Gündem

TGC Başkanı: Büyükada'dakilere ajan deyip ilişkili gazetecileri listeliyorlar; bu kadar adiliğe düşülmemişti

"Tutuklu gazetecilere beraat kararı veremeyecekler; cezaevinde tuttuklarına denk bir ceza verecekler!.."

08 Kasım 2017 03:06

“Türkiye’de ifade özgürlüğü giderek artan düzeyde ve sürekli bir saldırıyla karşı karşıya. Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminden bu yana, hükümeti eleştiren akademisyenler, gazeteciler ve yazarlar cezai soruşturma ve yargılanma, yıldırma, taciz ve sansür riski altında bulunuyor. Türkiye hükümetinin medya üzerindeki baskısı, bu baskının bazıları tarafından ‘gazeteciliğin ölümü’ olarak nitelendirilmesine sebep olacak kadar ağır.”

Uluslararası Af Örgütü, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından onlarca akademisyen, gazeteci ve yazarın tutuklanmasını yukarıdaki ifadelerle özetliyor.

15 Temmuz 2016’dan bu yana, onlarca gazeteci hakkında yüzlerce soruşturma başlatıldı. 151 gazeteci ve yazar hâlâ tutuklu. OHAL kapsamında ilan edilen KHK’larla 180 medya mecrası, 30 yayınevi kapatıldı. 110 binden fazla kamu görevlisi ihraç edildi. İşe iade talebiyle açlık grevine başlayan akademisyen Nuriye Gülmen ve eğitimci Semih Özakça açlık grevlerinin 244’üncü gününde. Eşbaşkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ dâhil HDP’den 13, CHP’den 1, toplam 14 milletvekili hapiste. 86 belediyeye kayyım atandı. Çoğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden 75 belediye başkanı ve eşbaşkanı tutuklu. Toplam 50 binden fazla kişi tutuklandı, 8 bin kişi aranıyor. 170 bine yakın kişi hakkında adli işlem yapıldı. Gözaltına alınan on binlerce kişinin avukat görüşleri sınırlandı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise tutuklu gazetecilerle ilgili eleştirilere "Şu anda içeride olanların gazetecilik sıfatı yok. Bunlar ya terör örgütüyle beraber hareket etmişlerdir, ya silah bulundurmaktan içeri girmişlerdir ya da birçok yerlerde bankamatikleri kırmışlar, buraları soymuşlardır. Ama ceplerinde bir sarı basın kartı değil, gazeteci kartı vardır. Bununla beraber de kendilerinin gazeteci olduğunu iddia etmişlerdir. 170 tane gazeteci falan içeride yok, bunların hepsi yalan. Böyle bir şey söz konusu değil. Bunların defaatle açıklamalarını yaptık ve şu anda gerçek manada gazeteci sıfatıyla içeride iki kişi var. Bunun dışında böyle bir şey söz konusu değil. Bu yalanlarla da dünyayı kandırmayalım” diyerek yanıt veriyor.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkanı Turgay Olcayto, 80 yaşında, mesleğin en kıdemli üyeleri arasında. Kendisini TGC binasından çok gazetecilerin yargılandığı davaların duruşmalarında izleyebilirsiniz. O kadar ki, kendisi de "İkinci adresimiz artık adliyeler; kendi işimize bakamıyoruz bu yüzden" diyor.

Tutuklu gazetecilerle dayanışmak için basın davalarını izleyen Olcayto, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “yanlış bilgilendirilmiş olabileceği” görüşünde. Olcayto,  Erdoğan’ın iddiasına “Son zamanlarda terörle ilişkili gazetelerde çalışıyorlar diye pek çok arkadaşın basın kartını iptal ettiler. Onlardan biri hapse düşünce elbette basın kartı yok gibi görünüyor” diyerek karşı çıkıyor.

Son olarak Cumhuriyet İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, muhabir Ahmet Şık ve muhasebeci Emre İper’in tutuklu yargılandığı Cumhuriyet davasını takip eden Turgay Olcayto, tutuklu gazetecileri cezaevlerinde sık sık ziyaret ediyor. Olcayto, eski gazetesi Cumhuriyet’le ilgili söyledikleri dava dosyasına giren ve iddia makamının tanığı olarak duruşmaya çağırılan Doğan Satmış’ın “"Cemiyet fırsat buldu, yine bana yükleniyor” sözlerine de “Üstüne alınmış” diyerek itiraz ediyor.

Olcayto, Büyükada’da gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra ilk duruşmada tahliye edilen hak savunucularıyla ilişkisi olan gazetecileri hedef gösteren Sabah gazetesine de tepki gösteriyor. O tür iddialarla ilgili olarak “Bu kadar adiliğe hiç düşmemişti” diyor.           

