Güçoburlar yani biz, hepimiz, bir de iştahımızdan beslenenler

Güçoburlar

Güçoburlar

DER: ASLI TOHUMCU - KUTLUKHAN KUTLU

Doğan Kitap

Aslı Tohumcu ve Kutlukhan Kutlu, Güçoburlar adını verdikleri kitapta 15 farklı yazarın hayatımızdaki egemenlere ve tek adamlara dair öykülerini bir arada okuyarak iktidara bakışa 15 farklı perspektif sunuyor…

ADALET ÇAVDAR

Hayatımızda ağzımıza almadığımız kelimeleri dilimizden sökemez olduk. “İnsan biraz unutabilmek istiyor Albayım” diye tekrar edip duruyor içimdeki Hikmet Benol sürekli. Yüzümüzü çevirip baktığımızda yanan gözlerimize su serpsek suyun bile yanacağı bir coğrafyadan ibaret üç tarafı denizlerle çevrili bir kara parçası oldu yaşadığımız yer. Bu iktidar denilen hadise hayatımızın hiçbir alanından, gene hiçbir zaman eksik olmadı haliyle… Ama varlığı hiçbir zaman bu kadar ayyuka çıkartılıp gözümüze sokulmamıştı… Her birimiz kendi payına düşeni almakta her an bir yenisi ilan edilen olağanüstü hallerden.

Çekirdek aileler içerisinde ellerinde büyüdüğümüz ebeveynlerle başlayan küçük iktidar mekanizmalarını, oyun oynadığımız sokaklara, okula, iş yerlerimize, ilişkilerimize, sosyal hayatımıza taşıyan gene bizleriz… Aklımızla kalbimiz arasına dahi sirayet eden iktidar kavgası, gündelik hayatın her alanında her an bizatihi bizimle bedenleniyor maalesef. İster profesyonel hayata kapılmış, ister sanatla ya da sivil toplumla başka bir şeylere tutunmuş olsun herkes kendine seçtiği, kendini sürüklediği yaşam alanında çok katmanlı iktidar ilişkilerine farklı yoğunluklarda biat ediyor. Büyümek böyle bir şey… Yaşamaya devam etmek için sürekli babamızın gözüne girmemiz ve onaylanmamız gerekiyor hissiyle malulüz zira. Reddedersen dayak yer, hatta evlatlıktan atılabilirsiniz. İktidar ilişkisinde bir taraf tutmazsan bertaraf olursun, diye yansılayıp duruyor büyüme maceramız… 

Aslı Tohumcu ve Kutlukhan Kutlu, Güçoburlar adını verdikleri kitapta 15 farklı yazarın hayatımızdaki egemenlere ve tek adamlara dair öykülerini bir arada okuyarak iktidara bakışa 15 farklı perspektif sunuyorlar. Doğan Kitap tarafından yayınlanan derleme, “diktatör” kelimesi etrafında üretilebilecek kurguların sonsuzluğuna dikkat çekiyor.

Kutlu ve Tohumcu, aralarında uzun uzun konuştukları distopya ve kâbus toplum hikâyelerinden yola çıkarak hazırlamışlar bu kitabı. Türkiye gibi insanların sürekli nefes alamamaktan şikâyet ederek yaşadıkları bir toplumda neden bu tür ürünler verilmiyor, diye sormuşlar kendilerine. Derleme yapma fikrini oluştururken de hem ülke hem kişisel gündemlerimiz içerisinde sürekli dilimize pelesenk olan “diktatör” kelimesinden yola çıkarak yazarlardan öyküler istemeye karar vermişler. Sonuçta ortaya, diktatör kelimesinin ilk akla ilk getirdiği isimlerin ve hükümranlıkların dışında; en küçüğünden en büyüğüne hayatımızın her anına sirayet eden birçok “güçoburu”na dair kıssadan hisse çıkartılabilecek bir kitap çıkmış ortaya. Taş yıkılsa dahi yazı kalır, bütün diktatörlükler yıkılır bir gün ama öyküleri kubbede asılı durur…

Aslı Tohumcu, diktatörlükten kasıtlarının yalnızca siyasi anlamda “güçoburluğu” olmadığını söylüyor. Tüm toplumsal ilişkilerde kurulan her türden diktatörlüğün peşine düşmüşler. Ve öykülerin bir arada oluşturdukları manzara karşısında, keşke bu işi daha önce yapsaydık diye hayıflanmışlar. Kendi öyküsünde, Kutlu’nun da önerisiyle masalsı bir dili tercih etmiş ve kendisi bizzat hafıza olan bir kadın karakter yaratmış. Bu karaktere nereden bakarak hayat verdiğini ise şöyle anlatıyor: “Unutmamamız gereken şeyler bize hatırlatıldığında irrite oluyor, hemen o sesi susturmaya çalışıyoruz. Hikayemdeki hafıza-kadının başına gelen de bu. Yani bellek yok ediliyor bir anlamda. Bellek olmazsa zulmü işlemek de, o zulümle dolu geçmişin yükünden kurtulmak da kolay çünkü. Yine de sonunda bir umut var hikayemin. Kadınlar bir bayram atmosferi yaratıyorlar nihayet, her ne kadar şiddet üzerinden geçse de bu bayram atmosferinin yolu.”

