Işığın ve rengin ressamından mektuplar

Dostlukla- Seçme Mektuplar

Dostlukla- Seçme Mektuplar

YAY. HAZ.: HANS LUIJTEN, LEO JANSEN, NIENKE BAKKER

Çev: Pınar Kür, Nurettin Elhüseyni YKY Yayınları

1872-1890 arasında Vincent van Gogh ile kardeşi Theo arasındaki yazışmalardan oluşan bu kitap, “kulağını kesen ressam” olmak dışında, van Gogha dair ötelenmiş pek çok ayrıntıyı ve mücadeleyi gün ışığına çıkarıyor.

ALİ BULUNMAZ

Vincent van Gogh benim için bambaşka bir yere sahip. Küçüklüğümde gördüğüm her Van Gogh resmine baktıkça onu daha çok merak etmiş ve kendi çapımda araştırmalar yapmıştım. Çocuk aklı işte. İlkin, elime geçen sanat ve resim kataloglarını karıştırıp Van Gogh’un çizimlerini öbür ressamlardan ayırmaya uğraştığımı hatırlıyorum. Ortaokul yıllarımda hazine değerinde bilgilere erişmiştim. Mesela bunlardan biri, hayatının önemli bir bölümünü etkileyen rahatsızlıklar (bipolar bozukluk, şizofreni, melankoli...) yüzünden ışığa karşı hassaslaşması ve bu öğeyi abartılı denecek ölçüde kullanmasıydı. Hatta o ünlü “Le Café de nuit” isimli tablosunda (daha pek çokları gibi), gözünü alan ışığın yansıması vardı.

Gelgelelim, lisede seçmeli sanat tarihi dersinde bize resim çizdirmeyi kafasına koymuş öğretmenime karşın, ısrarla ressamların hayatını öğrenmeye çalışıyordum. Van Gogh’a olan merakım, üniversite sınavı hazırlığından kaçış için bahanelerimden biriydi. Okulu kırdığım günlerden birinde çantama attığım sanat kitabını karıştırırken Theo van Gogh’la tanışmıştım. Ağabeyine hiçbir yardımı esirgemeyen bu vefalı kardeş, bozuk sağlığına ve ailesinin bazı baskılarına rağmen yolundan asla sapmamıştı. Çoğu kardeş arasında, gerek gizli gerek açıktan yürüyen rekabet, Vincent’le Theo’nun mahallesine pek uğramamıştı.

Okul kitaplarımın arasına sıkıştırdığım ve belimi büken o ansiklopedide, Vincent’le Theo’nun birbirine yazdığı mektupların varlığından da söz ediliyor ve bir iki örnek dışında herhangi bir satır bulunmuyordu. Büyük bir iştahla beklediğim mektuplara erişmek için biraz beklemem gerekiyordu... 

“Beni yüz karası bir oğul olmaktan koru...”

Van Gogh’u, popüler kültürün nesnelerinden biri haline getiren Gauguin’e kızıp kulağını kesme mevzusu pek çok şeyin önüne geçti galiba. Oysa ailesine inat, kendisini maraba gibi gören, ne zaman nerede patlayacağı belli olmayan, resme ve çalışmaya delicesine bağlı ve kardeşi Theo’ya borçlandığını hisseden bu adam, var oluşunu sürekli didikleyen gergin biriydi. Başkalarıyla ilişki kurmada zorlanması onu daha çok çalışmaya itti. Bu sosyal uyumsuzluk, Vincent’in annesini ve babasını çileden çıkarsa da en büyük destekçisi yine kardeşiydi. Vincent ve Theo, kırılgan sağlıklarına karşın yan yana olmaya çalıştı ve birbirine mektup yazmaya devam etti.

1872-1890 arasını kapsayan bu yazışmalar, bir taraftan Vincent’in sanatsal gelişimini ve sorunlarını öbür taraftan da Theo’nun ağabeyine bağlılığını ve yardım etme çabasını yansıtıyor.

İlk mektuplara bakılırsa Theo yeni bir işe başlamış, Vincent ise hangi yoldan ilerleyeceğini ve nasıl resimler yapacağını tam anlamıyla bilemiyor. O günlerde Londra’da olan ağabeyinin cesaretinin kırılmamasını öğütleyen yine Theo.

Vincent, İngiltere’deki günleri için “Burada hiçbir şeyi olmayan ama her şeyi olan bir hayatım var” diyor; Londra’yı, insana dönüşme yoluna girdiği kent olarak niteliyor. Bir bakıma dünya vatandaşlığına adım atarken Hollanda’yı da özlüyor. O özlemde, onu sık sık yoklayan melankolinin de payı var. Vincent, melankolinin dünyayı daha rahat gözlemleme yetisine kapı araladığını savunanlardan. Tabii dinin, hayatındaki özel yerini de atlamamak lazım, keza o da yaşamını derinlemesine düşünmesini sağlıyor bir bakıma; en azından zorda kaldığı zamanlarda. Dolayısıyla melankoli ve inanç, Vincent için çemberi tamamlayan iki uç noktaya dönüşüyor.

