Tekrar komşu olabilmek için şeker tadında öyküler

Adabımuaşeretin Zararları

Adabımuaşeretin Zararları

HAGOP BARONYAN

Çev: Ararat Şekeryan, Nıvart Taşçı Can Yayınları

Dünyada tüm generaller Tolstoy’un ünlü eseri Savaş ve Barış’ı okumuş olsalar savaş çıkarmaya cesaret edemezlerdi derler. Ben de Türk-Ermeni, Ermeni-Türk düşmanlığı yapanların okuması gereken şeker tadında öyküler diyeyim Baronyan’ın “bizden” öykülerine.

MEHMET ANIL

Hagop Baronyan’ın Adabımuaşeretin Zararları adlı öykü kitabının kapağını açmadan önce, ister istemez Almanya’nın kabul ettiği soykırım yasasıyla birlikte alevlenen Ermeni meselesini düşündüm. Ermenistan ve Ermenilerle ilgili herhangi bir konuyu soykırım tartışmalarından bağımsız ele almak bu günlerde pek mümkün değil. Ne olmasını bekliyoruz acaba? Ermenilerin, “Canım biz de az değilmişiz hani. Düşman devletlerin kışkırtmasıyla çeteler kurup Osmanlı Devleti'ni arkadan vurmuşuz. Tamam, tehcir sırasında ölenler olmuş, ne yapalım savaş bu, fazla büyütmemek lazım, hem Asala ve diplomatlar falan da var,” demelerini mi, yoksa Türklerin, “Adamlar haklı şekerim. Biz de az hoyrat davranmamışız. Göç ettirmek tamam da, binlerce insan yollarda çoluk çocuk resmen telef olmuşlar. Şunların bir gönlünü alalım” demesini mi? Çok bekleriz. Peki, nasıl çözülecek bu iş? Çözülmesi lazım çünkü komşuyuz. İnsanlık bunu gerektirir, yan yana yaşayacağız. Cevap çok basit: Güzellikle!

Cevap basit olmasına basit de, çözüm zor. Zor dedik, ama aslında arif olan için çok kolay. Ermeni soyadlarına baktığım zaman onların ne kadar biz, bizlerin ne kadar onlar olduğunu görür, sevinirim. Türkiye görece büyük ülke olması nedeniyle bir abi gibi Ermenistan’ı kucaklasa, Ermeniler de eskiden olduğu gibi hepimizin ortak toprağı Anadolu ve İstanbul’a sanatları ve zanaatlarıyla zenginlik katsa bir süre sonra Türkler kendiliğinden, “Atalarımız etmiş bir halt, kusura kalma Hagop,” derken, Ermeniler de haklı olarak nazlansa da, “Tamam, bizde de az buçuk kusur var, ama bir daha olmasın” diyerek, ama kendiliğinden, gönülden gelerek, al takke ver külah zamanla bu iş tatlıya bağlanır gider. Öyküleri konuşacağız, konuyu dağıtmak istemiyorum. Son olarak unutmayalım ki bir kan davasının bitmesi için ilk şart kanın yerde kalmasıdır.

Bugünden baktığımızda bu sürgit düşmanlığı bıçak gibi kesmek olanaksız gibi görünüyor. Ama yapabileceğimiz şeyler var. Mesela elimdeki kitap. Adabımuaşeretin Zararları -ve diğer Ermeni yazarların çevirileri- benim bu hayalimi başlatacak küçük adımlardan biri gibi görünüyor. Küçük ama önemli adımlar. Hagop Baronyan bir hiciv zanaatkârı. 1842-1891 yılları arasında yaşamış olmasına karşın, dili şaşırtıcı derecede modern. Öykülerde ısrarcı ve münasebetsiz insanlar karşısında hayır diyemeyen edilgen kahramanları anlatıyor ama, Kaspar Ağa, Toros Ağa, Setrak Ağa, Kamig Ağa ve diğerleri aslında hep aynı kişi. Kahramanımız ısrarcı, münasebetsiz, sırnaşık, kazıkçı, kurnaz, bulaşık, zevzek insanlara hayır diyemediği için başına gelen talihsizlikleri mizahi bir dille anlatır. Bu münasebetsiz insanların adabımuaşeret kurallarını kötüye kullanması, hayır diyemeyen nazik ve utangaç insanları her zaman sıkıntıya sokmuştur. Anlaşılan Baronyan bu tür insanlardan çok çekmiş. Öyle ki kitabın bir yerinde, “Adabımuaşeret eşekliktir” demeye kadar vardırmış. Haklı. Ben de şahsen kolay kolay kullanamadığım “hayır” sözcüğünü mutluluk ve huzurla bir tutmuşumdur. “Hayır” eşittir “Ohh!..”