TGC Başkanı Turgay Olcayto’nun T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Basın özgürlüğünde Türkiye dünyanın neresinde?

Basın özgürlüğü dendiği zaman şu sıralar hep anlattığım bir anektod var. Bir Norveçli gazeteci dergisi için röportaj yapmaya geldiğinde "Ben size bir tek soru soracağım" dedi. "Basın özgürlüğünün Türkiye'deki durumunu anlatın" dedi. "Ama çok sürer" dedim. "Niye" dedi, "Çünkü" dedim, "Ben basın özgürlüğünü anlatmaya tek partili dönemden başlayacağım ve bugüne kadar geleceğim." Aslına bakarsan bir iki yıl hariç Türkiye'de basın hiç özgür olmadı. Yani bizim üniversitede Çetin Özek'in tanımıdır bu ki, biz de çok katılırız, şöyle derdi: 
"Basın özgürlüğü halkın haber alma, bilgi edinme, gerçekleri öğrenme hakkıdır." 

Şimdi bu perspektiften bakınca Türkiye'de basın özgürlüğü hiç olmadı hakikaten. Çünkü halk hiçbir zaman gerçekleri öğrenemedi. Hiçbir zaman anında haber alamadı. Yasaklamalar geldi, sıkıyönetimler vardı uzun süre, şimdi OHAL var. Biz gazeteci olduğumuz halde pek çok olay bizim için meçhul. Hâlâ Uludere'de o insanların neden öldüğünü, kimin emir verdiğini öğrenemedim. Ben gazeteci olarak öğrenemiyorsam halk hiç öğrenemeyecek demektir. Aynı şeyler için Ankara katliamını misal verebilirsiniz, Suruç'u verebilirsiniz. Hemen arkasından yasaklama gelmiştir ve insanlar haber alamamıştır. Şimdi bu ölçütlere bakınca da basın özgürlüğünün Türkiye'de çok aşağılarda olmasına şaşmamak lazım. Yalnızca bu iktidar değil, hangi iktidar olsa diyecek ki "Bak ne kadar çok gazetemiz var, televizyonumuz var, radyomuz var. Renkli gazetelerimiz, dünyanın neresinde var bu kadar" falan... Ama bütününe baktığınız zaman, halk sadece kendisine verileni alıyor. Eğer işte dil biliyorsa, merakı varsa, dış basını izleyebiliyorsa, dışarıdaki sosyal medyaya bakıyorsa oradan bir şeyler öğrenebiliyor. 

“Basın 27 Mayıs’ta çok daha özgürdü”

- İki yıl hariç dediniz, o iki yıl hangisi? 

O iki yıl ironi gibidir. İki yıl, 27 Mayıs sonrasıdır. Menderes döneminde de biliyorsunuz, çok müthiş bir sansür vardı. Milletvekillerinden oluşan, adeta savcı görevi verilen Tahkikat Komisyonu vardı. O dönemde de işte 90'ına yaklaşanHüseyin Cahit Yalçın hapse atıldı. Birtakım özgürlükler kısıtlandı. Ondan sonra 27 Mayıs gelince birden bire büyük bir özgürlük patlaması oldu. Yani o güne kadar Türkiye'ye girmeyen Marksist yayınlar, Nazım'ın şiirleri serbest kaldı. Nazım'ın kitapları çıkmaya başladı. Görece bir özgürlük vardı. Herkes istediğini söylüyordu, yazıyordu, çiziyordu. O dönem bizim kuşağın da üniversite dönemine rastlar. 60-61. Birtakım hocalar omuzlarda taşınırdı falan. Ve onların dersine girmek, dinlemek için insanlar yarışırdı. Bir açlık vardı daha önce. Ama çok uzun sürmedi, ikinci yılında bir koalisyon, arkadan yine Demirel hükümeti geldi. Böyle devam etti. 

