Gündem

Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: Bu metin yasalaşırsa ortada anayasa kalmayacak!

"Bu bir güldürüdür. Demokratik başkan bile diktatör olmak zorunda kalır!"

18 Ocak 2017 17:30

'Partili cumhurbaşkanlığı'nı öngören anayasa değişikliği teklifini eeleştiren Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk "Hem başkanlık sistemini getirmek iddiasıyla yola çıkacaksınız, hem de erkler birliğini dayatacaksınız. Bu bir güldürüdür. Böyle bir sistemde demokratik bilince sahip bir başkan bile diktatör olmak, baskı, daha doğrusu tümelci (totaliter) bir rejimle toplumu yönetmek zorundadır" dedi. Sami Selçuk, "Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bilidirisi’nin ünlü 16’ncı maddesini anımsatırım. Bu maddede 'Erkler ayrılığının bulunmadığı toplum(lar)da anayasa yoktur' denmiştir" diye konuştu. Birgün'den Meltem Yılmaz'a konuşan Selçuk, "Demek, erkler ayrılığının kaçınılmazlığını vurgulayan bu küresel ilkeye göre, anayasa taslağı yasalaşırsa artık ülkemizde ortada bir anayasa kalmayacak; Türkiye anayasaya dayanan bir 'anayasal devlet' olmaktan çıkacak; sadece anayasa adını taşıyan aldatmaca metne sahip yazılı 'anayasası olan bir anayasalı devlet' olup çıkacaktır" görüşünü dile getirdi.

Meltem Yılmaz'ın Sami Selçuk'la yaptığı söyleşi şöyle:

Anayasa değişikliği için “savunanları da köleleştirip doğduklarına pişman edecek bir metindir” ifadelerini kullanmıştınız, neden?

Sözünü ettiğiniz yazıda bunun yanıtını ayrıntılarıyla verdiğimi sanıyorum. Yapılmak istenen, bir sistemsizliktir. 1982 Anayasa’sı biçimsel ve maddi açıdan meşru değildi. Ancak parlamenter sistem içinde kendisinden önceki anayasa gibi erkler ayrılığına dayanıyordu. Erkler ayrılığı ilkesi tam anlamıyla 1961 Anayasa’sıyla gelmiştir bize. 1924 Anayasası J. J. Rousseau’dan esinlenilerek düzenlenmişti ve erkler birliğine dayanıyordu. Ancak o dönemde Atatürk ve İnönü başta olmak üzere bütün yöneticiler, yasama ve özellikle yargı(lama) erklerinin özgür, bağımsız ve yansız olmasına özen göstermişlerdir. Nitekim 1933’te ülkemize gelen Prof. Dr. Ernst E. Hirsch anılarında tek partili TBMM’de Türk milletvekillerinin tam bir özgürlük içinde görüşlerini belirttiklerini, Meclisin denge ve uzlaşmanın sağlandığı bir arena ve son karar mercii olduğunu, sistemin Führer devletine benzemediğini belirtir anılarında (Hatıralarım, Ankara, 1985; s.348-49). Kendileriyle ilgili davalarda bile, Atatürk ve İnönü üzüldükleri olduğu halde ortalıkta görünmemeye özen göstermişlerdir. Çok partili yaşama geçilmiş ve özellikle 1956’dan sonra yargıçlara siyasal baskılar yapılmaya başlanınca erkler ayrılığının, özellikle de yargılama erkinin bağımsızlığının önemi anlaşılmıştır. İşte bu yüzden 1961 Anayasası buna özen göstermiştir. Taslak ise 1961 öncesine dönüştür. Bu nedenle çok tehlikelidir. Meşru olmadığını ileri sürdüğüm 1982 Anayasası'na rahmet okutacak türdendir. Okur yazar her insan bu taslağın, iktidarın tek elde toplanmasını önlemek şöyle dursun, tam tersine “vesayete son verilecek” yalanıyla iktidarı, “yanılmaz” kabul ettiği geleceğin tek bir insanına, yani “cumhurbaşkanı”na teslim ettiğini, denetim yollarını kapattığını, erkler ayrılığını değil, erkler birliğini getirdiğini kolayca anlayabilir.

