Magazin

Uğur Yücel: Her alanda vasatlık hâkim, hayat zarafetini yitirdi

"Yeni yılda çıkarım sahneye, ‘Zorba' oynayacağım" diye konuştu"

29 Temmuz 2018 11:20

Oyuncu Uğur Yücel, Kuzguncuk'ta büyüdüğünü belirterek, "Beni oyunculuğa iten yerdi" dedi. Yücel, eskiye bir özlemin olduğunu vurgu yaparak,  "Her alanda vasatlık hâkim. O yüzden eskiden söz ederken, ‘Hayat, zarafetini yitirdi’ sözünü tekrarlıyorum. Kaba ve vahşi bir hayatın içinde yuvarlanıyoruz sonsuza doğru.
Anlaşılmaz  bir nefretle..." ifadesini kullandı.

Yücel sahneye yeni yılda çıkacağını söyleyerek, "İki ayrı oyun tasarımı var. Daha doğrusu çalışılıyor. Yeni yılda çıkarım sahneye. ‘Zorba’ oynayacağım" diye konuştu. 

Hürriyet'ten Güliz Arslan'a konuşan Yücel'in söyleşisi şöyle: 

Son günlerde herkes aynı şeyi soruyordur, ben de yeni dizinizle ilgili sorulara geçmeden önce değinmeden edemeyeceğim; karşımda çok başka bir Uğur Yücel var. Kaç kilo verdiniz?

- Hayatımda kilo konusu kadar yorucu bir diyalog yok gibi. “Merhaba” diyen hemen cep telefonuna sarılıp fotoğraf çektirmek istiyor ve ilk lafı, “Çok zayıflamışsın” oluyor. Halbuki son üç yıldır 2002’deki kilomdayım. Üstelik seyircinin çoğu beni şu andaki kilomla biliyor. Hatta daha da zayıftım. Ama karşılaştığım herkes, “Çok kilo vermişsin” diyor. Bıktım. “Keşke zayıflamasaydım” diyorum bazen. Adımı ‘Kilo Yücel’ olarak değiştireceğim: “N’aber Kilo Abi?

 2014’te Ayşe Arman’a “Bön bön duvara bakıp nasıl kilo veririm diye düşünüyorum” demişsiniz. Sizi harekete geçiren ne oldu?

- Sağlık nedeniyle kilo verdim. Tehlike sinyali olan bütün sendromlar yakama yapışmıştı.

 Nasıl verdiniz peki? Güzel yemekler yapmayı, yemeyi, içkinin tadına varmayı seven bir keyif insanıydınız. Sizi her yediğinin kalorisini hesaplayan, spor salonundan çıkmayan biri olarak hayal etmek zor...

- Şimdi sadece tadıyorum. O kadar. İştahım aynı. Yine yemek yapıyorum. Ben tadıyorum, arkadaşlarıma yediriyorum. Kilo da almıyorlar alçaklar!

 Yeni dizinizin çekimleri Adana ve Antakya’da yapılıyormuş. Bir yandan sıcak, bir yandan nefis yemekler... Nasıl geçiyor günleriniz?

- İlk dört bölümü serin zamanlarda çektik. Adana’nın kebabı, eti, Antakya’nın mezeleri, ev yemekleri muhteşem tabii. Adana’da Eski Mesut Kebabçısı, 40 yıldır gittiğim bir yer. Ev sıcaklığı derler ya... “Uğur Abimin keaabını vir!” Bu çok önemli. Uzaktan izliyorlar aklı başına geldi mi diye? Kebabı dürmeden akıl başa gelmez oralarda. Sakallı Emmi de güzel. Yağlı karası çok iyi. Antakya’da en çok Hammuş’a gidiyorum. Arap Alevi köyü... Hammuş’un eşi Hatice ve ekibi olağanüstü mezeler yapıyor. Şehirdeki Pöc Kasabı da iyi. Emniyet’in orada da bir mahalle lokantası buldum tesadüfen. Adı bile yok dükkânın. Şahane, tonton bir sahibi var. Borani enfesti. Bir de çok güzel çorbalar var birkaç dükkânda. Ama şişperek çorbasını ancak evlerde bulursunuz. Hele bir baklalı ve humuslu kahvaltıları var ki enfes. Vakıflı Köyü de çok huzur verici. Tabii şaşırtıcı olan balıklar...
 Aa...