'61 yılındaki Türkiye'yi yabancılara anlattığımızda ironi gibiydi. Onlar da gülüyordu, gerçekten ironi gibi. Bir askeri darbe yapılmış, askeri darbenin iki önemli şeyi var basın için. Birincisi "besleme basın" dediğimiz, bugün "yandaş basın" deniyor; o zaman örtülü ödenekten destek alan, para alan gazetecileri önlemek amacıyla bir Basın İlan Kurumu kuruldu. Bugüne kadar süregelen kurum. Bugün aynı nitelikte değil ama varlığı devam ediyor. Yine aynı dönemde 50'li yıllarda çıkan 5953 sayılı yasanın çalışanlara ilişkin maddesi değiştirildi, 212 sayılı yasayla. Hep bugün 212 diyegeldiğimiz ve hâlâ çalışanları koruyan tek yasadır. Şu kadar kullanılıyor, bu kadar kullanılıyor başka ama bugün gazetecileri koruyan tek yasadır. Yine o dönemde de bir 61 anayasası var ki bugün yanına yanaşamazsınız.  Ona da Nihat Erim başbakan olduğunda "Bu anayasa halkımıza lüks" dedi ve orasını burasını makasladılar, sonra 68 olayları falan anayasa manayasa kalmadı ortada.

- '60-61'de basın bugünden daha özgürdü mü diyorsunuz?

Çok daha özgürdü. 

“Mehmet Altan'ı içeri atmak kadar bir gariplik ancak bizim ülkede var”

Son verilere göre 151 gazeteci tutuklu. Deutsche Welle'de "Dünyadaki tutuklu gazetecilerin yarısı Türkiye'de" şeklinde bir yorum da yapıldı. Gazetecilerin tutukluluğunun devamına ne diyorsunuz?

Bir kere gazetecilik çok onurlu bir meslektir, ciddi yapıldığı zaman. Bunu Türkiye'de bir grup gazeteci, tümü demeyeyim ama bir grup gazeteci son derece yüreğiyle, cesurca yaptı. Çünkü Türkiye'de sıkıyönetimler, baskılar birbiri ardına devam etti. Belki 71'den sonra ya da 12 Eylül'den sonra, bu denli ağır değildi. Bugün çok daha ağır bir şekilde devam ediyor bu baskılar. İçeride bir tek gazetecinin olması bile bana göre bir demokrasi için ayıptır, demokrasi utancıdır. Bugün dediğim gibi 150 dolayında gazeteci deniyor.  En son Bianet'ten Erol'un yaptığı bir çalışma var. Orada 121 gazeteci deniyor. Zannediyorum o farklılık da gazetecilerin bir kısmının dağıtıcı olmasından çıkıyor. Onları saymıyorlar. Bu kadar gazetecinin içeride olması ve bu gazeteciler içinde çok değerli arkadaşların olması... Mesela Mehmet Altan... Ben gittim Mehmet Altan'la görüştüm. 30 yıldır ekonomi dersi veriyor bu adam, 30 yıldır da gazetecilik yapıyor. Babasından kalan bir şey. Ama onu yazıyor, ama şunu yazıyor. Ama Mehmet Altan'ı içeri atmak kadar bir gariplik ancak bizim ülkede var. Cumhuriyetçi arkadaşlara gelince, Ahmet Şık... Akıl tutulması gibi bir şey. Fethullahçılara karşı kitap yazıyor, Fethullahçılara karşı direniyor. Fethullahçılar tarafından içeri atılıyor, çıkıyor. Çıktıktan sonra bunlar da onu Fethullahçı diye atıyor içeri. Hakikaten akıl tutulması gibi. Murat Sabuncu kardeşimiz var orada mesela. Bir basın emekçisidir Murat. Onunla da konuşuyorum, söyledikleri de çok ilginç.

“Murat Sabuncu, ‘Ben Pensilvanya’nın yolunu bilmem ama sanığım’ diyor”

- Neler söylüyor?

