Medya

Ümit Kıvanç: Mukaddes idam ve hukuklu devlet

“İdam cezasının varolduğu toplum, varolmadığı topluma göre hiçbir yönden daha iyi değildir. Daha kötüdür…”

26 Şubat 2017 21:24

* Ümit Kıvanç

Bizde hukuk her zaman, biraz var biraz yoktu. Bazen var bazen yoktu. Kimileri için var kimileri için yoktu.

Şimdi devleti yönetenler, hiç kalmaması için sistemli uğraş içindeler. Hukuk iptal edildiğinde ortada modern anlamıyla devlet kalacak mı, yalnız teorik sayılmayacak tartışma konusu.

Hukuk burada var edilmeye çalışıldı. Edilemedi, ama birileri hep var olsun diye uğraştı.

Öyle görünüyor ki, artık bu başlıbaşına büyük kabahatler arasında sayılacak. Kuvvetler ayrılığını savunmak gibi. Çoğulculuk falan mazallah!

Ortamda iki unsur özellikle dikkat çekiyor. Biri idam konusu. Öbürü içişleri bakanı.

İdam ibadet mi?

İdam, bir tür ibadet, dinî icap, olmazsa olmaz, olmazsa Türk İslâmcısı muktedir sayılmaz, mukaddes bir kavram gibi gündeme getiriliyor. İdam nedir? Resmî cinayet. Telafisi mümkün olmayan ceza. En korkunç yanı da, şu veya bu şekilde, işlerin insan öldürerek halledilebileceği inancını/yanılsamasını canlı tutması. İdam kavramının ideolojik tesiri, yarattığı insanî ve manevî kirlilik, kavram etrafında yürütülecek hukukî tartışmaların hepsinden önemlidir.

İdam cezasının varolduğu toplum, varolmadığı topluma göre hiçbir yönden daha iyi değildir. Daha kötüdür.

İdam istemek, niyeyse, muktedir Türk İslâmcısı için keyif verici madde gibi oldu. Cumhurbaşkanı da bu meşum arzuyu körüklüyor.

Ne isteniyor? Sıra sıra ceset sallandırarak karşısına geçilip tatmin mi olunacak, ne olacak?

Her şeyin İslâm terazisiyle tartılmaya çalışıldığı bir dönemde, idam (öldürme) konusuna hiçbir İslâmcı’nın Allah’ın takdirine-otoritesine ortak çıkma açısından yaklaşmaması da ne kadar dikkat çekici! Tahakküm kapasitesi ve iktidara zarar verebilecek en ufak tartışmaya dahi hiç girilmiyor. Çünkü din aslında sadece ele geçirilmiş kaba zorun kılıfı ve kitleleri peşinden sürükleme aracı.

İdama bir tür kudsiyet atfedenlerin, kelimeyi telaffuz ederken neredeyse kendinden geçenlerin dürüstçe muayene edilmesi halinde itiraz götürmeyecek tıbbî sonuçlara ulaşılacağından eminim. Burada ciddî patolojik sorun var.

Muktedirlerin yüzyıllardır halkı toplayıp idam seyrettirdiği, kalabalıkların da idam edilecek olanı aşağılayarak, hele öldürülmeden işkence görüyorsa kendilerinden geçerek cinayetin ayin haline getirilmesine katıldığı vakıa. Bugünün insanı, hele dindarsa, oturup bunun üzerine düşünmeli değil mi? Vinçlerden cesetler sallandıran İran manzarasının özenilecek yanı neresidir? Vinçler mi? Akla inşaat getiriyor diye mi?

Muktedirin idam şölenleri düzenlemesinde izaha muhtaç yan yok. Neler amaçlandığı belli. Fakat kalabalıklar neden iştahla böyle şölenlere katıldılar, katılmak istiyorlar?