- Tabii. Bir Boğaz çocuğuna Kız Kulesi’ni geçmiş lüfer yediremezsin. Şimdi o da yok ya... Çukurova deyince akla kuraklık geliyor, deniz bağlantısı kurulamıyor. Oysa Adana’da, Antakya’da ciddi deniz kenarı lokantaları var. Diri balıklar bulduk. Sürpriz yerlerde. Çok özlüyorum oraları. Ağustos başı çekimlere başlayacağız yeniden. Yandık ki ne yandık. Hele kapalı mekânlarda ışık karşısında oynamak... 20 derece de oradan koy. Artı 70 derece! Dizinin adı ‘Cehennemi Gördüm’ olarak değişecek!

 İlk bölümde hem yönetmen hem başrol oyuncususunuz. Oyunculuğu pek sevmediğinizi ama bir yönetmen olarak oyuncuya yaklaşma, ondan ‘oyun alma’ konusunda kendinizi iyi bulduğunuzu biliyorum. Yönetmen Uğur Yücel’le oyuncu Uğur Yücel’in arası nasıl?

- Kendimi izlediğimde beğenmiyorum. Hatta monitörden oyunuma bakarken bağırdığım oluyor. Tercihim; yazmak ve yönetmek. Oyuncu ilişkileri konusunda şunu söyleyebilirim: Oyunculuktan gelip yönetmenlik yapan ilk insan mıyım neyim memlekette? Kendi yerime koyuyorum oyuncuları. Galiba şefkatle yaklaşıyorum onlara. Çok yalnızdır oyuncu sette. Kedi gibidir; vahşidir, bencildir, korkaktır, sinsidir. Ama başını okşayınca sokuluverir. Bir daha da gitmez. Ama ben kendimi okşayamıyorum çoğunlukla. Hep şüphedeyim.

 Hatta ‘performans anksiyeteniz’ varmış. Nasıl başlamıştı bu?

- Evet, kamera karşısında hiçbir lafımı söyleyemeyeceğim endişesiyle başladı. Sıklıkla kâbuslar görürdüm; tam sahneye çıkacakken hiç ezberim yokmuş... Seyirci dolu, sahne bomboş ve biri benim çıkacağımı bildiriyor. “Ben buraya oyun seyretmeye geldim” diyorum. Kimse dinlemiyor. Matrak aslında, yani oradan bakmaya çalışıyorum

Yendiniz mi bunu?

- Hiçbir şeyi yenemedim. Vertigo ve panik atakla da yeni tanıştım. Kaymaklı kadayıf...

Hayat, hikâyesini güzel anlatanlara verir sürprizleri
 Yeni dizi ‘Nefes Nefese’nin hikâyesini siz nasıl anlatırsınız?

- Hayat, hikâyesini güzel anlatacak olanlara verirmiş sürprizleri... Büyük tesadüfleri... Başıma gelenleri güzel anlatıyorum ama senaryoları pek anlatmıyorum. Çok kısaca şöyle: Berlin’de yaşayan ‘Ayaz Kıran’ ve kızı ‘Rüya’ birbirlerini çok sevmekteler. Bir gün kız, doğumu sırasında öldüğünü zannettiği annesinin Suriye’de olduğunu öğreniyor. İnternetten Suriye-Türkiye arası yasadışı işler yapan ‘Boran’la tanışıyor. Annesini bulma umuduyla düşüyor yollara. Antakya’dan geçiş yapacakken yıllardır evinden çok trajik bir nedenle ayrı düşmüş ‘Yusuf’un ailesinin, Alacanların içine giriyor. Sonra bütün karanlıkların içinden ‘Atmaca’ lakaplı babası çıkacak. Bir yandan kayıp anne... Rüya’yı evlilik vaadiyle bekleyen Boran... Yusuf’un ve Alacanlar ailesinin Ayaz Kıran’ın yarattığı anaforun içine düşmesi... Daha anlatmayayım ya! Güzel çatışmalar... Öte yanda masalarından yemek, mutluluk, eğlence fışkıran koca bir aile... Ve bütün güzelliklerin üzerinde kara bir bulut...