"Abi" diyor. "Ben 2 ay genel yayın yönetmenliği yaptım ama benden önce yayın yönetmenliği yapanlar tanık, ben sanığım. Fethullah'ın haritada yerini gösteremem, Fethullah'la röportaj yapanlar, CNN'de röportajı yayınlananlar, uzun uzun övgü düzenler tanık benim davamda ama ben sanığım abi" diyor. Bunun dışında tabii pek çok arkadaş var. Yakında bir iki arkadaş çıktı, ona sevindik. İnan Kızılkaya mesela Özgür Gündem'den. Onu da cezaevindeyken ziyaret ettik, Şahin Alpay'ı ziyaret ettik. Her kesimden biriyle görüşmek istiyoruz. Perşembe için yine Adalet Bakanı'ndan randevu istedik. 6-7 arkadaşla daha görüşeceğiz. Şimdi görüşmeler tek tek yapılıyor. Eskiden 3 kişilik heyet gidiyorsa, içerideki arkadaş geliyordu, üçümüzle de görüşüyordu. Şimdi öyle değil, tek tek yapılıyor. İyi tarafı da var, kötü tarafı da, süre çok uzuyor. Birinden çıkıp öbürünün girmesini bekliyorsunuz. Bir kere insanlar tecrit ediliyor. Tecrit derken, belki tek başına hücreye kapanmıyor ama kiminle kalacağınızı bilmiyorsunuz. İkincisi çalışma ortamınız çok sağlıklı değil. Şunu söylemeliyim. Yeni bakan geldikten sonra bir açılım oldu. En azından bize izin verilmeye başlandı. Biz 2015'ten beri izin alamıyorduk. Ve söylediğimiz zaman hep bakanda, imzada diyorlardı. O imza bir türlü çıkmıyordu. Şimdi ne zaman istesek veriliyor. İçeride yemek sistemi biraz daha düzenli. Hiç değilse haftanın bir günü bilgisayar veriliyor çalışmak için. Gazeteci durmuyor içeride. Mesela Şahin Alpay günlük yazıyor, Mehmet Altan kitap yazıyor. Enis Berberoğlu'nun bir kitabı çıktı bile. Enis'i de ziyaret ettik. Mesela Enis'e çok şaşırmışlar. İnfaz memurları Enis'i milletvekili olarak biliyorlar. Böyle şakalaşan birini görünce, gazeteci kimliğiyle birini görünce çok şaşırmışlar. Milletvekili böyle olur mu diye. Enis'in de biraz daha rahat koşulları Maltepe'de. Bizim ikinci adresimiz artık adliyeler. Kendi işimize bakamıyoruz bu yüzden.

“Erdoğan’ı yanlış bilgilendiriyor olabilirler”

- Cumhurbaşkanı Erdoğan "Cezaevinde gazetecilikten tutuklu kimse yok" demişti.

Yanlış bilgilendiriyorlar herhalde diye düşünüyorum. Çünkü içeri girenlerden örneğin Kadri Gürsel'in basın kartı yok. Uluslararası basın kartı var. Kadri'nin neden yoktur, kendisi almamıştır. Çünkü devlet veriyor diye bir ara arkadaşların çoğu istemedi. Mantık olarak baktığınızda da doğrudur. Gazetecinin özgürlüğünü kısıtlayan bir şeydir devletin kartıyla "Ben gazeteciyim" diye dolaşmak. Ama Türkiye'de yıllardır böyle devam ediyor. Sonuçta o da bir gazeteci kimliği. Ama bunun dışında hemen hemen bütün arkadaşların var. Ahmet Şık dahil. Ahmet'i şundan söylüyorum. En asi gibi görünen Ahmet'tir ama onda da var. Şu var, son zamanlarda terörle ilişkili gazetelerde çalışıyorlar diye pek çok arkadaşın basın kartını iptal ettiler. Onlardan biri hapse düşünce elbette basın kartı yok gibi görünüyor. Şimdi şöyle bir bakın. Zaman gazetesi Fethullahçı bir gazetedir. O kesimin gazetesidir ama en düzenli sözleşme veren, Basın Kartı Komisyonu'na en sağlıklı dosyaları gönderen gazetedir. Ben uzunca bir süre Basın Kartı Komisyonu'nun başkanlığını yaptım. Ama şimdi siz Zaman'ı yok sayıyorsunuz. Yok sayabilirsiniz tamam, Fethullah'a bağlayıp örgüt diyorsunuz. Peki orada çalışanların çoğu da 212'si verildiği için, iş bulamadığı için gitmiştir. Çoğu da orada ciddi ciddi muhabirlik yapan, redaktörlük yapan, sayfa hazırlayan çocuklardır. Onların da kartını geri alıyorsunuz. Neden? Orada çalışıyor diye. O kadar birikme oldu ki Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü'nde, ne yapacaklarını şimdi kendileri de düşünüyorlar. Bir arkadaş Yurt gazetesinden çıkmış, Bugün'e girmiş. O sırada Bugün kapanmış. Bir iki ay çalışmış Bugün'de. Çocuğun basın kartına el koymuşlar. Ankara'yı aradık söyledik. "Biz de biliyoruz ama o kadar çok var ki çözemedik. Araştırıyoruz" diyorlar. Nasıl çözeceklerse...  

“Bunlar 12 Eylül’de bile yaşanmadı”

- "Bu dönemde yaşananlar 12 Eylül'de bile yaşanmamıştı" yorumlarına katılıyor musunuz?