Bu durum ne tür sakıncalara yol açar?

Buna karşılık başkanlık sistemleri katı mı katı bir erkler ayrılığına dayanır. Sistemin ana özelliği budur. Taslakta buna bir de aldatmaca kılıf bulunmuş: Cumhurbaşkanlığı sistemiymiş. Ne demekse? Getirilen bu sistemin özünü bilmek isteyenlere bundan 228 yıl önce yayımlanan 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bilidirisi’nin ünlü 16’ncı maddesini anımsatırım. Bu maddede “… erkler ayrılığının bulunmadığı toplum(lar)da anayasa yoktur” (Toute la société dans laquelle … , ni la séparation des pouvoirs déterminée n’a pas point de constitution) denmiştir.

Demek, erkler ayrılığının kaçınılmazlığını vurgulayan bu küresel ilkeye göre, anayasa taslağı yasalaşırsa artık ülkemizde ortada bir anayasa kalmayacak; Türkiye anayasaya dayanan bir “anayasal devlet olmaktan çıkacak; sadece anayasa adını taşıyan aldatmaca metne sahip yazılı “anayasası olan bir anayasalı devlet” olup çıkacaktır. Bu, kendini aldatmadır; temaruzdur (simulation), hayalettir (simulacre). Kısaca bundan böyle Türkiye anayasasız bir hukuk düzeni içinde görülecektir.

Özetle hem başkanlık sistemini getirmek iddiasıyla yola çıkacaksınız, hem de erkler birliğini dayatacaksınız. Bu bir güldürüdür. Böyle bir sistemde demokratik bilince sahip bir başkan bile diktatör olmak, baskı, daha doğrusu tümelci (totaliter) bir rejimle toplumu yönetmek zorundadır. Montesquieu’nın teşhisiyle o ülkede tek bir insan özgürdür, öbürleri ise köledir. Kısaca taslak, zorunlu tümelciliği kurallaştırmaya ve kurumlaştırmaya yeltenen, bu yüzden savunanları da tutsaklaştırıp doğduklarına pişman edecek bir metindir. Tek bir insana bütün erkleri teslim etmektedir. Yargılama yetkisini kullanacakları bile başkan belirleyerek bu erki bile teslim alıyor. Bireyi bütünüyle güvencesiz bırakarak uçurumun kenarına getiriyor, ama tehlike anında ona uçacak kanatlar vermiyor. Bu korkunç bir durumdur.

Sistemsizlikten amacınız ne?