Bu fotoğraf benim için çok anlamlı. Oğlumla oturduğumuz İsmet Baba’daki bu masa, babamla ilk rakımı içtiğim masa... Oğlumdan daha ufaktım, 17 yaşındaydım babamla oturduğumuzda. O gün babam, “Bakıyorum da bazen çok, bazen az yudumluyorsun. Rakı, sohbet içkisidir. Sarhoş olmak için içilmez. Yudumların hep aynı ölçüde olsun; iri üzüm tanesi kadar... Öyle içersen sarhoş kalkmazsın” demiş ve karşımda bir lüferin kafasıyla iki duble içmişti.

 Oğlunuzla (Can Yücel) çok yakın bir ilişkiniz var bildiğim kadarıyla...

- ‘Baba-oğul’dan çok, iki yakın dostuz. ‘Arkadaş gibiyiz’ geyiği yapmayayım. Sık görüşüyoruz, çok şey paylaşıyoruz. 

Hiç mi baba-oğul çatışmasını yaşamadınız? Nedir bunun sırrı?

- Birlikte çalışırken tartıştığımız oldu. Ama mesleki konular hakkındaydı bu tartışmalar. Yoksa baba-oğul meselesi hiç olmadı. Sırrı nedir? Bilmem! Sadece konuşmaya başladığından beri onun fikrini sordum. Ben konuşunca o da beni dinledi. Duygularımız birbirine yakın. Birbirimizi iyi tanıdık o daha büyümeden.

Oğlunuz ünlü çocukların yaşadığı bocalamayı da pek yaşamadı sanıyorum. Üstelik sizinle aynı sektörde çalışmayı tercih etmesine rağmen. Onu korumak için özel bir şeyler yaptınız mı?

- Can’ın, benim ve Derya’nın (Alabora) çocuğu olduğunu, adam 32 yaşına geldiğinde öğrendi çoğunluk. O da, ben oynayıp o yönetecekken zorunlu olarak bir röportaj verdik, ondan... Annesi de ben de mütevazı insanlarız. Şımarıklıktan hiç hazzetmeyiz. Can da tabiatı itibariyle tanınmaktan hoşlanmaz. Şöhretle alakamız yoktur. Sadece işimizi yaparız.

 Kendi babanızla da güçlü bir ilişkiniz vardı değil mi? Astsubay Sabri Bey, bugün için bile radikal denebilecek bir tutum sergilemiş ve çocuğunun oyuncu olma tercihine canı gönülden destek vermiş bir baba...

- Garibim ya! Konservatuvar sınavında bir tek veli vardı; babam. Ya gitsene sen, utanıyorum, eşek kadar adam babasıyla gelmiş! Gitmedi. Sınavın sonunda adım okundu ve “Kabul” dendiğinde elimi sıkan oydu. Ve ne yazık ki ‘Muhsin Bey’i bile seyredemeden göçtü gitti aniden. Yıldız Kenter hayranıydı. Hoca bana birinci sınıftayken tiyatrosunda rol verdi. Babama söyledim. Arkasını dönüp ağladı. Her sofrada yaşıyor benimle.

Hava yükseldi, deniz kabardı, can yeleğimi takıp kendimi tekneye bağladım

Tekne, hayatınızda hâlâ önemli bir yerde mi?

- Oteller ve tekne arasında bir hayat... Sürekli valizlerle dolanıyorum. Planlamamakla beraber, tek başıma dünya turu yapmayı hayal ediyorum. 
Bu arada bahsi geçen tekne, arkadaşımın. Denizcilerin en büyük geyiği budur: ‘En iyi tekne arkadaşımın teknesi.’

Öykü kitabınız ‘Yağmur Kesiği’ çok ilgi görmüştü. Yeni bir kitap var mı ufukta?