Yüzde yüz katılıyorum. Yalnız baskılar değil. Şimdiki düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engellerden orada ne varsa var, daha da ağırı var. Adalet yok çünkü. Bir sulh ceza hâkimliği var. Biri gittiği zaman mahkûmiyetle çıkar. Asliye cezaya itiraz ederdiniz, artık öyle bir şey yok. Yine sulh cezada, 8'inciden 12'nciye gidiyorsunuz. Bunlar tayinle atanmış hâkimler. Kimseyi de ayıplamıyorum. Korku başka bir şeydir. Evini geçindiren insanın sıkıntısı başkadır ama Türkiye'de hâkimlerin özgür olduğunu kimse söyleyemez. Türkiye'de yargı bağımsızlığı olduğunu kimse söyleyemez. Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'nin bile çok özgür olduğunu söyleyemem.

“Bu kadar adiliğe düşülmedi”

- İktidara yakın medyanın tutuklu gazetecilerin davalarına yönelik haberlerini nasıl buluyorsunuz?

İç acıtıcı. Böylesini hiç görmemiştim. Yalnız o değil, gazetecileri hedef göstermesi, kimin içeri alınacağına kendileri karar veriyormuş gibi haber yapmaları. Espri diye anlatayım size. Büyükada'daki hak savunucuları gözaltına alındı. Bir arkadaşım telefon ediyor, "Ya biz yaşlandık galiba, kıymetten düştük" diyor. "Niye?" dedim. "Sen ile benim adım yok" dedi Sabah gazetesinde. "Ne olmuş Sabah gazetesinde" dedim. Sabah gazetesi bu arkadaşlarla ilişkisi olan gazetecilerin listesini çıkarmış. İşe bakın siz. Onlara ajan diyorlar, onlarla ilişkisi olan gazetecilerin de listesini çıkarıyorlar. Ve arkadaşımla dalga geçtik, biz niye yokuz diye. Çünkü içlerinde bizim de tanıdığımız arkadaşlarımız var. Aynı yerde oturduğumuz arkadaşlarımız var. Bu kadar adiliğe hiç düşmemişti. Kızacak olan bazı arkadaşlarım var belki ama bugün içeride olan Cumhuriyet'teki arkadaşlar muhtemelen geçen duruşmada serbest kalacaklardı. Ben hukukçuyum, hâkim öyle bir başladı ki davaya, belgeleri okumakla başladı. O zaman hemen kafanıza şöyle bir soru takılıyor. Bu belgelerde ne var? Tanıklığa gelmeyen iki gazeteci var. Bir de bir gazete röportajında bu arkadaşlara ilişkin birtakım sözler sarf eden bir arkadaş var. "Bu belgeleri dosyaya ekleyeceğiz" dediği zaman, "Eyvah, bu arkadaşları bugün bırakmayacaklar" dedim. Nitekim bırakmadılar, çünkü tanık ifadelerine başvurulacak ve dava 25 Aralık'a bırakıldı. Şimdi bunlar niye yapılır, bu vicdan meselesi, herkesin kendi vicdanıyla yüzleşmesi lazım. Alev Coşkun geldi yaptı tanıklığını yani. Gelin siz de yapın kardeşim, bir an önce bitsin bu dava. Yazık günah, aileleri var, çocukları var. Kadri gibi çok değerli bir gazeteci aylarca içeride tutuldu. Üstelik IPI'ın da yönetim kurulu üyesi Kadri. 

- Doğan Satmış'ın MİT TIR'ları haberi ve Can Dündar'la ilgili söyledikleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Doğan benim eski arkadaşım, yönetim kurulunda çalışmıştık, sonra kendi isteğiyle ayrıldı. Ben o gün öğlen duruşmadan çıktığımda son derece rahatsızdım. Etrafımdakilere bakıyorum, genç arkadaşlar çok umutlu. O öfkeyle geldim, burada bir açıklama yaptım. Açıklamada ne arkadaşın adı geçiyor, ne de başka kimsenin. İki üzüntümüz var dedim, birincisi bu arkadaşların bırakılmaması, ikinci üzüntümüz de gazeteciler içinde birbirine sevgiyi bu kadar azaltan ortamın oluşması. Nefret söylemine varana kadar birtakım suçlamalar falan dedim. Bütün söylediğim bu. Ama Doğan Satmış üstüne alınmış, Hiç ilgisi yok yani. Genel olarak söylüyorum. Sabah da yapıyor, Star da yapıyor, Akşam zaten yapıyor. Arkadaşlarımızın tek tek isimlerini veriyor. Bir manşet düşünebiliyor musunuz, dosyası bile hazırlanmamış davaya "Ajanlar yargılanıyor" diye manşet atıyorsunuz ya. Dünyanın neresinde var bu? 

- Bu haberlerin yargıyı etkilediğini düşünüyor musunuz?

Etkilediğini düşünüyorum. En azından bazı odakları etkiliyor. O odaklar harekete geçiyor. Ya da o odaklar onları harekete geçiriyor, yani karşılıklı bir şey var. 

