Bir devrimin üyesi olmanın sevinci ve onun tarafından yok edilmenin ıstırabı

Felaketzedeler Evi

Felaketzedeler Evi

GUILLERMO ROSALES

Çev.: Gökhan Akso Jaguar Kitap

Kırk yıllık Küba sürgün edebiyatının en iyi örneklerinden biri olarak tanımlansa da hâlâ Küba edebiyatı için bir anlam ifade etmiyor Felaketzedeler Evi...

TUĞÇE YILMAZ

 

Kurduğumuz tüm hayallere rağmen değişmeyen dünyanın şerefine.”
To Vlemma Tou Odyssea, Theodoros Angelopoulos

Nisan 1980: Küba ekonomisindeki keskin gerilemeyle Fidel Castro geçici olarak kısıtlamaları kaldırdı ve çoğunluğu eski mahkûm olan 125 bin kişi Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti. 125 bin kişinin arasında binlerce muhalif, eşcinsel ve “akıl hastası” vardı. Küba’nın akıl hastası ve fiziksel olarak kendi işlerini tek başına yerine getiremeyecek insanları da göndermesi, Amerika ile ilişkileri zedeledi. 19 Nisan 1982’de ABD Başkanı Reagan, seyahat yasağını yeniden uygulamaya soktu ve ticarî ambargoyu sıkılaştırdı.

Guillermo Rosales, Kübalı gazeteci ve yazar. 1946 yılında Havana’da doğdu. İlk gençlik yıllarında komünist olan yazar, Sierra Maestra’da sürdürülen okuma yazma seferberliğinin öncülerinden ve daha sonra Havana’dan Miami’ye göç etmek zorunda kalan binlerce insandan yalnızca biri. Önce Batista diktatörlüğünden, ardından da Castro rejiminden kaçtı, 33 yaşındayken Miami’ye gitti. Tek istediği, Küba’dan ayrılıp başka bir yerde yazmaktı. Miami’ye ulaşır ulaşmaz, zihinsel sorunları nedeniyle “özürlü” olduğunu beyan etti ve yaşamı boyunca da çalışmadı. Amerika’ya gelişinden beş yıl sonra Felaketzedeler Evi’ni kaleme aldı. Kitap, 1987 yılında, başkanlığını Octavio Paz’ın yaptığı Letras de Oros Roman Ödülü’nü aldı.

Kitabın otobiyografik bir çalışma olduğunu, sonunda yer alan ve yazarın yaşamını detaylıca anlatan bir makaleden anlayabiliyoruz. Belli aralıklarla şizofreni krizi geçiren, sesler işiten, duvarların ötesini gördüğüne inanan ve nihayetinde de 1993 yılında, 47 yaşındayken intihar eden Rosales, yaşadığı bakımevlerinden biri olan Happy Home’daki günlerinden bir kesit oluşturmuş okur için.

“Siyasî sürgün değilim. Topyekûn sürgünüm” diye açılıyor Felaketzedeler Evi. Dışarıdan bakımevi gibi görünen bu ev, çoğu insan için bir mezarlıktan farksız. William için de. Özellikle deli veya düşkün değilseniz, bu tür yerlerde yaşamak fazlasıyla zor. Camille Claudel’i hatırlayalım. Kimi araştırmacılara göre Rodin’den daha iyi bir heykeltıraş olduğu iddia edilir ve Rodin’in imzasını taşıdığını sandığımız çoğu eserler onun elinden çıkmış olmasına rağmen –belki en ünlü eserleri dâhil– bir akıl hastanesine kapatılır. Claudel’in kapatılmasındaki gerekçe ise bir sinir krizi esnasında çoğu eserini paramparça etmesi ve kimi saldırgan davranışlarıdır.

Felaketzedeler Evi’nin William’ı da Claudel ile aynı kaderi paylaşanlardan. William diğerlerinden; delilerden, engellilerden, eli-ayağı tutmayanlardan, tek kelime dahi etmeyenlerden, altına işeyenlerden farklı olduğunun farkında. Rejim yüzünden mi bu hâle geldi, bilmiyoruz. William’ın özel yaşamına dair bilgileri onunla birlikte gittiğimiz rüyalarından elde ediyoruz.

Fidel Castro karşıda, beyaz bir eve sığınmış. William, evi top atışına tutuyor. Castro’nun üzerinde sadece gömleği ve külotu var. Dişleri dökülmüş, William’a “Piç” diye bağırıyor ve buradan asla çıkamayacağını söylüyor. Harabeye dönen eve şaşırıyor William; ama Castro’nun o harabenin içinde ısrarla duruyor olmasına daha çok şaşırdığı aşikâr.

William’ın bu bakımevinde akıl sağlığını korumasının tek yolu, başucundan ayırmadığı İngiliz şairler kitabı. Delilerin tüm bozguncu hareketlerine aldırmaksızın odasına çekiliyor ve John Clare, William Blake okuyor. Onu, bu hastalıklı yere bırakan halasının sözleri geliyor sürekli aklına: “Burası iyi gelecek sana.” William’a iyi gelmesi bir yana, okurken siz dahi kitaptaki şiddet dozunun yüksekliğinden öyle etkiliyorsunuz ki, biraz soluklanmak, rahatlamak için bekliyorsunuz. Kitabın bir yerinde, eh herhalde, bu gerilim biter diyorsunuz; ancak durum hiç öyle değil. Sırf başka biri fazladan bir-iki bira daha içecek diye genç bir adamın cebinden bir haftalık harçlığının nasıl da soğukkanlılıkla çalındığını, aklî dengesi yerinde olmayan yaşlı bir kadının nasıl istismar edildiğini, insanın bir diğerine karşı ne denli acımasız olabileceğini satır satır okuyacaksınız ve tüm bunların dışında duran William’ın sürece dâhil olma anlarını şaşkınlıkla izleyeceksiniz.

Bakımevindeki insanların çoğu Kübalı ve çoğu rejimden kaçmış. Kimi evi, kimi dükkânı elinden gittiği için rejime düşman; kimiyse fikirleri... Rejimin, fikirlerini çaldığını düşünen insan sayısı hiç de az değil. Romanın otobiyografik bir roman olduğuna hepimiz iknaysak, William özelinde düşüncelerine tanıklık ettiğimiz Rosales son kategorideki insanlardan. Yazar, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle diyor: “Hem komünist hem de kapitalist toplumda yaşamış, her ikisinde de kayda değer bir nitelik bulamamış olan insanın deneyimi, tehlikeli olacaktır elbette. Benim mesajımın kötümser olması doğal. Gördüğüm, çevremde öteden beri tanık olduğum şeyler, bundan ötesine olanak tanımıyor. Tanrı’ya inanmıyorum. İnsana inanmıyorum. İdeolojilere inanmıyorum.”

Kırk yıllık Küba sürgün edebiyatının en iyi örneklerinden biri olarak tanımlansa da hâlâ Küba edebiyatı için bir anlam ifade etmiyor Felaketzedeler Evi. Küba’daki geçmişine çok az gönderme yapan ve orayı hiçbir şekilde hasretle anmayan; ama kırıp dökmeyen, emekleri de asla yok sayılamayacak bir yazar Rosales. Platonov’da çokça tanıklık ettiğimiz, rejimden umduğunu bulamama ve kurduğu komünizm hayaliyle örtüşmeyen gerçeklik, Rosales’te çok daha sert işlenmiş. Platonov’un alışkın olduğumuz hicvi yerine “âdeta şiddet salgılayan” bir roman ve tarihin komünistle burjuva için uygun gördüğü ortak tek bir mekân var şimdi elimizde: bakımevi.