- Yok. Senaryolar var. O öykülerin çoğunu çocuk denecek yaşta yazmıştım. Sonra edebiyatla ilgili arkadaşlarım, “Kitap yap bunları” dedi. Öyle oldu. Hevesim yok kitap yazmaya. Ama deniz üzerine bazı gezi notlarım var. Bunlar yer tanımlamaktan çok içeriye doğru yazılar.

Çok büyük maceralar yaşadınız mı deniz üstünde?

- Bir eylül sonu, tek başıma, zifiri karanlıkta Marmara Adası, Prastos Köyü’nden demir alıp İstanbul’a gidişim... Hava yükseldi, deniz kabardı. “Nereden icat ettin bu seferi, münasebetsiz bir insansın” dedim kendime. Gece ikide, can yeleğimi takıp kendimi tekneye bağladım. Bu, can yeleğine bağlı tellerde hareket edebileceğiniz bir çengel bağlantısı... Koca bir karanlığın içinde tek başınasın... 

Neler geçiyor o esnada içinizden?

- O gece kaybolup gitmeyi hissetmiştim. Denizin dibinde mumlar yanıyordu. Koca dalgalar yüzüme gelirken annemi düşündüm. Hayatımda tanıdığım en lokum insanlardan biri. Kendi kendine konuşurdu: ‘Ona anası anlatıyor, o öğretiyor” diyordu; “Geçmiş karşıma ‘tintintinimini hanım’ı söylüyor bir de yüzsüz!” “Anne, kime söylüyorsun bunu? O şarkı söyleyen kim sana?” Cevap yok. “Uttanmazlar” derdi bir de, iki ‘t’ ile... Çok başka biri oluyordu o Adile Naşit’e benzeyen kadın. Karanlık bana bunları hatırlattı. Sonra dalgalar büyüdü. Kocaman, dişi bir aygırın üzerinde dörtnala gidiyorum sanki. Şehvet veriyor. Tekneyi pat pat okşuyorum. Beni duyuyor, daha hızla dalıyor köpüklere. 

Sonra sabahın ilk ışıkları geldi ama rüya devam ediyor sanki. Annem etrafımda dolanıyor mutfakta yemek pişerken. Zeytinyağlı pırasa kokuyor yüzü. “Senin böyle kötü kötü konuşmalarını istemiyorum” diyorum, birden gülüyor. Sarılıyor. Üzüldüğümü görüyor. Çok yalnız olduğumuzu hissediyorum. Ağlıyorum. “Hayat böyle olacak” diyorum... Güneş yükseldi; “N’aber gene yendim seni” dedim. Geceyi geride bırakınca tekrar kabadayılaştım tabiata karşı.

Geçen hafta Kuzguncuk’un bir bölümü kentsel dönüşüm alanı ilan edildi...

- Korumaya alınacağına bozulmaya alınıyor demek ki. Çok yazık.

Sadece o da değil, esnafın iddiasına göre şu an kaldırım taşları hatalı döşeniyor, yoğun yağışta sel tehlikesi var...

- Tren kazasına tabiat olayı dendi! Bir Çin bedduası var. Çok incelikli: “İlginç zamanlarda yaşayasın.”

Sizin Kuzguncuk’unuz nasıl bir yerdi?

- Neresinden başlasam ki... Çocukken her yer öyle zannediyordum, köyden çıkınca oranın yegâne olduğunu anladım. Mesela Adalılar, “İstanbul’a iniyorum” der, işlerini bir an önce bitirip adalarına dönmek isterler. İç dünyaları bozulur çünkü burada. Bizim de aynıydı, hiç çıkmak istemezdik köyden. Benim bir özelliğim; çok seyrederdim. Hem filmleri hem hayatı... Gördüklerimin dışında bir de hayal ettiklerim vardı. ‘Amarcord’u izleyince yönetmenlik yapmaya karar verdim. Kuzguncuk, Fellini’nin Rimini’si gibiydi.

Gidiyor musunuz ‘köye’ bugünlerde?

- Gidiyorum. Sıkça. Kederleniyorum. Neredeyse kimseleri tanımıyorum artık. Eski arkadaşlarım tek tük... Onları da görünce çok duygulanıyorum. Her sokakta bir anınız varsa -ki o sokakların da çoğu bozuldu- neşe vermiyor deli gibi koşuşturup hayaller kurduğumuz köşe bucaklar. Artık park yeri yok sokaklarda. Biz çocukken günde beş araba geçerdi köyün ortasından. 