Oturup insan denen canlı üzerine düşünmeyi gerektiren bir vahamet aslında. Doğanın en yırtıcı, en yok edici, en cani, zevk için işkence eden, zorunlu kalmaksızın öldüren tek yaratığını eşref-i mahlûkat makamına oturtmaya çalışan dindar insan, nasıl oluyor da kudret sahibi insanın caniliğini pekiştirecek idam cezası konsun diye yanıp tutuşuyor?

Şu anın Türkiye’sinde böyle bir soru bütünüyle isabetli olmayabilir. Zira idam isteyenlerin kimliklerine dair açık bilgi yok ve bu şehvetli arzuyu paylaşanlar arasında, resmî üniformayla kurt işareti yapıp poz veren özel harekâtçıdan, günün “muhalif” kesimi arasında sayılan “güvenlik bürokratı”na pek çok idamcı bulunuyor muhtemelen.

Meselenin bir bölümü şüphesiz kendi dışında herkesi hain görmekle ilgili. Ve hain gördüğünü öldürmeye hakkı olduğuna inanmakla. Dönüp geliyoruz öldürme yetkisi ile iktidar ilişkisine. Dünyanın muktedirlerini iktidar sahibi olduklarına inandırmak da ayrı sorun… Kan dökemezlerse inanmıyorlar.

Daha fazla, daha fazla, eksiksiz, katıksız iktidar idamla mı tadılacak? Bunun için mi bu içten yakarış? 

İçişleri bakanının devlet kavramı

İkinci başlığa geçeyim: Süleyman Soylu. Nasıl İslâmcılar sözkonusu idam şehvetiyle bizzat ecel ve Azrail kavramlarını şaibeli hale getiriyorlarsa, bu zat da içişleri bakanı olduğundan beri devlet kavramına aynı şeyleri yapmakla meşgûl.

Hatırlarsınız, “intikam”dan sözetmişti bir defasında. Beşiktaş’ta PKK’nin yaptığı katliamın üzerine şöyle demişti: “Yarından tezi yok, Türkiye Cumhuriyeti Devleti güvenlik güçlerinin işi bunu yapanlardan intikam almaktır.”

Bundan daha acayip bir lafı herhangi bir devletin herhangi bir bakanı edememiş olabilir. Devlet devletse hukuku vardır, bakan da sadece bu hukuka göre iş görmekle değil, başkalarının da öyle yapmasını sağlamakla yükümlü bir görevlidir. Muğlak bir “biz”den de sözetmiyor bakan burada; açık açık, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti güvenlik güçleri” diyor.

 

Görevi yasayla tanımlı, yasayı korusun diye eline silah verilmiş güvenlik güçleri neden intikam alsın? İntikam almak devletin işi değil. Devlet yakalar, yargılar, cezasını verir. “İntikam! İntikam!” diye bağıranlara da, “Ben devletim, intikam alamam, öyle bir yolu açamam,” falan der. Çünkü maksat toplumu gelecek belalardan korumak, huzur içinde yaşatmaktır. Ülke, “teröristler” ile “terörle mücadeleciler”in müsabaka alanı değildir; üstünde halk yaşar.

Fakat Süleyman Soylu böyle demişti işte. Başka şeyler de dedi. ‘Derneklerin kapısına vurduk kilidi, sıkıyorsa açsınlar’ mealinde birşeyler söyledi. Niye ‘sıksın’? Ne yarışı bu? Yasalsa açılır, değilse yargıya gider. Devlet -aslında- böyle bir şey. Yasası iyi olur, kötü olur, baskıcı olur, özgürlükçü olur, orası ayrı fasıl. Ama yasa olur. Anlaşılan içişleri bakanı böyle düşünmüyor. Sorsak, KHK diyecektir; e, o da zaten bizzat yasasızlık.

