Olgulara değil kalıplara mesafeli bir metin

Alman Sonbaharı

Alman Sonbaharı

STIG DAGERMAN

Çeviren: Ali Arda Everest Yayınları

Duygudan arınmış gibi görünen düz ve sert cümleleri birbiri ardına dizerek duygusu bu denli kuvvetli, bu denli derin, bu denli sıcak metinler kurabilen başka bir yazar var mı?

Bu soruyu her sayfasında sorduran bir kitap Alman Sonbaharı.

Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Neyi anlattığı kadar nasıl anlattığıyla da çok önemli saydığımız bu kitabı, kendi kararıyla kısacık kestiği hayatına ömrü upuzun bir eser sığdırmış olan İsveçli yazar Stig Dagerman’ı (1923-1954) tanıyan tanımayan bütün K24 okurlarına tavsiye ediyoruz.

Niye?

Çünkü bu kitapta savaş sonrasının mağlup ve harap Almanyası’ndaki yoksulluğu, öfkeyi, acıyı kararlı bir empati ve keskin bir sezgiyle, siyaseten doğrucu yaklaşımlara hiç gönül indirmeksizin anlatıyor Dagerman. Gözlerini perdelemeden, vicdanını susturmadan, akıntıya kapılmaksızın yazıyor. Sakin ama tavırlı, olgulara değil kalıplara mesafeli bir metin koyuyor ortaya.

Çünkü 1946 yılının sonbaharında İsveç gazetesi Expressen için, Nazilerin yenilgisi sonrasında Alman halkının nasıl yaşadığını ve neler hissettiğini anlatmak üzere Berlin’e, Hamburg’a, Münih’e, Ruhr Havzası’na giden yazarın, bu gezideki gözlemlerini yansıtan yazılarından oluşan Alman Sonbaharı bütün bu nedenlerle türünde bir klasik. Ve yine bütün bu nedenlerle günümüze de söz söyleyen bir anlatı.

Çünkü Dagerman Nazilere duyduğu öfkenin esiri olmamayı başarabiliyor. Birçok Batılı gazetecinin ve entelektüelin bu haklı öfkeyle küntleştiklerini hiç fark etmeksizin, yaşadıkları felaketi Alman halkına reva gördükleri bir dönemde, küntleşmeyi reddederek eşine az rastlanan bir insanlık dersi veriyor.

Sessiz yığınları anlatarak başlıyor Alman Sonbaharı ; “Önemliydiler,” diyor Dagerman onlar için, “belki sessizliklerine rağmen değil de sessizliklerinden ötürü; çünkü konuşulan hiçbir şey, konuşulmayan kadar yüklü bir tehdit içermez.”

Kitaptaki yazılar bu sessizliği işitmemizi sağlıyor en çok. O sırada diğer yazarların, gazetecilerin duymadığı, duymak istemediği bir sessizlik bu. Dagerman sağırlığı seçen meslektaşlarına verilebilecek en iyi cevabı iki cümlede vermiş:

“Herhalde insan, kendisini böylesi bir durumda tahayyül edebilme yeteneğinden yoksunsa, buna nesnellik diyor, bu tür bir tahayyül akıl almaz bir şefkati talep edeceğinden, ahlaki terbiyenin arkasına sığınılarak reddediliyor. İnsan analiz ediyor işte; oysa ki, aç insanın politik tutumunu açlıkla birlikte analiz etmemek bir çeşit şantajdır.”

Müttefiklerin Nazi zulmüne son veren zaferlerinin ve o zaferi mümkün kılan olağanüstü fedakârlıkların, kayıpların, acıların henüz çok taze olduğu günlerde, Nazileri iktidara taşımış bir halkın müttefiklerden çektiklerini anlatmak kolay bir iş olmasa gerek.

Gördüğü gibi anlatan Dagerman, “bir değil birkaç kayıp kuşak var” dediği Almanya’yı sadece insanların günlük hayatına bakarak değil, siyasetin çıkmazları açısından da tartıyor. Müttefik işgalinde yaşanan havanın siyasi bedelini, içinde nice toplum için dersler barındıran şu hükümle özetleyebiliyor örneğin:

“Karneyle dağıtılan ihtiyaç maddelerinde kısıntıya gidilirken buna mukabil işgal askerlerinin refahı, el konulan malzemelerin beceriksizce sökülüp sonbahar yağmurunda paslanmaya terk edilmesi, müttefiklerden bir aileye yer açmak için beş Alman ailenin evsiz bırakılması ve her şeyden çok da, askerî bir rejimin köklerini askerî bir rejimle kazımaya çalışmak, her tarafı müttefik asker kaynayan bir ülkede Alman üniformasına karşı nefret körüklemek, bütün bunlar demokrasi açısından verimli bir atmosfer yaratmak varken, atmosferi zehirleyip verimsiz hale getirdi.”

Bütün bunlar, Dagerman’ın Nazilerin vahşetini bilmediği, azımsadığı ya da kanıksadığı anlamına gelmiyor, tabii. Aksine o, yaşananların bir daha asla yaşanmaması için çıkarılması gereken derslerin peşinde. Yine günümüzde de geçerli olan dersler bunlar: “Ulusal çıkarlar için propaganda yapmakla, nefretle deklare edilen milliyetçilik arasındaki sınırın çok ince olduğunu Almanya deneyi yeterince öğretmedi mi? En azından bu sınırı bozmamanın eşsiz sanatını öğretmeyi, demokratik eğitimin bir parçası yapmamalı mıyız?”

Lâkin siyasetle değil edebiyatla, şiirle soluyan bir metin Alman Sonbaharı. Kitaptaki son yazı “Edebiyatla acı arasında ne kadar mesafe var” diye sorarak başlıyor. Görünür acının görünmez acıdan farkına getiriyor sonra sözü:

“Başkalarıyla birlikte acı çekmenin, şiddetle sözcük hasreti çeken bir çeşit şiir formu olduğunu bile söyleyebiliriz. O dolaysız, görünür acı, dolaylı, görünmez olandan başka şeylerin yanı sıra sözcük hasreti çekmemesiyle ayrılır, en azından acının çekildiği anda. Görünmez acıyla karşılaştırıldığında, görünür acı utangaç, mahcup ve sessizdir.”

Sessizliği işitmek için bu kitabı okuyun. (K24)