Gündem

'Türkiye, Suriyelilere BM yardımını hiçbir zaman kabul etmedi'

Suriyeli göçmen sayısı bir milyona yaklaşırken BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden emekli Metin Çorabatır, Türkiye uluslararası yardım almamakta ısrar ettiğini belirtti

05 Kasım 2013 11:04

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden emekli Metin Çorabatır, Türkiye'de bir milyonu aşan Suriyeli göçmenler için Türkiye'nin BM'den yardım almamakta ısrar ettiğini ve bunun Cumhuriyet'in kuruluşundan beri devlet refleksi olarak yorumladı. Çorabatır, "BM 'Türkiye’ye yardım' dediği zaman onlar 'Veririz ama bunun kontrolü nerde, bir sürü iddia var' diyorlar. Bu yüzden belki son zamanlarda daha çok izin verilmeye başlandı ama kamplar hâlâ kapalı kutu. Devlet 'Biz her şeyi çok iyi yapıyoruz' diyor. Gurur meselesi oluyor. Eleştiriler kabul edilmiyor" ifadesini kullandı.

Suriye mülteci krizi başladığında bütün BM örgütleri ve AB'nin Türkiye’nin bu konudaki politikasını alkışladığını ve  her tür yardıma hazır olduklarını resmen bildirdiğini söyleyen BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden emekli Metin Çorabatır,  "Türkiye'nin cevabı 'Teşekkür ederiz, bunu not ettik ama biz bu krizin altından kalkacak güçteyiz' oldu. Uluslararası toplumun yardımını istemediler" dedi.

Resmi açıklamalara göre, Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı, 200 bini kamplarda olmak üzere 600 bini aştı. Kayıtlara geçmeyenlerle birlikte bu sayının 1 milyona ulaştığı tahmin edilirken, örneğin Kilis’te yerli halk kadar Suriyeli göçmen yaşıyor. Türkiye’ye neden bu kadar az uluslararası destek geliyor? Türkiye mi istemiyor? Neden istemiyor? Tüm bunları 18 yıl boyunca çalıştığı Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Türkiye ofisinden geçtiğimiz aylarda emekli olan Metin Çorabatır cevapladı. 

Tuğba Tekerek'in sorularını yanıtlayan BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nden emekli Metin Çorabatır'ın Taraf'ta yer alan söyleşisi şöyle:

Türkiye Suriyeli göçmenler gelmeye başladığında kapılarını açtı ama sayı artınca “100 bin kırmızı çizgimiz” dedi. Bu kırmızı çizgi ne anlam ifade ediyordu?

Evet, mültecilerin gelmeye başladığı ilkgün, 29 Nisan 2011’in akşamında sayın Davutoğlu bir açıklama yaptı: “Kapılarımızı açık tutacağız, bu insanlar kardeşimiz, kimseyi zorla geri göndermeyeceğiz ve bütün ihtiyaçlarını karşılayacağız.” Bunlar doğru ilkelerdi, uluslararası hukuka uygundu. Zaten aksini yapsa çok eleştirilirdi. Kırmızı çizgi ise diplomatik pazarlıkla ilgiliydi.

Nedir o pazarlık?

2012 ağustosunda Davutoğlu “Sayı 100 bini aşarsa sınırın öbür tarafında tampon bölge kuracağız” dedi. Ama iki hafta sonra yapılan bir toplantıda BM Güvenlik Konseyi’nin lider ülkeleri ve BM Mülteciler Yüksek Komiseri Guterres tarafından denen şuydu “Güvenli bölge şu aşamada mümkün değil. Siz kapınızı açık tutmaya devam edin. Biz de Türkiye’ye ve diğer komşu ülkelere yardım yapacağız”

Yapıldı mı o yardım?

Bu yardım o kadar hızlı çalışmıyor. Bir de şu var. Kriz başladığında bütün BM örgütleri ve AB Türkiye’nin politikasını alkışladı, her tür yardıma hazır olduklarını resmen bildirdi. Cevap “Teşekkür ederiz, bunu not ettik ama biz bu krizin altından kalkacak güçteyiz” oldu. Uluslararası toplumun yardımını istemediler.

Maddi yardımdan mı bahsediyoruz burada?

Hem o hem de.... BMMYK’nın bir mülteci örgütü olarak yardımın ötesinde görevleri var. Hükümetlerin mülteciler konusunda görevini ifa etmesinde yardımcı olma yükümlülüğü var. Van depremi gibi bir doğal afette hükümet bu işi tamamen kendisisi çözmeye çalışabilir. Ama mülteci krizinde mültecilerin hukuki olarak korunması, geri gönderilmeme ilkesinin gözetilmesi, mülteci nüfusunun sivil niteliğinin bozulmaması, silahlı unsurların ayrı yerlerde tutulması, kampların konumu, güvenliği gibi konularda BM’nin izleyici, düzletici ve gerekirse eleştiricisi rolü olması lazım. Onun için de kampta olması lazım. Yıllardır dünyanın değişiklik yerlerinde biriktirdiği tecrübesini aktarması lazım. Buna izin verilmedi.