Son olarak, Nusaybin’in köyü Xerabê Bava/Koruköy’de olanlarla ilgili konuştu Soylu. CHP bünyesinde, kuşatma altındaki, akıbetleri belirsiz Kürt köylüleriyle ilgilenen üç-beş kişiden biri olan milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Abdi Aykut adlı yurttaşın kafa göz dağıtılmış haldeki fotoğrafını paylaştı ve içişleri bakanına “ne oluyor?” diye sordu. Süleyman Soylu buna çok kızdı. Ve şöyle cevap verdi:

“Terörle mücadele sürerken bir muhalefet milletvekili çıkıp, ‘Mardin’de Koruköy’de ne oluyor? Orada bir köyü neden çevirdiniz?’ diye soru soruyor. ‘Orada işkence yapıyorsunuz’ diye bir anlayışı ortaya koyuyor. Bir yaşlıdan bahsediyor. ‘Ona işkence ediyorsunuz’ diyor. Hukuk devletinin dışında hiçbir şey yapılmıyor. O yaşlının bulunduğu evi biz beş aydır takip ediyoruz. O ev İstanbul’da, Mersin’de, İzmir’de milletin canını acıtan patlamalara ev sahipliği yapan planın evidir. O yaşlı dediğiniz adam ise teröre ev sahipliği yapıyor.”

 

Soylu’nun cevabı, bizzat kendi sözleri arasında geçen “hukuk devleti” kavramı açısından hayli ilginç bir yaklaşımın ürünü olduğu gibi, kendisinin bakanlığındaki “terörle mücadele” yaklaşımı konusunda da aydınlatıcı.

Bir: Terörle mücadele sürerken, bu mücadele sırasında güvenlik güçlerinin neyi niye yaptığı sorulamaz. Neden sorulamasın? Eğer hukuk devleti sahiden varsa sorulur. Sorumlular da cevap vermekle yükümlüdür. 1990’larda bu sorulamadı; ne oldu? İyi mi oldu? İyiden geçtim, “terörle mücadele” başarılı mı oldu? Başarılı olduysa şu anda hâlâ neyle uğraşılıyor?

İki: O evi beş aydır takip ediyoruz, ama yine de evsahibini döverek bilgi elde etmeye çalışıyoruz. Eğer böyle değilse şöyle: Beş aydır izliyoruz, evsahibini suçlu bulduk, cezalandırdık. İkinci ihtimalde, belki yaşadığımız coğrafya itibarıyla devletin varlığından sözedilebilir, lâkin hukuk herhalde yok maalesef. Sanırım içişleri bakanı zaten böyle demedi. O halde ilk ihtimal geçerli. Yani döndük bizim gençlik yıllarımıza. Beş aydır izleniyorsa, kazılan tünel, yığılan bomba, gelip saklanan militan, her şeyden haberi yok mu devletin? Yoksa bu nasıl izleme? “Her şeyi biliyoruz” havası güzel de, o zaman adamı ne için dövdünüz?

Üç: İstanbul, Mersin ve İzmir’deki bazı eylemlerin planı o evde yapılmış. Doğru mu? Üçü birden? İçişleri bakanı bu konuda ele geçirdikleri delilleri, kanıtları mahkemeye sunacaktır herhalde bir aşamada. “Hukuk devletinin dışında bir şey yapılmıyor” olduğuna göre. Sunmazsa?

Dört: O adam teröristlere yardım ediyor. Yani: işkenceyi hak ediyor. Veya belki: yüzünün gözünün o hale getirilmesi işkence değil, hukuk devleti kapsamında. Hepimiz biliyoruz ve bakana sorsak muhtemelen inkâr etmez ki, kastedilen ilki: yani teröre yardım edince işkenceyi hak etmiş oluyor. Fakat işte böyle olunca hukuk varolamıyor, o olmayınca da hukuk devletinin içi kalmıyor, her şey dışında oluyor.

Önümüzdeki referandumda sanırım devleti bu tarz sevimsiz yükümlülüklerden kurtarmak ve kalabalıklara idam keyfi yaşatmak amaçlanıyor. Süleyman Soylu’ya kimse “adamı niye hırpaladınız?” sorusunu soramayacak, kalabalıklar idam şehvetiyle zevkten titreyecek.

Keşke ülkeyi yönetenler arasında çocuklarımızı, torunlarımızı, memleketin geleceğini düşünenler bulunsaydı.


*Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.