Kişisel bir sinema tarihi

Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler

Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler

DAVID THOMSON

Çeviri: Ayşecan Ay Alfa Yayınları

Sinema eleştirmeni David Thomson'ın bir tarihçi titizliğiyle hazırladığı Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler kitabı, içinde yer alan anekdotlarla bir roman havasına bürünürken, benzerlerinden farklı olarak ‘nesnel’ olmak gibi bir çaba içermiyor.

ŞENAY AYDEMİR

Sinema tarihine yönelik kitaplar her geçen yıl biraz daha çeşitleniyor. Bu alana dair ilk dönem kitapları daha çok ansiklopedik özellikler taşıyordu. Sinema tarihinin belli dönemlere ayrıldığı ve önemli yapıtların sıralandığı kitaplar, yönetmenlere göre sıralanmış yapıtlar ya da dönem ve yönetmenlerin iç içe geçtiği eserlerdi bunlar. Bir de ‘özel’ bir alana yönelik yapıtlardan bahsedebilirdik. Örneğin ‘bilimkurgu sineması,’ ‘sinemada cinselliğin tarihi,’ ‘Western filmleri’ vb.

Son yıllarda ise hem internetin bilgiye ulaşmakta yarattığı kolaylık hem de ansiklopedik içeriğe sahip kitap sayısının belirli bir doygunluğa ulaşmasıyla olsa gerek, sinema tarihine yolculuklar farklılaşmaya başladı. Bunlardan bir tanesi, Hayalperest Yayınevi tarafından basılan Sinemanın Tüm Öyküsü isimli çalışmaydı. Genel editörlüğünü Philip Kemp’in yaptığı, Prof. Ertan Yılmaz ve Prof. Nuray Yılmaz’ın çevirdiği 576 sayfalık bu devasa kaynak sinemanın tüm tarihini zaman dilimlerine göre ayırarak incelerken, hem önemli filmleri ve yönetmenleri anıyor, hem türleri ve akımlara da dikkat çekerek zaman yolculuğunu kendi dinamikleri içinde kavramamızın olanaklarını sunuyordu.

Ekim ayında Alfa Yayınları’nın son dönemde dikkat çeken sinema kitapları arasına bir yenisi eklendi. David Thomson imzalı Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler. 1941 Londra doğumlu olan David Thomson, Amerika’da yaşıyor ve sinemaya yirmiden fazla kitap armağan etmiş deneyimli bir eleştirmen. Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler’i kendisinden öncekilerden ayıran belli temel özellikleri var. Thomson da birçok meslektaşı gibi öncelikle sinema tarihinden bahsederken belirli başlıklar ve dönemler belirlemeyi tercih etmiş. Ama farklı bir yöntem izliyor. Dönemler arasında keskin farklar yaratmıyor. Bir dönemden ya da bir başlık altında topladığı konulardan bahsederken, bir önceki bölümde sözünü açtığı yönetmen ya da filme geri dönmekte beis görmüyor.

Çünkü Thomson’ın kitabı diğerlerinden farklı olarak ‘nesnel’ olmak gibi bir çaba içermiyor. Yazar, herhangi bir dönem, film ya da yönetmen için kendi görüşlerini de eklemeyi ihmal etmiyor. Ama bunu yaparken de kişisel görüşlerinin ‘sinema tarihinin bütünü’ içinde olduğu duygusunu yaratmaya özen gösteriyor. Ama bu durumun bazı sakıncalı tarafları da yok değil. Örneğin, Sovyet Sineması’nı anlattığı bölümde yazarın ‘sosyalizm nefreti’ belirgin bir biçimde içeriğin önüne geçmeye başlıyor. Thomson, Sergei Eisenstein başta olmak üzere Ekim Devrimi’nden sonra film üreten ve bugün birçok sinema tarihçisi tarafından bu sanatın en önemli isimleri arasında kabul edilen yönetmenlerin eserlerini eleştirmekten geri durmuyor. Bunda sorun yok ama sayfalar ilerledikçe Thomson’ın temel sorunun bu yönetmenlerin filmleriyle değil, film yapma estetikleriyle yani sosyalizmle olduğu belirginleşmeye başlıyor.

Ama bu ‘kusurun’ kitabın önemini azalttığını düşünemeyiz. Yazar, bir yandan filmleri sinemanın gelişimi içerisinde ele alırken, yönetmenler ve eserlere dair çarpıcı ayrıntılarla buluşturuyor okuru. Bir tarihçi titizliğiyle yapılmış araştırmalar, geçmiş dönemlerin dergilerinden, gazetelerinden ya da yaratıcıların kitaplarından bulunan anekdotlar ve dizin bölümleriyle birlikte 775 sayfayı bulan bu çabayı bir roman havasına büründürüyor yer yer. Örneğin Orson Welles’in Yurttaş Kane için stüdyo ile yaptığı anlaşmanın, bir yönetmene ilk kez bu kadar geniş özgürlük alanı tanıyan maddeler içerdiğini öğreniyoruz. Ya da Welles, stüdyonun çağrılarına kulak verip Brezilya’da festival izlemeyi bırakıp Ambersonlar filminin kurgusunu kendi yapsaydı bir başyapıt izleyebilirdik belki de.

Bir başka örnek: David Selznick, İsveç’te geçen bir film çekmeye karar verir. O dönem İsveç’te çok övülen Sjöberg isimli bir yönetmenle anlaşılır. Senaryoyu yazması için de uzun, yıkanmamış saçları olan, epey kirli ve oldukça tuhaf görünümlü bir yazarla anlaşma imzalanır. Thomson’dan devam edelim: “Yazar, Amerikan parası için senaryoyu yazdı ve Amerikan zevklerini karşılaması için mutlu sonla bitirdi. Her ne kadar asla çekilmemiş olsa da senaryoyu okumuştum. Çekilmeyi hak etmiyor. Yazarın adı Ingmar Bergman’dı.” Böylece Bergman’ın sinemadaki ilk başarısızlığını da öğrenmiş olduk!

Son olarak; Francis Coppola, bütün günü Paramount’un binasında geçirdikten sonra şans eseri havaalanında babasıyla karşılaşır. “Şu çöp yığınını çekmemi istiyorlar” diye dert yanar. Kastettiği Mario Puzo’nun “Baba” romanıdır. Babası ona parayı almasını ve sonrasında bildiği sinemayı yapmasını öğütler. Sonrası malum…

Bu ve buna benzer birçok hikâye ile donatılmış, yönetmenlerin özel anları, dönemin tarihsel özellikleriyle bezenmiş bir sinema kitabı var karşımızda. Sinemanın öyküsünün kilometre taşı yönetmenlerden, televizyon dizilerinde efsane olmuş isimlere, ‘izleme’ deneyiminin bugün geldiği noktadan gelecekte neler olabileceğine dair uzunca bilgi dökümü aynı zamanda.

Arada sırada David Thomson’ın fikirlerine takılıp “Canım o işler öyle değil” diye aklımızdan geçirsek de, bu durum Filmler Hayatımızı Nasıl Etkiler’i başucu kitabı yapmaktan geri koymuyor.