“MİT TIR’ları devlet sırrı değil”

- MİT TIR'ları olayı devlet sırrı mıydı? Başka bir parti iktidarda olsaydı, devlet aynı refleksi gösterir miydi?

İkinci şıkkı zor bu sorunun. MİT TIR'ları bir devlet sırrı değildir. Türkiye'de devlet sırrı denilen pek çok şey var. Aslında yıllar sonra öğrendiğiniz zaman bakıyorsunuz ki komik buluyorsunuz. Bu niçin yasaklandı diyorsunuz. MİT TIR'ları o kadar da komik de değil yani. MİT TIR'larında ne olduğunu halk bilmelidir. Demin de dedim ya, halk ne olduğunu öğrenmelidir. Halk öğrenmezse tevatür başlar, yalanlar başlar, o daha çok uzar. Daha da büyür. Aslında devletin sağlıklı açıklamalar yapması en iyisidir. Sözcüsü vardır. ABD'yi örnek alıyoruz değil mi, özgürlükler ülkesi diye. ABD'de başkanın sözcüsü var, her soruyu cevaplandırıyor. Bizde o yok. Bir görüşme oluyor, eskiden biz muhabirken de aynı şeyler söyleniyordu. "İkili ilişkiler üzerinde konuşuldu." İyi de ne konuşuldu? Çok önemli şeyler konuşuluyor içeride. Tamam, belki bir kısmı halka açıklanmaz denir ama şeffaf bir ülkede bunlar da konuşulur. İkinci şıkkı dediğim de, ben doğrusu Türkiye'deki iktidarların hep  devlet ağırlıklı olduğunu düşünüyorum. Hiçbir zaman öyle özgür bir ortam olmadı. Onun için aynı tepkiyi verebilirdi diğer iktidarlar diye düşünüyorum. Daha demokratik, daha özgürlükçü bir iktidar görmedik. Öyle bir şey geçmedi, tasavvur bile edemiyorum. Bu yüzden başka iktidarlar da yasaklayabilirlerdi MİT TIR'larını. Hele kendileri yapmışsa...

- Cumhuriyet davasıyla ilgili bir öngörünüz var mı? Tahliye bekliyor musunuz?

Bekliyorum, AİHM'in verdiği bir süre var. O kasımın 15'ine denk geliyor. O sürede AİHM de tahliye kararı verebilir. Bu Türkiye’yi bağlayabilir.

- Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi'nin tahliye kararında yerel mahkemelere "Direnin" demişti mesela.

Evet, öyle bir şey de var. Onun için bilebilmek çok zor. Tek adam yönetiminde bir ülke yani.

“Beraat ederlerse ne olacak?”

Özellikle Cumhuriyet ve Sözcü soruşturmaları büyük bir ilgi görüyor ama bazı davalara mesafeli durulduğunu görüyoruz. Örneğin Kürt medyasına yönelik yargılamalara mesafeli duran bir kesim var, yine Altan kardeşlerin yargılandığı davaya mesafeli duran bir kesim var. Bu konuda sizin duruşunuz nedir?

Kesinlikle. Gazeteci gazetecidir ve mağdurdur. Çok sevmeyebilirsiniz, okumayabilirsiniz ama onlar bir fikrin temsilcileridir. Onun için öyle bir duyguya hiç kapılmadım. Evet, bir dönemde kullanılan arkadaşlar vardır, kullandıran insanlar da içeridedir falan. Onlar zaten kendi vicdanlarıyla baş başa. Çoğu zaten pişmanlığını belirtiyor. Mesela Şahin Alpay'a gittim, üzüldüm. 72 yaşında bir insan zor koşullarda. Hâlâ yazıyor, çiziyor. O dönemlerde çok yanlış bulduk tutumunu. Ama kendisi de söylüyor yani, "O zaman anlamadığımız şeyler oldu" diyor. "Biz demokrasiyi İsveç'te gördük, orada öyleydi. Türkiye'de de böyle olur zannettik" diyor. Dolayısıyla insanların zayıf anları olur, yanlışlıkları olur. Hepimizin yanlışı vardır. Cezaevinde diye vur abalıya demek yarın öbür gün daha büyük sorunlara yol açar. O açıdan hiçbir arkadaşımı ayırt etmiyorum. Hatta Nazlı Ilıcak için de aynı şeyler söylenir. Biz bu hafta onun için de izin aldık. Bir arkadaşımız da Nazlı'ya gidecek. Bunlar kalem erbabı olarak çalışmışlar, yazmışlar, çizmişler. Gazeteci hapiste olmamalı. Gerçekten örgüt mörgüt varsa bilmiyorum, cezası varsa verilmeli ama tutuksuz yargılanmalılar. Tutuklu yargılıyorsunuz, sonra beraat ederse ne olacak? Beraat da ettiremeyeceksiniz sonra, ona denk gelecek bir karar vermek zorundasınız. İçeride 2 yıl tuttuktan sonra bıraksanız ne olacak?