Kuzguncuk’ta farklı kültürlerden insanların arasında büyümek size; karakterinize, oyunculuğunuza neler kattı?

- Bir kere sinemacı olmak, sahneye çıkmak oradan geldi. İlk oyunculuk hevesi, Kültür Derneği’nden çıktı. Kitapla, akılla, bilgiyle, satrançla orada tanıştım. Sinema, pelikül kameranın motor sesi... Bülent Abi ve eşi, pazar günleri evlerinde çocuklara Charlie Chaplin, Buster Keaton ve benzeri sessiz filmleri oynatırdı. Sandalyeler dizdiğimi hatırlıyorum o evde. İki sinema vardı: Nur, ecnebi; Altıner, Türk filmi oynatırdı. Sadece bir yabancı film oynatmıştı galiba Altıner: ‘West Side Story’ (‘Batı Yakası Hikâyesi’). Dünyada öyle patlamış ki Altıner iki gece çıkmıştı filmi. Babam “Bu filmi seyret” dedi. İki gece üst üste izledik birlikte. Evlerden müzik sesleri gelirdi; piyano, keman, klarnet... Dört ayrı dil konuşulurdu sokaklarda, dört ayrı bayram... Bir Fellini filminin içinden geçti çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, daha ne diyeyim? Şimdiki dönem, kötü televizyon dizileri gibi!

Teselli bulmak da giderek zorlaşıyor sanki...

- Ben gezegene yanıyorum en çok. Yıllar önce Bill Clinton’ın bir makalesini okumuştum Radikal’de. Kendisine derin saygı duymam ama bu Amerikalılar geleceğe dönük bir şey söyleyince ilgimi çekiyor. Neyse, adam diyordu ki, “Gelecek 10 yıl içinde dünyada ‘mediokrasi’ egemen olacak”. Yani ortalama. Yani vasatlık. Tüm dünyada bu önermenin gerçekleştiğini görüyoruz. Her alanda vasatlık hâkim. O yüzden eskiden söz ederken, ‘Hayat, zarafetini yitirdi’ sözünü tekrarlıyorum. Kaba ve vahşi bir hayatın içinde yuvarlanıyoruz sonsuza doğru.
Anlaşılmaz  bir nefretle...

Böyle düşünürken ‘devam etme gücü’nü nasıl buluyorsunuz?

- Neye devam etmek? Hayat bitiyorken sadece ayakta kalmak ve elden ayaktan düşmemek, kimseye muhtaç olmamak kaygısı devam etmek değil. Sona ermek. Çetin Altan’la birkaç kez yan yana gelmiştik gençliğimizde. O zamanlar da umutsuzduk. Bize yüksek sesle o meşhur lafını söylerdi: “Enseyi karartmayın evladım, insanlık iyiye doğru gider.” Gitmiyor hoca! Gitmiyor! İnsanlık el ele tutuşarak gezegeni yok ediyor. Büyük ve anlaşılmaz bir nefretle... Hawking (Stephen), “Dünya dışında yaşam alanları bulun” demişti ölmeden. Öğrendim ki bu tüketimle bize Amerika kıtasının 2.5 katı büyüklüğünde ekstra bir gezegen gerekiyormuş. O da şimdilik...

Sahneyi özlemiyor musunuz? Bir sürpriz yapmaz mısınız?

- İki ayrı oyun tasarımı var. Daha doğrusu çalışılıyor. Yeni yılda çıkarım sahneye. ‘Zorba’ oynayacağım.

En değerlisi; bir sabah yepyeni ve güzel dünyaya uyanmayı özlemek...

 60’tan sonra neler değişti hayatınızda? Yaşamın sırrını çözdünüz mü?

- Bach, kendi sırrını ‘tamamlayıcı’ olarak çözümlemiş. O uyurken oğlu bir eserini çalıyor ve birden duruyor. Bach uyanıp eseri tamamlayıp uyuyor. Keşke cenaze marşında orkestra aniden dursaydı. Yeniden dirilirdi. Ama Leonardo da Vinci mesela, hiç memnun kalmadan ölmüş. “Hiçbir şey yapamadan” olmuş ölmeden önceki son sözü. Benim gibi çaresizler nasıl biliriz sırrını...