Kutlukhan Kutlu, yazarlara anahtar kelimeyi verip bu sözcüğün etrafını çok fazla süslemeyerek ve kısıtlamayarak yazmalarını istediklerini anlatıyor. Büyük ölçekli öyküler değil, birebir ilişkilerin öyküleri yazılsın istemişler. Çünkü despotluğu yukarıdan aşağıya olduğu gibi, aşağıdan yukarıya da yayılıp yerleşen bir şey olarak görmüşler. Gördüğüm kadarıyla sonunda ortaya bir sıradan despotluklar, güçoburları katalogu çıkmış.

Yekta Kopan’ın “Katil Uşak” öyküsüyle başlıyor bu katalog. Tohumcu ve Kutlu’nun davetiyle kafa yorduğu diktatör teması üzerine yoğunlaşmakta hiç zorluk çekmediğini, çünkü dünyanın ve içinde yaşadığımız coğrafyanın bugününün bu konuda bolca malzeme sunduğunu dile getiriyor Yekta Kopan. Kitabın hangi hayra vesile olmasını istediğini de şöyle ifade ediyor: “Bu kitap elbette diktatör, muktedir, iktidar, güce tapınmak, diz çökmek nedir sorularını sorduracak bir kitap, ama biz bu konulara neden bu kadar vakıfız, bu konular nasıl bu kadar ortak konumuz haline geldi sorularını da sorduracaktır. Edebiyatın yapabileceği şey bir hesaplaşma, bir yüzleşme sağlamaksa bu kitap sadece bizim coğrafyamızın değil dünyanın bugünüyle yüzleşmesini sağlayacak ufak bir dokunuştur sadece.”

“Ağaçlar, hayvanlar, bitkiler, topraklar insanın dünyaya şu anda siyasetle, öfkeyle, savaşla, kanla verdiği zararla en çok baş etmeye çalışan evrenin parçaları ya da tamamı bütün bu olup biteni asla unutmayacak” diyor Yekta Kopan. Öyküsünde de bunlardan biriyle hesaplaşıyor. Öykünün diktatörü “En sevdiğiniz hayvan nedir,” diye soruyor etrafındaki insanlara. Sonra verdikleri cevaba göre karakter analizleri yapıyor ve hiç bir cevaptan memnun kalmıyor elbette. Yeryüzündeki, kendi hariç her şeyden nefret eden bir adamın travmalarıyla uğraşıyorsunuz bir yandan. Diğer yandan biat kültürüne, diz çökmeye, vicdana ve en sonunda beklemediğiniz bir yerden öfkeye bakakalıyorsunuz. Kopan, “Vicdan, hesaplaşma yeteneği, sorgulama bilinci insana insan olduğunu hatırlatan özellikler, bu özellikleri kutuya koyabilen insan sonuçta kimin önünde neden diz çöktüğünü de unutan insandır. Oysa insanlık diz çökmeden ayakta yürümekle başlayan bir şey. Yürüyebilme özelliğinden vazgeçip dizlerinin üzerine tekrar çöktüğünde neye dönüştüğüyle kendisinin hesaplaşması gerekiyor” diye aktarıyor öyküyü yazarken aklından neler geçtiğini.

Hakan Günday diktatörlük kavramının uzun zamandır üzerinde düşündüğü, hakkında sorular sormak için hikâyeler yazdığı bir konu olduğunu söylüyor. Bireyle toplum arasındaki ilişkinin doğası gereği sorunlu bir ilişki olduğunu ve bu sorunları görülebilir hale getirdiğimiz ölçüde çözebileceğimizi anlatıyor ve şunları ekliyor: “Küçük yaşlardan itibaren gördüğüm, tanığı olduğum her ne varsa, ki bunların başlarında da akşam haberleri gelir, bizi kuşatan ve sürekli bütün gücüyle üstümüze gelmeye hazır bir risk olduğunu söyler bize. Bu riskin farkında olmak, söylenen her şeye inanmaya devam etmemiz sonucunu doğurur.”

Hakan Bıçakcı, “Faruk Bey ile Faruk Efendi” öyküsüyle bir handaki çay ocağına yerleştiriyor bakışlarını. İsimlerinin önüne eklenen sıfatın değişmesiyle değişen karakterlerden ve efendinin yanında yer almanın gücünden söz ediyor. Güce yakın duran insanların etrafındaki insanları ezebilme kabiliyetlerinden karakterlerini bir anda değiştirdikleri, olmadıkları birine dönüştükten sonra başlarına gelenleri ve bütün bu enerjinin aslında neden hiç işe yaramadığını anlatıyor.

Doğu Yücel ise bir sahnede yakalıyor iktidarı. Büyükbey’in sahnede oturduğu koltuğu dolduruşuyla, sahne arkasında ve sonra sokakta yaşadığı yalnızlığı anlatıyor.