Türkiye kende başına yükümlülüklerini yerine getirebildi mi?

Büyük ölçüde yerine getirdiği söyleniyor. Ama uygulamada pek çok hata var. Öncelikle sınırın öbür tarafında sürekli 50- 60 bin kişi bekletiliyor. Bu insanlar kendi imkânlarıyla kurudukları çadırlarda kalıyor. Girişlerin çok kontrollü olmasıyla ilgili olarak “Yeni kamp yeri hazırladıktan sonra alacağız” deniyor. Ama bu insanların hayatları tehlike altında. Sanırım 2103’ün başlarında bir sınır kapısında protesto gösterisi oldu. Bir güvenlik görevlisi şehit oldu. Çünkü o olaydan birkaç gün önce rejim uçakları bombalamıştı orayı. İnsanlar zorladılar girmek için.

Kim yönetiyor kampları?

AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) devlet adına bu işleri koordine etti. Türk Kızılayı etkin. Onun dünyanın değişik yerlerinde doğal afetlerde çadır kurma, yemek verme tecrübesi var. Oysa mülteci olayı çok farklı. Kamp müdürü mesela bir okul müdürü ya da bir imam olabiliyor. Çok büyük fedakarlıklarla çalışıyorlar ama mülteci kimdir bilmiyor. Mülteci hukukunun gözetilmesi gereken ilkelerini bilmiyorlar.

Başka ne tür hatalar var uygulamada?

Mesela Kilis kampı, başını uzattığın zaman karşı taraftaki insanın yüzünü görebileceğin kadar sınıra yakın. Halbuki kamp yerlerinin -duruma göre değişebilir ama en az 7 km sınırdan içeride olması lazım. Bir de ispat edilemiyor ama kamplardaki bazı insanların öbür tarafa geçtiğini çatışıp geldiklerini söyleniyor. Oysa çatışan unsurları kampa geldiği zaman muhakkak sivil nüfustan ayırmak lazım. Çünkü böyle gelip gitmeler olursa bütün o nüfus hedef haline gelebilir. Bu bir savaş durumu ve sivillerin korunması çok önemli.

Türkiye’deki Suriyelilere yardım için dünya ne kadar istekli?

Uuslararası sivil toplumun gerektiği kadar bu krize sokulmaması bağış almakta da zorluk yaratıyor. BM’nin yaptığı yardımların parasını başta AB ve Amerika olmak üzere dünya ülkeleri paylaşıyor. BM “Türkiye’ye yardım” dediği zaman onlar “Veririz ama bunun kontrolü nerde, bir sürü iddia var” diyorlar. Bu yüzden belki son zamanlarda daha çok izin verilmeye başlandı ama kamplar hâlâ kapalı kutu. Devlet “Biz her şeyi çok iyi yapıyoruz” diyor. Gurur meselesi oluyor. Eleştiriler kabul edilmiyor.

Bir yandan da hükümet onca mali yükün altına giriyor. Bu Batı toplumunda nasıl karşılanıyor?

Devletin yardım yapmasından kimse şikayetçi değil. Öbür türlü uluslararası topluma daha çok yük binecekti. iyor. Devlet tarihi güzel bir örnek veriyor. Ama o kaynaklar ne kadar rasyonel harcanıyor, daha çok insana nasıl erişir,ayrımcılık yapılmadan dağıtılıyor mu?

Bunlan önemli sorular Alevilere ayrımcılıktan bahsediliyor, değil mi?

Ayrıca Hristiyanlar, eşcinseller, kadınlar, kimsesiz çocuklar... Şehirdeki nüfusun artış nedenlerinden biri de bazı insanlar kampta kendilerini azınlık hissetmesi. Kampın kendileri için güvenli olmadığını iddia ediyorlar. Maalesef uluslararası tecrübeyle o şikayetleri minimuma indirme imkânı varken bu yapılmıyor.

 

BM’nin anketine bile izin yok

 

BMMYK’nin kamplara giriş izni yok. Peki kamp dışındaki göçmenleri destekleyemez mi?

Tabii ki destekleyebilir. BMMYK da diğer BM örgütleri de... Mesela, UNICEF, Dünya Gıda Programı (DGP)... Nitekim DGP, kart sistemiyle gıda dağıtıyor. Kamp dışında daha yapacak çok şey var. Ama hükümetlerarası bir kuruluşun egemen bir ülkede herhangi bir faaliyeti o hükümetin rızasına bağlı. Tıkanıklık orada. Uluslararası bir kurum gelip de “Şurada zor durumda insanlar var, onlara gıda dağıtayım” diyemez. Mesela BM bir anket yapmak istedi, şehirdekilerin sorunlarıyla ilgili. O anketteki soruların değiştirilmesi arzu edildi.