“Bunlar demokrasinin ayıbı, utancı”

Hukukçu kimliğiniz de var. "Yargı iktidara bağımlı hale geldi" yorumuna katılıyor musunuz?

Direnmeye kalkan vicdanlı hâkimler de birer birer görevden alındı. Zor bir şeydir. Yargıç da bir aile sahibi. Üzerinde bu kadar korkutucu baskı olunca sağlıklı karar veremiyor. Türkiye'de hukukun üstünlüğü kalmadı. Hele OHAL'den sonra. Fransa'da geçenlerde 2 yıldan sonra kalktı ama bizde daha uzun süre belki de seçime kadar gidecek gibi gözüküyor. Ben 12 Mart duruşmalarını da izledim. O zaman adliye muhabiri olduğum için beni gönderiyorlardı. Selimiye'ye gidiyordum. Bir vaka vardır. Bir genç kız var. "Çok azılı terörist" deniyor. O zaman bir de işkence vardı. Bazı sanıkların duruşmaya gelirken bile zor yere bastıklarını görürdük. Bu kızı en çok da bizim medya hırpaladı. Çünkü kolay ve kullanılır malzeme olarak gördü. "Akrep Nalan" dediler. Akrep tabir edilen silah. Eline de vermişler o akrebi. O an mı verdiler, o da belli değil. O kız 2 yıl yattı içeride. Sonra beraat etti. Kim ödeyecek bunun günahını? Ergenekon duruşmalarında cezaevinde ölen insanlar oldu. Bunlar bir demokratik ülkede olacak şeyler değil. Demokrasinin ayıpları, utançları bunlar.

“Hâlâ DEVYOL – DEVSOL tartışması yapılıyor”

Uluslararası basın örgütleriyle de sık sık görüşüyorsunuz. Özellikle darbe girişiminden sonra Türkiye'de yaşananlar hakkında size neler söylüyorlar?

Bize gerçekten çok destek oluyorlar. Referansıyla IFJ'nin (Uluslararası Gazeteciler Federasyonu) uluslararası basın kartını üyelerimize dağıtma yetkimiz var. Basın kartı olmayan arkadaşlar için. Bir arkadaşım geçenlerde Avrupa'daydı. "Bu harika bir şey" diyor. "25 Euro olan müze parasız." Dışarıda bayağı bir kapı açıyor. Onun dışında en zor günlerde 15 Temmuz'da hemen aradılar. "Bir sıkıntınız var mı?" diye. Duruşmalara geliyorlar. IPI'in ABD'li başkanı geldi Kadri Gürsel'le. Onunla uzun konuştuk.  Cumhuriyet'e ilk operasyon başladığında da gelmişti. O desteğe de şükran borçluyuz. Bize güç veriyor. Ama en üzüldüğüm olay medyada dayanışma eksikliği. Siyasette de vardır bu ama bizim meslekte olmaması gerekir aslında, o kadar acı çektikten sonra ama oluyor işte. Hâlâ içerideki gazeteciler, dışarıdaki gazeteciler, şuradaki gazeteciler, buradaki gazeteciler diye. Hâlâ Türkiye'de DEVYOL'un DEVSOL'un tartışması yapılıyor. Bunlar üzücü. Bir noktada buluşmamız lazım.

“Türkiye’ye haber çıkarmak için gelmezdim”

AB pasaportu taşıyan gazeteciler, Türkiye'de casusluk suçlamasıyla tutuklanabiliyor. Siz Batılı bir gazeteci olsaydınız Türkiye'ye gelir miydiniz?

Gelmezdim. Gazetem git dediği zaman giderdim ama haber çıkarayım diye gelmezdim. Asla.

“Belediye mali açıdan sıkıştırıyor”

OHAL sürecinin TGC'ye yansımaları nasıl oldu?

