Üzerinden dünya yükü geçen bir roman

Harvard Meydanı

Harvard Meydanı

ANDRE ACIMAN

Çeviri: Zila Celayiroğlu Yapı Kredi Yayınları

“Harvard Meydanı, iki zıt karakter üzerinden bir yerlileşme hikâyesi anlatıyor bize. Tutunmak için çırpınmıyormuş gibi görünmeseler de aslında 'yabancı' olmaktan bıktıkları bir toplumun asli unsurları haline gelme çabalarını okuyoruz tüm bir roman boyunca.”

BARAN ÇAĞSU

Bundan birkaç ay önce yayımlanmış romanı Sekiz Beyaz Gece ve yıllar önce kitapçı raflarında gördüğümüz Adınla Çağır Beni ile tanıdık André Aciman’ı. Birçok kişinin dikkatinden kaçmış olsa bile, nitelikli edebiyat okurlarının takibinden nasibini aldı yazar ve dünyada da yankı uyandırmış Sekiz Beyaz Gece adlı romanı Türkiye’de ilgiyle karşılandı.

Has edebiyata gösterilen ilginin karşılığı “çok satanlar” listesine girerek gelmiyor genelde ülkemizde. Sekiz Beyaz Gece de aynı serüveni yaşadı. Çok satanlar listelerinde görmesek de has satanlar listelerinin başını çekti yayımlandığı dönemde. Romanın yayımlanmasının üzerinden çok geçmeden de yazarın ikinci romanı raflardaki yerini aldı geçtiğimiz günlerde: Harvard Meydanı.

Aciman’ın Türkçedeki ilk romanında dikkat çeken en önemli nokta, bir Noel partisinde tanışıp ardından gelen yedi gün boyunca tam anlamıyla “romanesk” bir zaman geçiren kahramanlarımızın psikolojilerini derinliğine ortaya serebilmesiydi. Diğer yazdıklarında nasıl bir üslup benimser Aciman, bunu yazarın kitapları Türkçeye çevrildikçe göreceğiz ama psikolojik temelin sağlamlığı, Aciman romanlarının imzasıymış hissi uyandı bende Harvard Meydanı’nı okuduktan sonra. Çünkü yazarın Türkçede yayımlanan ikinci romanı da tıpkı Sekiz Beyaz Gece gibi derinlikli psikolojik çıkarımlara girişiyor.

Bu kez otobiyografik de diyebileceğimiz bir romanla karşımızda Aciman. Bir anlamda yakından tanıdığı bir psikolojinin derinliklerine de iniyor diyebiliriz yazar için.

İskenderiye kökenli göçmen bir ailenin çocuğu olan Aciman, kendi yaşamının pek çok durağını içine aldığı romanında, akademik kariyeri, romancılığı ve bir biyografi yazarı olarak önümüze getiren yaşamının belki de çok önemli bir dönüm noktasını anlatıyor bize. Biyografi yazarı olarak yaptığını, bu kez kısmen de olsa kendisine uyguluyor.

Hatıralar kalır

Roman, dünyanın sayılı üniversitelerinden biri olan Harvard’a gelmiş bir baba-oğul fotoğrafıyla açıyor sayfalarını bize. Baba, oğluna kendinin de okuduğu üniversiteyi anlatma derdinde. Ama bir başka derdin içinde bulur kendini bir diğer yandan; anılarının. Dert olarak değil belki ama yaşamının en kötü ve en güzel ve en eğlenceli ve en boğucu yıllarına geri döner birden. O yıllardan bugüne çok şey değişmiştir. Yaşamının bir dönemini verdiği Harvard Meydanı ve etrafındaki kahveler artık değişmiştir. Ancak kahramanımızın zihninde çok önemli bir dönemeci karşılayan 1977 yılı, tüm hatıralarıyla ayakta durmaktadır.

1977, kahramanımız adına Harvard’ı bitirmiş İskenderiyeli Yahudi bir genç olarak, kıt kanaat ayakta kalmaya çalışıp doktorasını vereceği yıldır. Buna rağmen aynı zamanda da yaşamının tüm “en”lerini yaşadığı yıl olacaktır. Genelde Ortadoğu topraklarından bir şekilde göç etmiş gençlerin takıldığı bir mekân olan Kafe Algiers’te gerçekleşen bir tanışma sayesinde...

Aciman’ın üzerinden pek çok soruna temas ettiği Kalaş’la tanışmasından sonra farklı bir yöne doğru yol almaya başlar kahramanımızın yaşamı. Öncesinde, doktora yaptığı 17. yüzyıl İngiliz edebiyatı konularına dalmış kendi halinde bir gençken, Kalaş’ın yaşamı kucaklayış şekliyle haşır neşir oldukça, kendisinde de değişimler başlar. Kalaş, kahramanımızın hayatını, insanlarla ve özellikle kadınlarla ilişkisini değiştirir.

Ancak ikisi her ne kadar iyi anlaşsa ya da bize öyle gibi gözükse de aslında durum olduğundan daha karışıktır.

Durumu şöyle özetliyor anılarına daldığımız anlatıcı: “O, beni tanıyor olmaktan kıvanç duyardı, oysa ben, kahvedeki küçük topluluğumuzun dışında asla onunla birlikte görülmek istemezdim. O bir taksi sürücüsüydü, ben ülkedeki sekiz üniversiteden birindeydim. O bir Arap’tı, ben bir Yahudi’ydim.”

Buna rağmen tüm sorunları alt eden çok önemli bir ortaklıkları var: “İkimiz de bir yere ait değildik (...)” Ancak bu noktada da ayrışmadalar: “ (...) O hâlâ göçebeydi, benimse ayakta durabileceğim bir toprağım vardı.”

Aciman bu iki zıt karakter üzerinden bir yerlileşme hikâyesi anlatıyor aslında bize. Tutunmak için çırpınıyormuş gibi görünmeseler de aslında “yabancı” olmaktan bıktıkları bir toplumun asli unsurları haline gelme çabalarını okuyoruz tüm bir roman boyunca. Dertleri “yerleşik yabancı” olma hali. Yani Amerika vatandaşlarının uzun süre acısını çektikleri bir durum. Bağlamında ise tüm dünyaya kollarını uzatıyor.

Ziya Celayiroğlu’nun usta işi çevirisiyle okuduğumuz Harvard Meydanı, herkesin kendine bir parça koparacağı, üzerinden dünya yükü geçen bir roman.