Gündem

Tuğba Tekerek gözaltı sürecini yazdı: OHAL’de perde değiştirmek

Fotoğraf çektiği için gözaltına alınan gazeteci Tekerek, gözaltında yaşadıklarını yazdı

"Bu fotoğrafları çektiğim için, Emniyet saldırısına keşif yaptığım şüphesiyle gözaltına alındım"

26 Ağustos 2016 18:40

Tuğba Tekerek*

Birkaç hafta önce almış olduğum perdelerin değiştirme süresi bitmek üzereydi. Pazar akşamı saat 7 sularında Gayrettepe Mahallesi’ndeki evimden, Cevahir Alışveriş Merkezi’ne gitmek üzere çıktım. Hem perdeleri değiştirecek hem de yürüyüş yapmış olacaktım.

Yolumun üzerinde Gayrettepe Asayiş Şube Müdürlüğü vardı. Asayiş’in hemen yanında, gözaltındaki yakınlarını bekleyenleri gördüm. Ben de üç hafta önce buradaydım, önce meslektaşım, gazeteci Bülent Mumay, sonra hocam, şair Hilmi Yavuz için... Burası bekleyenlerin değiştiği sabit bir acı istasyonuna dönüşmüştü sanki. O pazar akşamı orada bulunanlar arasında bebekliler vardı, yaşlılar vardı. Kimisi piknik sandalyesi getirmişti. Çaresizce, içerden gelecek bir haber kırıntısı bekliyorlardı. Tweet atarım ya da yazacağım bir haberde kullanırım diye, o insanların iki kare fotoğrafını çekip, ilerledim. Perdeleri değiştirmem lazımdı.

Neden sonra, arkamdan gelen bir adam durdurdu beni. Polis olduğunu söyledi. Kimliğimi istedi, gösterdim. Neden fotoğraf çektiğimi sordu. “Gazeteciyim, insanların hâlini görünce fotoğraflamak istedim” dedim. “Belki emniyet binasına bir saldırı olacak ve sen de keşif yapıyorsun” dedi. Sadece insanları çektiğimi emniyet binasının kareye girme ihtimali olmadığını söyledim. Zaten, Gayrettepe Emniyeti önünde gazetecilerin çekmiş olduğu milyon tane fotoğraf vardı.  Fotoğraflara hiç bakmadan, “Gel benimle” dedi. Telefonuma el koymak isteyince, “Tutanak karşılığında verebilirim” dedim.

Ve böylece birdenbire kendimi Emniyet’te buldum. Beni araştırmaya, bir yandan da benimle “muhabbet etmeye” başladılar. Bombacıya benzer bir halim yoktu ama galiba onlar için pek makbul bir gazeteci de değildim. “Sen kapatılan okullarla mı ilgili haber yapıyorsun?” dediler “Daha önce Taraf gazetesinde mi çalıştın?” diye sordular. Beni böyle saatlerce hiçbir resmî işlem yapmadan tuttular. Başıma bir şey gelse ne kayıt vardı ne benim orda olduğumdan kimsenin haberi...

“Beni kayıtsız gözaltında tutamazsınız” dediğimde, polis şiddetle kapıyı çarptı, tüm gücüyle masaya yumruğunu vurdu “OHAL var, istersek evraksız sabaha kadar tutarız, her şeyi yaparız, serbest kalınca şikayet edersin” dedi. Kayıt yapmadıkları için bir yakınıma haber verme işlemini de yapmıyorlardı. Polis “Yakınlarını düşünüyorsan sokak ortasında fotoğraf çekmeyeceksin. Ben yakınlarımı düşündüğümden yanımda bir olay olsa, kafamı çevirip bakmıyorum” minvalinde şeyler söyledi. Alışveriş merkezi zaten çoktan kapanmıştı ve ben bir dipsiz kuyuya atılmak üzere hissediyordum kendimi.

Sonra “sizi biri arıyor” dediler ve o andan itibaren işlerin seyri değişmeye başladı. 

Büyük bir şans olarak, polis bana “Benimle gel” dediğinde Bağımsız Gazetecilik Platformu P24’ten avukat arkadaşım Veysel Ok’u aramıştım. Veysel tekrar beni aradığında ulaşamamış, merak edip Gayrettepe Asayiş’i aradığında ise “Tuğba Tekerek” isimli bir kayıt yok burada demişlerdi. İnanmamış, kalkıp gelmişti. Çok şanslıydım; dışarda birilerinin benim burada olduğumdan haberi vardı ve bana istediklerini yapmaları artık o kadar kolay değildi.

