Siyasal bir kıyamet kurgusu

Bedenlerin Göçü

Bedenlerin Göçü

YURI HERRERA

Çeviri: Bülent Kale Notos Kitap

Kiminin kıyameti, kiminin yeniden doğuşu. Kiminin cehennemi, kiminin cenneti. Ama ikinci grupta olanlar, yani kıyamette yeniden doğup cehennemde cenneti yaşayabilenler hep iktidar sahipleri ve parayı elinde tutanlar! Bedenlerin Göçü, yaşadığımız kıyameti sembolize etme gayretinde bir post-apokaliptik roman. 

TEMEL KARATAŞ
 

Bilimkurgu denince, çoğunluğun aklına gökyüzünde uçan tanımsız cisimler ve bunlara inip binen garip yaratıklar gelse de, özellikle kimi alt türleriyle tarihle ve güncelle sımsıkı bağlı, ufuk açan bir alan. Üstün bir yaratıcılık ve hayal gücünü elzem kılan kurgular bunlar. Bir doğal felaket ya da savaşla gelen kıyameti ve sonrasında dünyanın gireceği kötü dönemi anlatan, önemli bir yaratıcılık becerisi gerektiren “apokaliptik ve post-apokaliptik” kurgu ise gerek sinema gerekse edebiyatta özellikle son yıllarda giderek ilgi görüyor. 1960’larda Walter M. Miller’e Hugo Ödülü’nü kazandıran Leibowitz İçin Bir İlahi akla ilk gelen örnek. Epey eski. Anımsayamayanlara ya da okumayanlara daha bilinen bir iki örneği sinemadan verelim: Waterworld ve Mad Max...

Meksikalı yazar Yuri Herrera’nın Notos Kitap’tan Bülent Kale’nin çevirisiyle yayımlanan Bedenlerin Göçü de bu türün mutlaka anılacak örneklerinden olacak gibi görünüyor. Çünkü siyaset bilimci olan ve daha sonra yaratıcı yazarlık üzerine yüksek lisans yapan Herrera, bu iki niteliğini Bedenlerin Göçü’nde buluşturarak, kullandığı sokak üslûbu ve argoyu yeraltıyla da harmanlayıp âdeta türün çerçevesini yeniden belirleyen bir metin çıkarmış.

Kötü zamanlardı, iyi zamanlardı!

Bedenlerin Göçü yüzeysel bir okumada, her tarafı saran ne idüğü belirsiz bir salgının fonunda gelişen narko meseleler olarak algılansa da, biraz derinde siyasal iktidarın böyle bir durumdaki tutumunu, kişilerin olağanüstü durumlardaki olağan hâllerini ve daha fazlasını da sessizce aktarıyor. Salgın adını pek kullanmıyor yazar. Kitap boyunca salgından “bu şey”, “s... hastalığı”, “bu lanet” gibi tanımlarla söz ediyor karakterler ve anlatıcı. Bu aslında Herrera’nın bilinçli ve “siyasal” tercihi. Daha önce insan kaçakçılığını anlattığı kitabında da “insan ticareti” ya da “insan kaçakçılığı” ve “sınır” sözcüğünü hiç kullanmamış ve bunu ana akım medyada bu sözcüklerin çok kullanılarak içinin boşaltılması nedeniyle yaptığını söylemişti bir gazeteciye. Benzer gerekçeyle yer isimlerini de kullanmamayı tercih ediyor.

Ölümler yaşanırken nihayet buna salgın diyebilen siyasal iktidarın konumu ise ironik her zamanki gibi. Siyasal iktidarın işi her olağanüstü durumu olağanlaştırmaktır. Bunda sağladığı başarı, iktidarının gücünü ve süresini belirler. Bir ölümcül salgında bile marjinalliğe müsamaha yoktur. Bir punkçı genele benzemediği için böyle bir dönemde bile yol ortasında işkence görebilir, ama kartvizit sahibine yola devam izni çıkıverir.

Kitleler ne ister?

Kitleler hastalık, kıyamet, salgın, felaket arzulamaz. Ne ki kitleler fırsat arar! İsterse, kıyametten gelsin. “...dışarısı çok tehlikeli olduğu için diyorlar ama bana sorarsan hayatlarının fırsatını yakaladılar bu salgınla (s.75)” Evlerden korku sızsa da, yağmalar bu fırsattan değil midir? Batakhanelerde gönül eğlemeleri, herkesin neredeyse her an uyuşturucu etkisinde ve sarhoş oluşu kitlelerin fırsatçılığı değil midir? İktidar da fırsatçıdır: Tek icraatı, yakaladığı bir böceği “hedef göstererek” salgına bu canlının neden olduğunu ve sorunun çözülmek üzere olduğunu falan açıklamaktır! Ölülerin, tabutların bile yol kontrollerinde arandığı, sokaklarda üniformalı ya da sivil çetelerin cirit attığı, kıyamette bile kimsenin -özellikle devletin- “asıl düşmanlarının” yakasından düşmediği, kitaptaki bir karakterin deyimiyle “ölülerin yerine dirilerin bozulduğu” bir zaman bu.

Yoksa bildiğimiz şimdiki zaman, bu devran mı? İşte, zamanla ilgili şüpheye düşüren bir alıntı: “İnsanların böyle bir araba dolusu öldüğü başka dönemleri de olmuştu şehrin ama bunlar maden işçilerinin yakalandığı siyah akciğer hastalığı ya da maden kazalarıyla olurdu genelde. Belki de hayat kısa olduğu için şehir insanları başkalarının yaptığı işlere karışmamayı öğrenmişti: Hayat zaten fazlasıyla kahpe, ötekiler için endişelenmeye fırsat yok.” (s.83) Varoluşu bile felaketle başlayan bu gezegenin daimi fonu mu kıyamet yoksa?

Kiminin kıyameti, kiminin yeniden doğuşu. Kiminin cehennemi, kiminin cenneti. Ama ikinci grupta olanlar, yani kıyamette yeniden doğup cehennemde cenneti yaşayabilenler hep iktidar sahipleri ve parayı elinde tutanlar! Bedenlerin Göçü, yaşadığımız kıyameti sembolize etme gayretinde bir post-apokaliptik roman. Belki de gerçekten olağanüstü zamanlarda yaşıyoruz, Gustavo’nun dediği gibi: “Şimdi insanlar dünyada olup biten bir sürü şeyden haberdar, içlerinden hatırlamak istediklerini seçebiliyorlar. Eskiden böyle değildi. İnsanlar babalarının bıraktığı dünyada yaşardı.” (s.99) Babalarımızın bıraktığı dünyaya duyulan hasretlik mi yoksa bedenleri göç ettiren?