Mecburiyetlerden, kendini kanıtlama gerekliliklerinden kurtulunca ne oluyor insana? Hafifliyor mu? Canı sıkılmaya mı başlıyor?

- Düşünüyor, okuyor, izliyor, dinliyorsanız öyle defteri kapayıp sallayamıyorsunuz. İnsanı alıp götüren bir melodi bile daha yapılacak çok şey olduğunu söylüyor. Bir diğer insanın zihinsel, ruhsal çabası tükenmedikçe insan hafiflemez. 

Korkularınız azaldı mı?

- Çoğaldı. Hayat tükenirken umursamaz değil, umarsız oluyorsun. Çaresiz. Gençken cesur, yaşlıyken korkaksın. Ne kaçacak ne kovalayacak takatin kalıyor. Daha oralara gelmedim ama öyle işte... Babam sol yayınlar okuyorum diye idam edileceğimden korkuyordu ama ben Deniz’in (Gezmiş) yerine asılmaya razıydım. Şimdi evlat uçaktan inince, “İndik Hocaaa!’” diye mesaj atıyor. Bir ferahlık...

Mutlu musunuz?

- Kendimle iyiyim. Ama hakikaten dünyanın bugünkü halinden mutsuzum. İnsanları anlamakta zorluk yaşıyorum. Neyse! Başkalarına mutluluk vermeli ama. Onu becerebiliyorsanız, mutlusunuzdur.

Neleri özlüyorsunuz?

- Çekimler için tekrar Adana’ya gittiğimde neleri özleyeceğimi söyleyeyim: Teknede uyanıp gözümü tam açmadan suya dalmayı özleyeceğim. Hafif rüzgârda, serin vücutlarla full arma yelken açıp süzülürken klasik müzikle güneşin doğuşunu karşılamak... Sabahın ilk kahvesinin kokusunun menemeninkiyle karışması... Midilli’nin terk edilmiş bir tepe köyünde, tavernada enfes müzikten sonra gece, kilise avlusuna uyku tulumlarıyla serilmek... Gera Körfezi’nde Panayot’un tavernasının karşısında demirdeyken uyanıp öğlen için kıyıdan midye, kidonya çıkarmak... Saymakla bitmez ama en değerlisi; bir sabah yepyeni ve güzel dünyaya uyanmayı özlemek... Gerisi avuntu.

Kült filmlerin efsanevi oyuncusu

Galiba oynamaktan en zevk aldığım işlerin başındadır. Bu sahne hakikaten sinir bozucuydu. Ben oynarken gülüyordum. Filmin bu kadar kült hale geleceğini hiç düşünmemiştik. Sinemaya çıktığında seansta iki kişi vardı seyirci olarak. Biri bendim. Köhne sinemalarda yerden jiletle kazınmıştı film. Bak düşününce kederlendim...

Ertem Abi (Eğilmez) artık filmi çekemez haldeydi. 45 kilo bir beyin olarak kalmıştı. Zor nefes alıyordu, her şeyden kuşku duyuyordu. Birkaç yönetmen bir araya gelip bitirdi filmi. Tam bu fotoğraftaki mizansende, “Ertem Abi çağırıyor” dediler. Gittim, “Kimseyi dinleme. Nasıl konuştuysak öyle oyna. Seni bozarlar. Müsaade etme. Filmimi sabote ediyorlar” dedi. Bir programında, “‘Arabesk’ gelmiş geçmiş en iyi hasılatı yapacak. Borçlarımı ödeyip öleceğim” dedi. Öyle de oldu. Bir dehâydı Ertem Abi.

O gün her şey yolundaydı. Güzel sahne çekmiştik. Bu resmin biraz öncesinde olan biten sahne hâlâ konuşuluyor. Galiba bana bugünlerde sertliği, şiddeti yakıştıranların bilinçaltında bu sahnenin etkisi vardır. Cumali’nin ilk cinayeti...