinamikleri bir araya gelme şansı yakalıyor.”

SEMİH ÖZTÜRK

Hep Uzağa Pek Ağır, Hakan Kulaçoğlu’nun ilk öykü kitabı. On iki öyküden oluşan kitap, eskinin göçüp gitmişliğinden, bugünün geç kalınmış rehavetinden, insanın ham bir meyve gibi dalında asılı kalabilme ihtimalinden söz ediyor. Sözün yazıya dönüştüğü yerde ortaya çıkan öyküler, insan temelli bir derdin etrafında hayat buluyor, örseliyor, başka sıkıntılarla tanıştırıyor.

Zamanın insanı büyüten, büyütürken hırpalayan bir yapısı var hiç şüphesiz. Gelinen nokta ve gelinen noktaya gidilen yol, insanı kendi çıkarlarından ve hayallerinden uzaklaştırsa bile kayan eksen bir şekilde yeniden yerine geliyor. Buna yaşanmışlık diyorlar. Bazen eksik, bazen fazla dönülüyor çıkılan eksene, ama dönülüyor. Çoğu zaman bu durumun değişime temel olduğu düşünülse de, aslında söz konusu değişimin tükenmekle oldukça yakın ilişki içerisinde olduğu biliniyor. Hakan Kulaçoğlu’nun öykülerinde de bu tükenmişliğin bizzat kendisi var. Karakterlerinde ortaya çıkan tavır, olaylar karşısındaki tutum ve geçmişten gelen birikim malum tükenmişliği her anlamda güçlendiriyor. Güç kazanan bir kaybediş, çoğunlukla çaresizliği büyütse de umutsuzluğa izin vermeyen taraflarını ayakta tutabiliyor. İnsanın her ne olursa olsun vazgeçmeyen tarafı tam da buralarda kendini gösteriyor. Ölümün varlığı ve kesinliği her ne kadar gerçek olursa olsun, yaşam da o kadar gerçek çünkü. İnsan, her şeyden önce bunu biliyor. İnandığı şey de bu oluyor genellikle. Ayakta kalan kaleler, kurgusal metinde karakteri yürüten ve yaşatan en önemli faktör olabiliyor çoğu zaman. Buradan yola çıkan yazar, yarattığı olayların kırılma noktalarında dolanıyor daha çok. Bazen gidişatın sonuca ulaştığı yerde, bazen başlangıçta… Ama mutlaka o noktalarda dolanıyor. Böylelikle, yaşayan bir öykünün yaşayan karakterleri kendi kararlarını verebilmek üzere hareket biçimleri geliştirebiliyorlar. Aynı şekilde olayın da kendi kendini çevirebildiği alanlar da aynı şekilde yaratılmış oluyor. Bunu hemen hemen her öyküde yapan Kulaçoğlu, gerçeklik noktasında iyi bir fotoğraf sunuyor okura.

Kitap, taşıdığı öykülerde taşra görmüş insanların büyük şehirle olan çekişmelerini de ele alıyor. Çünkü taşradan göç eden kişi için şehir, mecburiyetin mecburiyetidir bir yerde. Seçeneksizliğin açtığı başka bir kapı genellikle yoktur. Çalışmak için, okumak için, yeni bir düzen kurabilmek için şehir, her zaman için yeni bir sahadır. Ve o sahanın yaşam alanına dönüşebilmesi, insanın şehirle olan kavgasının sonucunda ortaya çıkar, belirginleşir ve kendini ifade eder. Bu mecburiyetin ortasında insanın hiç görmediği hayatlarla girdiği etkileşim, kendi değişimiyle ilgili ilk kırılmayı yaratır. Bu kırılma sahici bir dönüşüme yol açar. Sonrası nasıl gelir, ne şekilde gelişir bilinmez ancak temelden oynayan düşünce ve bakış açısı, insanı büyütmek için yeterlidir.

Şehirden taşraya dönen aynı kişi, aynı kişi değildir artık. Değişim asıl o zaman gösterir kendini. Şaşkınlıkla ve merakla birbirini besleyip, bunun peşinde koşar insan. Kulaçoğlu’nun öykülerinde de taşra ve şehir arasındaki mesele bu biçimde ilerliyor. Şehirdeki iç sıkıntısı, büyük boşluklara dönüşüyor zaman içerisinde. Böylece yaşanmışlık denilen şey, yavaş yavaş kendi ekseninden ayrılıyor ve başka bir biçimde yine geri dönüyor. İnsanın hayallerinden, umutlarından ve tüm bunların toplamı olan hayattan öte bir yere ilerleyen zaman, en çok kendini belli eden etki halini alıyor. Eğilip bükülen yaşam pratiği böylece kendi manevra alanını yaratıyor. Kulaçoğlu’nun dili, sakin anlatımıyla birlikte hareket ediyor bu süreçte. Ulaşacağı yeri iyi biliyor yazar. Söylemek istediğini ve nasıl söyleyeceğini de aynı şekilde biliyor. Bu durumun sağladığı fayda, insanla zaman arasında gidip gelen farkındalık meselesine dayanıyor. Yazarın gördüğü, görmek istediği çoğu manzara bu şekilde işleniyor kitap boyunca. Öykülerin de kendi içlerinde kurduğu düzen yine biraz buna benziyor.

Hakan Kulaçoğlukendi sakinliğini yaratıyor ve yaşatmaya çalışıyor kitap boyunca. Taş gibi ağır hüzünlerle neşeyi aynı yoldan yürütebiliyor, kardeş edebiliyor. Böylece yaşamın bütün dinamikleri bir araya gelme şansı yakalıyor. Manzarası insan ve zaman olan öyküler geçiriyor içimizden. Zorlamadan, davet edercesine yapıyor bunu. Hep Uzağa Pek Ağır, gölgesiyle iyi geçinebilenlerin, gülmeyi her koşulda başarabilenlerin, hayatla kavgası olanların derdinden derman damıtıyor, usul usul anlatıyor.