Ağabeyine en ihtiyacı olduğu vakitlerde sağladığı destek ve deyim yerindeyse verdiği akıllar, Theo’yu, Vincent’in gözünde daha da değerli kılıyor. Kardeşine “dostum” demesi, bunun en bariz kanıtı.

Vincent, gittiği her yerde nostaljinin pençesinde adeta. Ramsgate’ten yazdığı satırlarda bu açıkça görülüyor: “Seni, tüm geçmiş yıllarımı, evimizi düşündüm ve içimde şu sözler, şu duygular yükseldi: Beni yüz karası bir oğul olmaktan koru; üstümden inayetini eksik etme, hak ettiğim için değil, annemin hatırına.”

Vincent’in coşkuyu, hüznü ve çalışmayı sonuna kadar ve birbirine katarak var ettiğini görüyoruz mektuplarında. İçini döktüğü Theo, bu anlamda hem bir kardeş ve dost hem de bir terapist. Ağabeyini frenlemesini bilen ve çoğunlukla da doğru kanala yönlendiren bir aziz gibi görülüyor Vincent tarafından; yeryüzündeki misafirliğinde, Theo’nun en iyi arkadaşı olduğunu rahatlıkla seçebiliyoruz. Babadan kalma alışkanlıkla bir rahip kadar dingin, kişiliği ve ressamlığıyla hayli coşkulu, üstüne geldiğini düşündüğü dünya yüzünden melankolik Vincent, Theo’nun yardımlarıyla kendini buluyor.

“Tanıdık bir elyazısı”

Sürekli tekrarladığı “Hayatımız bir hac yolculuğudur” cümlesi, Vincent’in yaşamını özetliyor aslında. Resimlerinde, günlük işlerinde ve gel gitlerinde hep bu cümleye sığınıyor. Sığınmakla kalmıyor, gereğini de yapıyor. Çünkü Vincent’in ruhu, anlattığı yaşamı ve dünya gibi dalgalı.

Mektuplarında, kardeşi Theo’ya bütün sırlarını açan, etrafındakilerle ilgili görüşlerini tüm saflığıyla paylaşan, Tanrı’yı, insanları ve doğayı uzun uzun anlatan biriyle karşılaşıyoruz. Üstelik bu yapısı, kendisini hiç aksatmadan sorgulayışını da beraberinde getiriyor. Mektuplar bu yüzden birer taşma metni sayılabilir. Aynı zamanda kardeşine duyduğu sevginin belgeleri: “İnsanın düşünecek ve yapacak bir sürü şeyi varken yeryüzünde yaşayan bir kardeşi olduğunu hissetmesi rahatlatıcı bir şey. İnsan bazen neredeyim, ne yapıyorum, nereye gidiyorum duygusuna kapılır, yani başı dönmeye başlar; işte o anda böyle tanıdık bir ses, daha doğrusu tanıdık bir elyazısı, insanı adeta yeniden yere sağlam basmanın rahatlığına kavuşturur.”

Kardeşiyle ilgili duyarlılığının benzerlerini fakir bir kadına, doğaya ve bir ata karşı geliştirdiğini de görüyoruz. Bu, Vincent’in melankolisini yükseltse de aslında gözlemciliğini pekiştiriyor. Aşırı duygusallığı, zaman zaman ayağına takılsa da “kederliyiz ama her zaman mutsuz değiliz” sözü, onun için bir mantra halini alıyor.

Vincent, oradan oraya giderken tekniğini ve çizimlerini kuvvetlendirmek için dersler alıyor, eskizler oluşturuyor. Bütün ayrıntıları Theo’yla paylaşırken kendisine para gönderen ve malzeme almasını sağlayan kardeşine şükranlarını sunuyor. Kitapta bu noktadan sonra, mektuplarla beraber Vincent’in çizim ve eskizleriyle de buluşuyoruz. 

Beri yandan aşk acısı çeken bir Vincent de var karşımızda. Theo’ya “sen de âşık ol” derken yine içini döküveriyor: “İnan bana, hayatın küçük ıstıraplarının bile değeri var. İnsan kimi kez korkunç umutsuzluğa kapılıyor, sanki cehennemdeymiş gibi hissediyor kendini ama çok daha iyi şeyler de var işin içinde. Üç aşama var: Birincisi sevmemek ve sevilmemek, ikincisi sevmek ve sevilmemek (benim durumum), üçüncüsü sevmek ve sevilmek.”

Vincent, resimde olduğu gibi hayatta da bütün renk ve tonları hissetmeye başlıyor; sonuçta zaten her ikisi birleşiyor. Nihayet, resimde gideceği yolu da belirliyor: “Çok çizim ve az boya.” Ne de olsa Vincent’inki teknik ressam eli. O el, kendi dönemindeki meslektaşlarını eleştiren satırlar da yazıyor: “Yıllar önce ressamlar arasında farklı bir hava vardı –şimdi birbirlerini yiyorlar ve kibar beyler gibi villalarında yaşayıp dolaplar çeviriyorlar.”