Daha ilk sayfalarda aklıma Aziz Nesin’in öyküleriyle olan benzerlik düştü. Öyle ki isimleri ve yer adlarını değiştirseniz bu öyküleri Aziz Nesin’e kolaylıkla mal edebilirsiniz. Aslında değiştirmeden de aynı yutturmacayı yapmak mümkün. Bu paralellik, söz konusu iki yazarın gözlem gücü yahut üslup benzerliğiyle birlikte, aynı kültür içinde harmanlanmış olmalarından kaynaklanıyor. Demem o ki, aynı insanları anlatıyorlar, şimdilerde düşman oldukları söylenen iki ulusun güzel insanlarını. Arada farklılıklar var elbette. Varsa var. Kadının ailedeki yeri, iskambil, dans, şarap ve Hıristiyanlık âdetleri gibi farklılıkları yabancılık değil, Osmanlı'yla iç içe ama kör bir asimilasyona uğramadan kazanılan bir zenginlik olarak okumak, insan olmanın gönencidir kanımca. Öykülerde açıkça görüyoruz ki imparatorluk içinde Ermeniler Türkleşmiş olarak değil, komşulaşmış olarak yaşamışlar, ta ki araya “iyi saatte olsunlar” girene dek.

Size 150 sayfalık kısa bir kitapta geçen bazı sözcükleri sıralayayım: Gayret, direnme, curcuna, zavallı, kader, kâr, bereket, şen, temenna, takla, yavru, ya, , sevap, karar, hediye, gene, yine, daha, bari, düz, hele, aferin, teklifsiz, mahsus, ama, hayde, bacak, yabancı, efendi, pirzola, hiç, zati, mutlak, misafir, avanak, çeki, hanım, zor, entari, pabuç, kadayıf, hıyanet, be, kahkaha, ayol, acele, boş, canım, kahve, kuzum, baba, piyasa, ense kökü, hardal, enfiye, adam, limon, zincir, meret, okka, para, bambaşka, belki, çıban, aksi, tuhaf, ilişmek,rakı, rahat, nasır, makbul, kalfa, bulaşık, kürk, acemi, haber, kibar, verem, sancı, şal, kumru, genç, kocaman, pırasa, saygı, zevzek, ısrarcı, teklifsiz, sanki, zahmet, af, fasulye, palamut, kumaş, marsık. Bunlar orijinal metinde Türkçe olarak yazılmış sözcükler. Dikkat ettiyseniz bu sözcükler her dilde -ve mutlaka Ermenicede de- karşılığı bulunan, yani televizyon, otobüs, sinema, banka, elektrik gibi sonradan icat edilmiş spesifik kavramları ifade etmek amacıyla kullanılmayan, günlük sıradan kelimeler. Bu karışım yoz bir asimilasyonun değil, iki milletin ne kadar iç içe yaşamış olduğunun sağlıklı bir göstergesi.

Metinde ayrıca çekilmiş hâlde kullanılan Türkçe fiiller, tamlamalar, deyimler, cümleler de var: “Patlamış, ciğerim sızlamış, bittim be adam bittim, çoluk çocuk, ciğerim, odabaşı tavırları, erkek çocuk, hatırın için, eğlenmiş ferahlamış keyiflenmiş, hatırım için, ki size, dayanabilir, inadına, ellerini açarak, ille ki, huylanmış, beslemiş, kostüm mostüm” hep Türkçe. Ne güzel, değil mi?

Ya şunlara ne demeli: “Hatır için çiğ tavuk yenir, her kuşun eti yenmez, misafir umduğunu değil bulduğunu yer, misafir ev sahibinin kuzusudur” gibi atasözleriyle karşılaştığınızda eminim hoşunuza gidecek, yüreğinizde düşmanlık değil, uzak bir akrabanın sıcak dokunuşunu hissedeceksiniz.

Günümüz Ermenicesinde aynı durum sürüyor mudur? Sanmıyorum, belki tek tük. Bu kaynaşmış zenginliği ne yazık ki yitirmiş olmalıyız. Konuyu şuraya getirmek istiyorum. Her ne kadar farklı dinlere mensup iki ulus olsa da, Ermeniler Türkiye ve Türklere, Marsilya ve Fransızlara kıyasla çok daha yakındırlar. Yazının başında “güzellikle” demiştim. İşte soykırım tartışmalarının çözümü Amerika ve Avrupa’ya göç etmiş kardeşlerimizi ait oldukları yere geri gelmeyi arzulatmakta yatıyor. Dışarıya karşı ortak bir sesle, “Biz anlaştık siz karışmayın” diyebildiğimiz gün tekrardan komşu olacağız.

Dünyada tüm generaller Tolstoy’un ünlü eseri Savaş ve Barış’ı okumuş olsalar savaş çıkarmaya cesaret edemezlerdi derler. Ben de Türk-Ermeni, Ermeni-Türk düşmanlığı yapanların okuması gereken şeker tadında öyküler diyeyim Baronyan’ın “bizden” öykülerine. Son olarak, Hagop ustanın nazik toplantılar için alfabetik hiyerarşiyi önerdiğini söyleyerek öyküler hakkında küçücük bir ipucu vermiş olayım.