Her nedense, avukatımın gelmesinden sonra savcıya ulaşabildiler! Yakınıma haber vermeme izin verdiler ve benim ifademi aldılar. Bu arada yaptıkları süper (!) istihbarat faaliyeti sonucunda  benim attığım son tweet’i bulmuşlar ve beni Cumhurbaşkanı’nı hakaretle suçlamaya karar vermişlerdi. İlk gözaltına alınma sebebim olan fotoğraflar unutulmuştu. Tweet’te ise ben Cumhuriyet gazetesinin videosunu alıntılamıştım. Videoda Gaziantep’teki IŞİD saldırısının ardından, Ak Parti’li vekillerin taziye evini ziyaret etmesine  tepki gösteren pek çok Kürt “katil Erdoğan” diye bağırıyordu. Ben de bunu söze dökerek aktarmıştım: “geldiğimiz son nokta bu.. pek çok Kürt için Erdoğan artık ‘katil Erdoğan’” diye bir tweet atmıştım.  

Böyle bir tivit atmış olmak gözaltı için yeterli sayıldı. Ve bana nezarethane yolu göründü.

Nezarethane’de, ‘Yaz Kızım’la birlikte.. 

Nezarette bir mi yoksa iki kişi mi kalacağım diye düşünürken, demir kapı açılınca bir de baktım ki onlarca ayakkabı.. Ve de ağır bir koku.. Normalde üç beş kişinin kalabileceği üç hücrede 27 kişi kalıyor. Herkes yerlerde, bacaklarını karnına doğru çekerek yatıyor, çünkü bacakları uzatacak yer yok. Sonra öğrendim ki, birkaç gün önce 43 kişilermiş ve koridorda yatanlar varmış.

Ben yanlarına gittiğimde saat gece 3’ü geçiyordu. Bana “Kâtip misiniz?” diye sordular. Ben şaşkın şaşkın bakarken “Biz kâtibiz” deyip açıkladılar; “ ‘Hani yaz kızım” dedikleri var ya işte o biziz. Anadolu Adliyesi’nde çalışıyorduk” dediler. 27’sinden 24’ü kâtipmiş. Her biri, üç dakikada 90 kelime yazma sınavını geçerek kâtip olmuşlar, şimdi “FETÖ” üyesi oldukları için gözaltına alınmışlar.

Gecenin o saatinde hepsi yarı-uyku modundan çıkarak etrafımı sardılar, “Dışarda ne oluyor” diye sordular, en ufak bir habere hasrettiler. Yedi gündür oradaydılar, aileleriyle görüştürülmüyorlardı, özel avukatları yoktu,  CMUK avukatları gelmek istemiyordu (Hattâ öyle ki, anlattıklarına göre terör dışındaki bürolardan da polisler “FETÖ” operasyonuna katılıyordu. Polisler, avukatlara “cinayet bürodan arıyoruz” deyince avukatlar cinayet şüphelisini savunacaklarını düşünerek geliyorlardı, terör denince “FETÖ” diye gelmiyorlardı.)

Ben Gayrettepe Asayiş’in yanında fotoğraf çektiğim için alındığımı söyleyince, yüz ifadeleri anlatılmazdı, çünkü benim fotoğrafını çektiklerim onların bir kelimesine hasret oldukları yakınlarıydı. “Şöyle bir çocuk gördün mü? “Böyle bir kadın var mıydı” diye beni soru yağmuruna tuttular. Genellikle 25-30 yaşındaydılar, çoğunun küçük çocuğu vardı. Yedi aylık bebeği olana, bebeğini emzirmesi için getiriyorlardı, Sultanbeyli’den, iki saatlik yoldan, günde iki kere. O yine de şanslıydı, çünkü diğerleri, 15 aylık olsa bile çocuğunu göremiyordu. Yedi aylık bebek annesiyle kavuşurken, bazıları köşelerinde sessizce ağlıyorlardı. Kendi çocuklarını düşünüyorlar ya da “Bizim annemiz de bizi böyle özlüyor” diyorlardı.

Sekiz aylık hamile bir kadın da vardı, konuşmalara pek katılmıyordu, daha çok, büyümüş bedenini idare etmeye çalışmakla meşguldü, sıkıntısı yüzünden okunuyordu. Hukuk da okuyormuş bir yandan ama şimdi hukuktan nefret ediyor. Operasyon olduğunda doğum iznindeymiş arandığını öğrenince, birlikte çalıştığı savcıya gidip “Ben teslim olmak istiyorum” demiş. Üç buçuk yaşında bir kızı varmış. “Yüzünü unuttum nerdeyse, keşke yanıma fotoğrafını alsaydım” dedi, ağlayarak. Başka birisi araya girdi “İzin vermezler ki. Ayna bile yok burada!” Evet, insanın kendi yüzünü bile unutabileceği bir yerdi burası. 