Sevin Okyay’ın masalsı öyküsü “Sen, Öyle Takıl” çocukların peşine takılıp, iktidarla büyükler kadar yapılandırılmış bir teşrik-i mesaide bulunmayan müstakbel yetişkinlerin dünyasında iyilik ve özgürlük taleplerinin nelere karşılık olabileceğini görüyoruz. Birkaç öykü sonra çocuklu bir öykü daha çıkıyor karşımıza. Mehmet Berk Yaltırık, “Güçobur” başlığını uygun gördüğü öyküsünde büyüyünce anarşist olacağından herkesin emin olduğu bir çocuğun iktidarla tanışma ve kaynaşma macerasını anlatıyor.

Mine Söğüt’ün “Lağımların Aleksandrası” öyküsünde ise bir Deli’nin insanları saklanmak zorunda bıraktığı kanalizasyona iniyoruz. Güzel saçlarını keserse Deli’nin öleceğine inanan Aleksandra kendisi ve geriye kalan herkes adına bir seçim yapmak zorunda. Söğüt, “dünya dönmez, düşer” diyor bir manifestoyu andıran öyküsünde.

Samet Kalkan’ın “Kum Saati” aşka kavuşmanın bedelini canıyla ödese de özgürlüğün peşinden giden bir adamın hayatında sürüyor iktidarın izini. Tuna Kiremitçi devrik bir diktatörün son anlarını anlatıyor “Baba Yüreği”nde. Tayfun Pirselimoğlu “Çukurun, Başkan’ın ve Heykelin Hikâyesi”nde, hakikatle bizim hakikati kabul etme biçimimiz arasındaki farkın nasıl oluştuğunu anlatıyor. Bir başka deyişle iktidar ilişkilerinin hafızayı nasıl şekillendirdiğini anlatıyor. “Jose’nin Portakalları”nda Neslihan Önderoğlu, küçük insanların büyük hesapları öğrenme sürecinden söz ediyor. Öyküsü küçük insanların küçük kalmalarının, büyükler için nasıl da hayati bir önemi olduğuna dair sırlar ifşa ediyor. Küçük bir ipucu: Merhamet duygusuna ne kadar itibar ettiğinizi bir daha gözden geçirin… Sabri Gürses, “Darbe”de bilinmeyen bir gezegene doğru yolculuğa çıkartıyor okurunu. Ve orada dil-anlam-çeviri üçlüsü arasındaki iktidar ilişkisini resmediyor. Ve nihayet Cem Akaş, yazdığı 20 kısa diktatör hikâyesi üzerinden zamanı hem yaşanası hem kahrolası kılan insan hallerine işaret ediyor.

Hakan Günday’la bu kitap üzerinden yaptığım söyleşide umutla korku arasında bir köprü olabileceğini gördüm. Günday neden umut ya da umutsuzluk kavramlarıyla düşünerek hikâye yazmadığını, her şeye rağmen, umutsuz da olsa yaşama arzusunun çok umutlu olduğunu söylüyor ve nihayet başka bir bakış açısı öneriyordu: “Farkındalığı ve uyanıklığı beslemek için hiçbir eylemde bulunmazsanız; okumazsanız, izlemezseniz ve kulaklarınızı açıp duymaya çalışmazsanız sadece ayağınıza kadar gelen bilgilerle yetinmeye başlarsınız. Ki bu bir hastalıktır. Çünkü ayağınıza kadar gelen bilgilerle yetinirseniz size satılmaya çalışan her şeyi satın alırsınız. Başta da korkuyu. Çünkü korku joker bir maldır. Onu bir kere aldınız mı her şeyi satın alabilirsiniz. Onun için sanatın herhangi bir dalında üretilen ürünler bize öncelikle şunu söyler satın aldığın korkunun önce fiyatını sor, neyle ödeyeceksin paranla mı, ruhunla mı, özgürlüğünle mi? Bu hikâyeler sorgulamayı bile biraz olsun sağlıyorsa işlerini, görevlerini görebilirler. Ama bu konuda beni ilgilendiren şey, umut veya umutsuzluk değil. Çünkü ikisi de, umut da umutsuzluk da yazacağınız metni etkiler. Kör edebilir sizi. Halbuki orada bir gerçek var. Tarih kitaplarında da tekrarlanıyor. Önemli olan sadece neyin tekerrür ettiğini tesbit edip bulmak ve onu göstermek. Toplumumuzdaki şiddet ritmi nedir, ne tekrarlanıyor? Hikâyeler sadece bunları isimlendirmeye ve konumlandırmaya yarıyor.”

Son olarak, aman ha bu kitabı okurken kendinize dikkat edin… Çevrenizdeki insanları onlarda gördüğünüz diktatörce davranışlarla mahkûm ederken, kendinizi iktidar ilişkilerinden arınmış varsayma hatasına düşmeye yeltenebilirsiniz. Ne de olsa hepimizin, bizi uygun görmediği tecrübelerden korumak isteyen ve tüm becerisini yalnızca bize sunan bencil bir mimarın tasarımı olan dahiyane savunma mekanizmalarımız var…