Kendisini, başkalarının gözünden bakarak değerlendirdiğinde “tuhaf bir tip” olduğuna karar veriyor. Bunda ayrıksı kişiliğinin, hastalıklarının ve duygusallığının payı bulunduğu yadsınamaz elbette. “Tuhaf” Vincent’in tek bir amacı var: Çok çalışmak ve bu yolla huzur bulmak. Bunu zaman zaman sekteye uğratan şeyse kullanacağı malzemelere para yetiştirememesi. Olumsuzluklara rağmen çizim, boyama ve ışığı kullanma tekniklerini günden güne geliştiren ama enikonu melankoliye saplanan Vincent’le de yüzleşiyoruz.

Resim adeta bir yazgı

Vincent, gün geçtikçe daha iyi bir ressam olurken duygusal anlamda dengesizleşiyor. Yine yolculuklara çıkıyor, hem Hollanda’yı hem de Avrupa’nın önemli merkezlerini dolaşıyor ama insanlarla ilişki konusunda çok da fazla ilerleme kaydedemiyor. Bu hali onu Theo’ya bir adım daha yaklaştırırken samimi bir itiraf geliyor: “Sanattan değil, sanat ticaretinden bıktım, ticareti bırakacağım ve bizzat mesleğin özüne yöneleceğim. Ben aslında bunu zamanında yapmış olmalıydım.”

Belli bir aşamadan sonra Vincent’in resimde ve yaşamda tamamen kendini bulmaya yoğunlaştığını görüyoruz. Olabildiğince özgürleşmeye ve çizgilerini imzaya dönüştürmeye yöneliyor. Tabii bu, türlü gerginlikleri ve yine maddi sorunları tetikliyor. Böylece Vincent’in hayatında yeni bir perde açılıyor: Tartışma ve kavga dönemi. Ressamlarla, simsarlarla ve eleştirmenlerle, pek çoğu tatlıya bağlansa da ateşli kavgalara tutuşuyor, resim tekniği konusunda tartışmalar açıyor. Özellikle eleştirmenleri keyfilik ve yüzeysellikle suçluyor. Öte yandan bu dönemde, yaşantısını düzeltmesi konusunda baskı yapan doktorlar Vincent’in hayatına daha sık giriyor. Sarı renk, resimlerindeki hâkimiyetini arttırıyor. Hayatında ise Gauguin yer kaplamaya başlıyor. Birbirlerine yazdıkları mektuplar dışında aracılar yoluyla yapıp ettikleri ve ruh halleriyle ilgili bilgi alıyorlar. İçten içe saygı duyduğu ve hayranlık beslediği Gauguin, aynı Millet’de olduğu gibi bir dönem Vincent’in resim ve çizimlerini etkiliyor.

19 Kasım 1888’de Theo’ya yazdığı mektupta “Gauguin’le hep dost kalmayı ve iş ilişkisi içinde olmayı umuyorum” diyor. Birkaç ay sonraki satırlarında ise yeni bir itiraf var: “Bütün günlerim bir şekilde yazmaya yetecek kadar mantıklı geçmiyor.” Yani Vincent, durumunun az buçuk farkında; o dönem, melankoli krizleri ve zihin bulanıklığı kendisini rahatsız etmeye başlıyor: “Bende ne gibi bir şey olduğunu tam tarif edemiyorum, bazen belirgin bir sebep olmaksızın korkunç endişe nöbetleri ya da eskisi gibi kafada bir boşluk ve yorgunluk duygusu oluyor (...) Zaman zaman melankoli, berbat pişmanlık nöbetleri yaşıyorum.” Çoğu ressamın keçileri kaçırdığı bir yaşam sürdüğünü sık sık tekrarlıyor. Buna karşın ayakta kalmasını sağlayan, yavaş yavaş delirmesine neden olan çalışma duygusu.

Çalışma tutkusu ve onunla beraber geliştirdiği tekniği, Vincent’in yazgı olarak gördüğü resimde ilerlemesini sağlıyor. Zaten mektuplar, bir ressamın doğuşunun ve yükselişinin envanteri niteliğinde, aynı zamanda yalnızca bir ressam değil, edebiyata da meraklı bir entelektüel olduğunu gösteriyor. Mektuplarında, 1880’lerin sonunda İngiltere, Hollanda ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’daki sanat ortamının durumu da izlenebiliyor.

Mektuplar, Theo’nun ondaki yerini anlatmasıyla da önemli. Kardeşi, Vincent için bir sırdaş, dost, mektup arkadaşı, gönüllü ve samimi bir finansör, tablolarının pazarlayıcısı ve satıcısı.

Mektupları, “kulağını kesen ressam” dışında, ona dair ötelenmiş pek çok ayrıntıyı ve mücadeleyi gün ışığına çıkarmasıyla da ilgi çekici. Örneğin babasının Vincent üzerinde bıraktığı sıkıntılı etki veya ressamlıkta ilerlemeyi kafasına koyduğu günden itibaren sanat çevrelerine kendisini kabul ettirme çabası, o ayrıntılardan ve mücadelelerden sadece ikisi.

Kitabı okuyunca insanın aklına şöyle bir soru takılabilir: Theo’nun bunca yardımı ve desteği olmasaydı Vincent’in ünü bu kadar uzaklara yayılır mıydı ve böyle başarılı bir ressam olur muydu?..