Tepedeki floresan lambası gece gündüz açıktı. Saatleri de alındığı için zamanı bilemiyorduk. Bir pencerenin arkasındaki pencerenin 10 santimetrekarelik  açık kısmından, karşıdaki duvara sızan güneş ışığı görülebiliyordu sadece. Havalandırmaya kafalarına estiği zaman kafalarına estiği kadar çıkarıyorlarmış. Önceki akşam 5’te, beş dakika çıkarmışlardı mesela.  Diş fırçalarını da kafalarına estiği zaman veriyorlarmış. Korkunç bir uğultu çıkarmaktan başka bir işe yaramayan klima motorunun haznesine sıkışıp kalmış gibiydik. Tenime yapışan sıcağı ve nefes almakta zorlandığımı düşünmemeye çalışıyordum. Bunun ne kadar süreceğini bilmiyorduk.

Bana “Dışarda bizim tutuklanmamıza tepki var mı?” diye sorduklarında bir şey diyemedim. Sonra içlerinden biri cevapladı, “Biz başkaları alınırken ne diyorduk? ‘Vah vah, İnşallah suçsuzlar bırakılır’ diyorduk, o kadar. Başkaları da bizim için öyle diyordur.”

Birisi “Ben 2014’te kredi kartı almaya çalıştım, sadece Bank Asya verdi, tek suçum o” diyordu. Diğeri, yedi yıl önce bir süre Gülen hareketinin dershanelerinde telefonlara baktığını için orada olduğunu düşünüyordu. Bir başkası ise “Dershanelerine gitmedim, Bank Asya’dan kredi çekmedim, hiçbir sohbete gitmedim, Zaman okumadım. Ben neden buradayım!” diyordu.

Amaç bu insanları “zayıf düşürüp”, bir şeyler söyletmekti. Polisler onlara, daha önce savcılığa gönderilmiş olan yaklaşık 20 kâtipten tamamına yakınının tutuklandığını söylemişlerdi. Ama ben çıktıktan sonra öğrendim ki, tamamına yakını serbest bırakılmıştı. Yalnızca dış dünyadan habersiz bırakmıyorlar, yanlış haber veriyorlardı.

Ertesi sabah, saat 11 sularında polis beni çağırdı. Hâlâ da yaşadığım, suçluluk duygusuyla ayrıldım oradan. Biliyordum, P24, Ben Gazeteciyim İnisiyatifi şu ülkede çok az kalmış olsalar da  bağımsız medya organları bana sahip çıkmıştı. Boşluğun ortasında bir yere tıkılmaya böylece direnebilmiştim. Ama onlar için durum daha zordu.

Adalet Sarayı: Gazeteci Öğütme Makinesi

Nezaretten çıktık, önce doktor kontrolüne gittik (gözaltına alınırken olduğu gibi çıkışta da doktor, düzenlemelere aykırı olarak, beni polislerin yanında muayene etti. Muayene de etmedi, sadece “herhangi bir darp var mı” diye sordu) Çağlayan Adliyesi’ne gittiğimizde avukatım Veysel Ok beni bekliyordu. Basın savcısının yanına çıktık. Masasının üzerine yığılmış dosyalar arasından benimkini aldı, şöyle bir baktı, hiçbir şey sormadan bir şeyler yazmaya başladı. Veysel’le birbirimize baktık, perde değiştirmeye giderken gözaltına alındığıma göre, tutuklanabilirim de. Endişeyle, “Ne yazıyorsunuz” diye sordum,  “Serbestsin, serbestsin” dedi. Bu arada, nur topu gibi bir Cumhurbaşkanı’na hakaret soruşturmam oluvermişti ama onu artık sonra düşünürdük.

Savcının yanına benden çıktıktan sonra Fehmi Koru girdi. Sırada Özgür Gündem’den yayın yönetmeni Zana Kaya ve yazı işleri müdürü İnan Kızılkaya vardı. Koru’nun dosyasını bilmiyorum, İnan ve Zana tutuklandılar. Veysel’in dediği gibi Çağlayan “Adalet Sarayı,” “gazeteci öğütme makinesi” gibi çalışıyordu.

Bu arada “Perdelere ne oldu” diye soracak olursanız. Değiştirdim, hem de “Aman değiştirme” “En azından yolunu değiştir” telkinlerine rağmen. Biraz tırsarak da olsa, aynı yoldan geçerek. Dahası, bu kez oradaki ailelere, içerden, bir gece kader ortaklığı ettiğim insanlardan haber götürdüm. Dün akşam gözaltının 10. günündelerdi, tamamına yakını hâlâ o koşullarda sorgulanmayı bekliyorlardı.

NOT: Yaşadıklarımdan çıkardığım bir “kesin bilgi” var: “Dayanışma çok önemli”. Bu noktada, başta P24’e, Yasemin Çongar’a, Veysel Ok’a, Fatih Polat’a, Ben Gazeteciyim inisiyatifindeki arkadaşlarıma, ayrıca bana sahip çıkan, durumumu gündeme getiren herkese çok teşekkür ederim. 


Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.