Taslak geçerli sistemlerin hiçbirine uymuyor. Ne tam başkanlık ne de yarı başkanlık sistemi ortada yok. Kendinden menkul bir sistemsizlik söz konusu. Bunu hazırlayan hukukçulara şaşıyorum. İktidar partisinde aralarında tanıdığım iyi hukukçular var. Seyyar Tayyar icadı bir anayasa taslağını desteklemeleri beni şaşırtıyor, düş kırıklığına uğratıyor. Hayâlî’nin dediği gibi “O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.” Her şeyden önce parlamenter ya da başkanlık sistemlerinin belli kuralları var. Bu kurallar üç bin yıldan bu yana süzülüp gelen temel ilkelere, süzme kavramlara ve kurumlara, demokratikleşmenin ortaya koyduğu değerlere dayanır. Bu koordinatları gözetmezseniz, bir parça parlamenter, bir parça başkanlık ya da başka sistemlerden alırsanız gülünç duruma ve açmazlara düşersiniz; açmazlarda boğulursunuz. Bu taslak ülkeye esenlik ve barış getirmez. Yol yakınken dönülmeli. Sistemler çok bilinmeyenli matematik problemleridir. Örneklerin ilkelerinden yararlanmak başka, onlardan kimi maddeleri almak başkadır. Madde alarak bunların karmasını yaparsanız ne olduğu belirsiz bir sistemsizliğe ulaşırsınız. Hukukun olmazsa olmazları vardır. Böyle tutumlarla sistem yaratamazsınız. Hukukta sistem yaratmak, türlü ya da aşure yapmaya benzemez. İlkin ağzınızın tadına uygun gelir, ama daha sonra sizi zehirler. Halk onaylasa bile size yar olmaz. Sizi de halkı da perişan eder. Ekonominin nasıl piyasa yasaları varsa hukukun da temel ilke ve değerlere dayanan bir felsefesi vardır. Dolarları elden çıkarın diye halka çağrı yapıldı, halk da size güvenerek bunu yerine getirdi. Ama ekonominin yasaları kendi koridorunda yürüdü, paranızı çevirin diyenleri güç durumda bıraktı. Hukuk da böyledir. Ömrüm boyunca hukuktan anlayanlar benden görüş aldılar, hukukla uzaktan yakından ilgisi olmayanlarsa bana akıl verdiler. O nedenle hukukçu olmayanların sistem yaratmaya kalkışmalarını yadırgamıyorum. Harbiye çıkışlı birinin üsteğmen iken kendini orduları yönetecek biri sanması gibi. Enver Paşa da 35 yaşında kendisini dahi sanarak başkomutan vekili oldu, 90.000 askerimizi Sarıkamış’ın kışına kurban etti. Osmanlı döneminde çıkarılan Memurin Muhakematı Hakkında Kanunun-u Muvakkat 86 yıl yürürlükte kaldı. Bu Yasa sistemsizliğin çok çarpıcı ve sonuçları acı bir örneğidir. 1990 yılında Yargıtay 4’üncü Ceza Dairesi Başkanlığına seçildikten sonra çok üzücü örnekler yaşadım. Hiç unutmuyorum. İzin alınmadığı gerekçesiyle bozduğumuz bir hükümlülük kararı üzerine o yer savcısından bir mektup almıştım. Meslektaşım, sanık kamu görevlisinin suçunun ikrarıyla, tanıkların beyanlarıyla ve dosyadaki belgelerle kesinlikle kanıtlandığı halde izin merciinin bozma kararından sonra sanığı koruyarak izin vermediğini belirtiyordu. Anlaşılamaz bir devlet anlayışıyla, “ben memurumu yargıya teslim etmem” mantıksızlığıyla düpedüz suçlular korunuyor, sıradan suçlulara göre “ayrıcalıklı suçlular” yaratılıyordu. İlk mahkeme olarak yargıladığımız bir valinin yaptığı savunma şöyleydi: “İddianamede anlatılan işlemleri yaptım. Benden önceki bütün valiler de aynı işlemleri yaptılar. Şimdiki vali de aynısını yapıyor. Ancak bugünkü iktidar benim görüşlerimden hoşlanmadığı için karşınızdayım. Olay bundan ibarettir.”

Bütün anayasalarda olduğu gibi devlet, eşitlik ilkesi gereğince davranacak; hiç kimseye ayrıcalık tanımayacaktır (m. 10). Ancak TC Devleti, böyle davranmıyor, Anayasa’yı çiğneme pahasına bünyesinde suç işlediği ileri sürülen kamu görevlilerini öz çocuğu gibi koruyor; başkalarına üvey çocuk işlemi yapıyordu. Bir yönetim düşünün ki, kendi kamu görevlilerini kendi yargısından kaçırmanın yollarını arasın ve buna da gücü yetsin. Durum dehşet vericiydi. Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyen bu sistemsiz Yasa yüzünden yargılama kimi zaman birkaç yıl sürüyor, davaların bir kesimi zamanaşımına uğruyor; dolayısıyla “adil yargılama ilkesi” çiğneniyordu.

İşte size sistemsizliğin örnekleri. Şunu kimse unutmasın. Bolivya’nın 156, Fransa’nın 147 yıl önce kaldırdığı; Belçika’nın 186 yıl önce kaldırıp Anayasa’yla yasakladığı (m. 24, 31) çağ gerisi izin sistemine Türkiye 1999 yılında geçti.

Önümüzdeki taslak da sistemsizliğin anıtsal bir örneğidir (!?). Bu yüzden taslağı şu anda savunanlara sakın yasalaştırmayın diyorum. Bilgilendirilmeyen halkın iradesine dayanmak kimseyi kurtarmaya yetmeyecektir. Dahası bu ortamda halkı aldatmak, halkın iyi niyetini sömürmektir bu. Etik değildir.