Bizimle ilgili sadece mali bakımdan sıkıştırma var. Yukarıdan bir baskı yok, dernek olarak. Şundan kaynaklanıyor olabilir. Biz TGC olarak en sağlıklı örgütüz. 3 bin 771 üyeye sahibiz ve bir tabanımız var. Herkes bilir, o taban da sosyal demokrat, Atatürkçü bir tabandır. Akit'ten de üyelerimiz var ve ilk defa da sol kesimden başkan ben varım. O Atatürkçü dediğim taban beni seçti. Şundan bize belki ilişmiyorlar. Biz söylüyoruz, eleştiriyoruz ki, Faruk Bildirici'nin ifadesidir, ben de çok severim. Eleştirel gazeteciliğin en çok iktidara yararı vardır. Çünkü onun doğru yoldan sapmasını önlersiniz. İkincisi dışarıdaki meslek örgütleri bizi destekliyorlar. Türkiye'de sendikalar yetersiz olduğu için... Yüzde 2'lik bir sendikalaşma oranı var. Ancak basının yüzde 2'sine seslenebiliyor sendikalar. Dört sendika. Biri DİSK'e, biri TÜRK-İŞ'e bağlı, iki tanesi de HAK-İŞ ve devletin AA'ya kurdurduğu MEDYA-İŞ. Tek konuşan, raporlar veren cemiyet biziz. O bakımdan belki bize fazla ilişmiyorlar. Biz bu çizgimizi eskiden de sürdürüyorduk. Bizde bir değişiklik yok. 11 arkadaşız, çok değişik gazetelerden arkadaşlarımız var ama içeri girdiğimiz zaman o şapkalar çıkar, cemiyet şapkası takılır.

- Mali sıkıştırmalar dediniz. Onu biraz açabilir misiniz?

Bizim bir müzemiz var. Müzemiz Avrupa'nın sayılı basın müzelerinden biridir. O belediyeye ait bir bina. Bugün o binayı belediye geri almak istiyor. Tahliye edilmesini söylediler. Sonra davalı olduk, davayı biz kazandık. Ama ondan sonra 2 bin lira ödediğimiz kiraya 20 bin lira dediler. Yine konuştuk kirayı indirdik ama yine çatır çatır para ödüyoruz. Bugün bu kira cemiyetin gelirinin büyük bir bölümünü yiyor. Yıllardır çıkardığımız bir gazete  var; Bizim Gazete. Gazeteye kimse ilan milan vermiyor zaten. Alışılagelmiş birtakım etkinliklerimiz var. Bir tanesi kurucu üyemiz Sedat Simavi'nin adını taşıyan ödüller. Ki bu 9 dalda yapılan tek ödül. Eskiden buna çok rahat sponsor bulurken şimdi bulamıyoruz. İnsanlar korkuyor. Bize sakıncalı olarak bakıyorlar. Allah'tan bu bina kendimizin, buradan aldığımız kiralarla ayakta durmaya çalışıyoruz.

“TGC’ye sarı basın kartsız da üye alıyoruz”

TGC'ye üyelikte sarı basın kartı şartı eleştirilere konu oluyor. Özellikle internet medyasında çalışanlar tarafından.

Haklılar. İnternet gazetecilerine sarı basın kartı verilmesini öngören yasa çok sakat bir yasaydı. İyi ki olmadı. Biz orada çok iyi bir çalışma yaptık. Bülent Arınç zamanında çağırdılar, komisyona gittik. Nasıl bir şey, siz kabul ederseniz gireceksiniz. İsteğe bağlı. O zaman size basın kartı verecek, reklam verecek. Devlet arkanızda olacak. Peki devleti nasıl eleştireceksiniz? Bunları soran yok. Peki bu koşulları kabul etmeyenler ne olacak?  Onlar bildiği gibi devam edecek. Biz çok mücadele ettik, CHP'li üyeler de katıldı ve sonuçta iade edildi alt komisyona. Arınç çok kızdı o zaman. "Ben alt komisyona iadenin ne demek olduğunu bilirim" dedi. Bir daha da gelmedi o yasa. Onu düzeltip yapsalardı, eşitlikçi bir yasa iyi olacaktı. Bugün inkâr edilemez bir şey internet gazeteciliği. Üstelik daha da oraya kayıyor her şey. Ben arkadaşlara seçilirken söz vermiştim. En az 10 yıldır meslekte çalışan, basın kartı olmayan arkadaşlarımızı da biz üye olarak kabul edeceğiz ama bir ölçüde. Mesela her yıl 10 kişi. 3 yıllık süreçte de 30 kişi. Kadri o kontenjandan girdi, Ragıp Duran o kontenjandan girdi. Hâlâ da devam ediyoruz almaya. Ama internet tabii başka bir şey, ayrı bir düzenleme yapmak lazım. Belki önümüzdeki genel kurulda onu da yaparız diye düşünüyorum. Çünkü çok gelişen bir olay hakikaten.