Hangi sorular?

Ben soruları görmedim ama standart sorular... Mesela “Yardım alıyor musun” diye soruluyor. Eğer kişi “Alamıyorum, ayrımcılık var” derse bu imaj sorunu olur diye düşünülmüş olabilir. Hükümet “Soruları gözden geçirip, anketi ben yapacağım” dedi.

 

Mübadiller için de yardımı reddetmiştik

 

Türkiye önceki göçmen akınlarında nasıl bir politika izlemişti?

Geleneksel olarak bu krizlerde Türkiye’nin eğilimi uluslararası toplumu sokmamama yönünde. 1992’deki Bosna kriziyle ilgili bir anektod anlatayım. O zaman Kırklareli kampında BMMYK’dan prefabrik evler isteniyor. Evler geliyor ama ertesi gün üzerindeki logolar boyanıyor, gizleniyor. Ta 1920’lerdeki nüfus mübadelesinde bile bu politikanın izleri var. O zaman ilk Milletler Cemiyeti Yüksek Komiseri Nansen Türk- Yunan mübadelenin işlemesi için bayağı çaba harcıyor. İki tarafın mübadilleri için yardım topluyor. Ama o zamanki Türk hükümeti de yardımı almıyor. Yani sadece bu hükümete özgü değil, devletin geleneksel olarak böyle bir refleksi var.

1988’te Irak’tan kaçan Kürtlerle ilgili nasıl bir tavır almıştı Türkiye?

Önce sınırlarını kapattı. Uluslararası baskı sonucu birkaç kamp kurdu. Kamplar çok kötü koşullardaydı, kimseyi yaklaştırmadı onlara. 1988’den 91’e kadar BMMYK 7 kez falan ziyaret edebildi, bina, kanalizasyon için projeler geliştirdi, paralar toplandı ama bu projeler son dakikada iptal edildi. Hükümet “Anket yaptırdık Kürt mülteciler ev istemiyor siz bunlara üçüncü bir ülke bulun’ dedi.

Sizce nasıl bir düşünce var bu geleneksel tavrın arkasında?

Bence homojen bir ülke kurma çabası var. O çabayla mülteci kavramı çelişiyor. Bir yandan nüfusunu tek millet haline sokmaya çalışıyorsun. Bir yandan mülteci geliyor. Örneğin 1934 tarihli İskân Yasası var. Yakın zamana kadar yürürlükteydi. Orada ”Türk kültürüne ait olmayanlar, çingeneler gelemez” diyor. Yabancı unsur istenmiyor. Geldiklerinde insani sebeplerle, sorumlulukları yüzünden almak zorunda kalıyor. Ama niyeti, onların bir an evvel geri gönderilmesi.

Peki ama mübadiller ya da Suriyeliler zaten gelmiş, bu noktadan sonra BM’nin sürece dahil olup olmaması neyi değiştirir?

Bakın, onlara “mülteci” demiyor “misafir”, “soydaş,” “peşmerge” diyor. Bu kriz başladığında da kamplara “kamp” demedi “çadırkent” dedi. “Mülteci dersek yeni hakları doğar” diye bir korku var. Halbuki sen onlara misafir desen de onlar evini terkettiği andan itibaren mülteci.

 

İçi boş geçici koruma

 

Suriyeli göçmenlere önce “misafir” sonra “geçici korumadan yararlandırılanlar” dendi. Türkiye’nin Bu konuda yasal düzenlemesi nedir?

1994’te Türkiye’de bir yönetmelik çıkmıştı. Burada uluslararası hukuka aykırı şekilde “Kitle göçünde sınırı kapatacağız, sınır ötesinde kamp kuracağız” deniyor. Geçen Nisanda ise Yabancılar ve Uluslararası Koruma yasası çıktı, önümüzdeki nisanda yürürlüğe girecek. Burada bütün dikkat AB eleştirilerini engellemek için bireysel gelişlerle ilgili ilgili oldu. Kitle göçüyle ilgili tek madde var orada da AB’nin “geçici koruma” kavramı ithal edildi. Fakat içi boş. “Ayrıntıları Bankalar Kurulu tesbit eder” diyor. “Yasa yok” demek bu. Yönetmelik çıktı ama kimse bir bütün olarak göremedi. Yani Türkiye’de yasal mevzuat yok. Ya yasa tadil edilmeli ya da kitle göçüyle ilgili uluslararası standartta bir yasa yapılmalı.