Bir yanda oyları kullanmadan önce gösteren vekil ve bakanlar… Öte yanda oy kullanamayan HDP’li vekiller… Yöntemde bile kurala uymayan bir siyasi iktidarın yapacağı anayasaya nasıl güvenebiliriz?

Oyun gizliliği, böylesine önemli ve yaşamsal bir değişiklikte önyargısız ve etki altında kalmadan oyun kullanılmasını sağlamak demektir. Bu bir anayasal ve yasal buyruktur. Eğer yasa yapanlar, yasaları çiğnerlerse sokaktaki adamın Trafik Yasası’nı çiğnemesini kınama hakkınız olamaz. Böyle bir toplumda yönetenlerde bile hukuk bilinci yok demektir. Bir eski bakan da “Onlar Anayasa Mahkemesine gitmeye alışık” diyerek kınama yargısında bulundu. Çok utandım. Yargı arındırma mekanizmasıdır. Keşke her yasal işlem AYM’ye gitse de yapılanların hukuken tertemiz olduğu anlaşılsa. Ama bu bilinçten o denli uzak bir anlayış var ki, bu yola başvuran kınanıyor. Böyle bir ülkede hukuk bilinci oluşabilir mi? Çok yazık! Bakanlık koltuğunda oturan bir kişinin koltuğunun hakkını vermesi ve herkese örnek olması gerekir. Ama bunun tam tersi yaşandı. Gizliliğin ihlalini belirleme görevini yerine getirenlere “Hadi lan! Suç işliyorum seni ne ilgilendiriyor? Bundan sana ne? Sana mı soracağım? Savcı mısın, hâkim misin? Niçin kamerayı gözüme kadar sokuyorsun?” demek, hem onlara görevini yapmamalısın demektir, hem de sövmektir. Hukuka aykırı bir durumunuz yoksa neden bunu belirleyene karşı çıkıyor, üstelik sövüyorsunuz? Hukuk açısından yanlış, etik açıdan ise facia. Kınanası bir durum.

Bu süreçte en çok konuşması gereken insanlar yorum yapmaktan kaçınıyor. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?

Ben bilime, halkıma, öğrencilerime karşı ödevimi yerine getirdim. Eğer bu bir cesaret ise yandık demektir. Bilim insanı, adından da anlaşılacağı üzere, “gerçeklik/doğruluk sevgisiyle”, “düşünsel yantutmazlık ve nesnellik”le, “düşünsel yüreklilik”le, “düşünsel içtenlik”le, “düşünsel sabır” ve “düşünsel dürüstlük ve çıkarsızlıkla (hasbilik) görüşlerini açıklar. Dolayısıyla günün siyasal dalaşlarının dışındadır. Bilim toplum yararınadır. Susturulursa bundan ilkin yönetenler zarar görürler. Kimi kaygılarla davrananlar, elbette olacaktır. Gerçek bilim insanları onları etkisizleştirirler. TV’de bir izlenceyi izledim. Prof. Dr. sanını taşıyan biri, 15 Temmuz olayını parlamenter sistemin halk iradesini yansıtmadığının bir kanıtı olarak gösteriyordu. Halk iradesiyle gelenler, eğer bu iradeyi doğru yönde kullanmamışlar, yeterli ve yaraşır, yani eski deyişle ehil ve liyakatli olmayanları devlette görevlendirmişlerse, bu durum, halkın iradesiyle gelenlerin yetkilerini doğru kullanmadıklarını gösterir. Halk iradesiyle bir ilgisi yoktur bunun. Başkanlık sistemine geçince başkanın böyle yapmayacağı sonucuna varmak tam bir mantık çarpıtmasıdır, mugalatadır, safsatadır. Olasılıkları kanıt olarak öne sürmedir (argumentum ad judicium), olguya karşı varsayımlara başvurmadır (hypothesis contraryto fact), yanlış evirmedir (false conversion), asıl konuyu gözden kaçırmadır (ignoratio elenchi); eskilerin deyişiyle “tarifi, muarrefle tarif emek”tir. Bu türden çarpıtmalar bir bilim adamına yakışmaz.

Şu anda bir suskunluk var. Herkes şunları sormalı: Menderes döneminde neden bir Prof. Kubalı konuşabiliyordu? Demirel, Özal, Ecevit, Yılmaz, Çiller, Sezer, Gül dönemlerinde böyle bir taslak karşısında bilim insanları susarlar mıydı yoksa düşün özgürlüğünü rahatça kullanırlar mıydı? Susuyorlarsa neden susuyorlar? Yanıtı belli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Demirel, Sezer ve Gül ile karşılaştırdığınızda, Erdoğan anayasaya bağlılık açısından nasıl bir Cumhurbaşkanı? Erdoğan en baştan beri ‘terleyen’ bir cumhurbaşkanı olacağını ifade etti. Siz, hukukçu gözüyle bu ‘terlemeyi’ nasıl okuyorsunuz?

Ben kişilerle ilgili değerlendirme yapmam. Çünkü siyasetçi değilim. Bilim insanı olarak görüşlerimi dile getiririm. Bilim insan yantutmaz, nesneldir. Bu konuda söyleyeceğim belli: Hukuk herkesi bağlar. Kimse hukukun üstünde değildir. Hukukun ne dediğini de yargı söyler. 1612 İngiltere’sinde İstinaf Mahkeme Başyargıcı Coke’un Krala, “İngiltere’de hukuki uyuşmazlıkları Kralın çözme yetkisi yoktur, sadece yargı çözer, yargının kararı herkes gibi sizi de bağlar” demesinin üzerinden 405; değirmencinin Büyük Friedrich’e (II), “Berlin’de yargıçlar var” demesinin üzerinden 267 yıl geçti. Bizdeki demeçlerden nerede olduğumuz belli. Üzüntü içindeyim. Yargı yargılama erkinini kullanırken ve hukukun ne dediğini açıklarken nesnel hukukun dışında kişilerden buyruk almaz. Yargıcın bir tek efendisi vardır: Hukuk. O kadar. Bu yüzden erklerin ayrılığından, birbirine karşı bağımsızlığından söz ediyoruz. Yeni düzenleme ise bunun tersini yapıyor.

Bir süredir akademisyenlik yapıyorsunuz. Bunca hukuksuz uygulamanın içerisinde hukuku öğretmeye çalışıyorsunuz. Teori ile pratiğin uyuşmadığı bir ortamda akademisyenlik yapmak size ne hissettiriyor?

Çelişkiler, sarsıntılar, üzüntüler yaşamaktayım. Öğrenciler de öyle. Bir örnek vereyim. Öğrencilerime, özellikle de çok başarılı öğrencilerime sürekli yargıçlık ve savcılık mesleğini seçmelerini, en azından birkaç yıl denemelerini öneriyorum. Ancak sık sık şu yanıtı alıyorum: “Yaşananlara ve bu koşullara karşın yine de tavsiye ediyor musunuz?” Bu soruya yanıt, öğrenciye güvence vermek o denli güç ve sorunlu ki! Bu beni çok sarsıyor ve üzüyor. Herkes bunun nedenlerini düşünmeli.

Türkiye’de pek çok insan isyan etme noktasına geldi. İnsanların kafasındaki soruyu ben dillendireyim: Hukuk bu topraklarda ne zaman var olacak? Bu güdümlü adaletten kurtulma ihtimalimiz var mı?

Öğrencilerimden ve dolayısıyla ülkemin yarınından umutluyum.

Bir dönem Star gazetesinde yazıyordunuz. Hükümeti eleştirmeye başlayınca mı yollarınız ayrıldı?

Star gazetesindeki yazılarıma bilim insanı olarak yazacağımı belirterek, kimsenin karışmayacağı sözünü alarak başlamıştım. Yönetim sözünü tuttu. Ancak yönetim değişince yazılarımı sürdürmenin sıkıntı yarattığını hissettim ve ayrıldım. Akrostişle. Bunu yalnızca Merhum Yaşar Kemal Usta anladı.

İlgili Haberler