Gündem

Tayfun Atay: Başakşehir, muhafazakâr zenginler için yasak aşkların yaşandığı yer hâline geldi, dindarlık dünyevileşti!

"Gençlerimiz bu iktidarın neşeyi yok ettiğini gördü"

01 Mayıs 2017 13:45

Cumhuriyet yazarı ve akademisyen Tayfun Atay, dindarlığın dünyevileştiğini belirterek "Başakşehir’in dindar muhafazakâr zenginler için yasak aşkların yaşandığı yer haline gelmiş olması ve daha pek çok örnek, dindarlığın dünyevileşmesi, İslami deyişle “masiva”ya, yalan dünyaya teslim olmasıdır. Bu sadece bize özgü bir durum da değil, bir dünya hali" dedi. 

Atay, sözlerine şöyle devam etti:

"Postmodern dönem, dini modernitenin kıyıya ittiği noktadan aldı, yeniden hayatın merkezine getirdi ama din, hayatın merkezine modern öncesi dönemlerde olduğu gibi özne olarak dönmedi, meta olarak döndü, sermayeye dönüşerek döndü"

Birgün'den Meltem Yılmaz'a konuşan Tayfun Atay'ın açıklamaları şöyle:

»Türkiye gündemini aylarca meşgul eden Anayasa değişikliği referandumundan, 51.5- 48.5’in ötesinde, yalnızca bugünün değil, geleceğin Türkiyesi’ne de dair ne gibi sonuçlar çıktı?
Şerif Mardin, 1989’da kaleme aldığı bir makalede, 2000’ler Türkiyesi’nde, “seküler” ve “İslami” olmak üzere, kültürel anlamda iki ayrı “ulus” çıkma ve bu iki ulusun şiddet dinamiği üzerinden karşı karşıya gelme olasılığından söz eder. AKP’nin 2011-2013 döneminde Ortadoğu’da kendini kabul ettirme yolunda belirgin bir İslami profil çizme çabasıyla bağlantılı şekilde, Türkiye’de seküler toplum üzerinde kurduğu baskının tepkisel patlamaya dönüştüğü Gezi olayları, bu olasılığın önünü açtı. İşte bu referandumda da, Mardin’in sözünü ettiği o iki ayrı “ulus” oluşumunun artık kristalleştiğini gördük. Öncelikle bu… İkinci sonuç, böylesi bir yüzde 50-50 ayrışmasının, mevcut dinbaz iktidarın otoriter istikrar sağlama hedefinin gerçekleşmesine imkân vermeyeceği. Zira otoriter istikrar, çok daha büyük bir kitle “Evet” deseydi, acımasız bir rahatlıkla gerçekleştirilebilirdi. Şimdiki durumda ise imkânsız. Deneyen, denedikçe batar. Üçüncü sonuç da, “Hayır” cephesinin böylesine konsolide olmasının, Cumhuriyet’in başarısına işaret ediyor olması. Yüzde 48.5 ve belki oylar çalınmasaydı yüzde 50’yi geçen oy oranı, seküler Türkiye’nin karşılığı. Kemalist modernleşme sorunsuz değildir tabii ama ne olursa olsun bu siyasal ve bürokratik seküler modernleşme girişiminin bir toplumsal karşılığı var. Bunun netleşmesi, özellikle iktidar cephesinden ha bire aksini iddia edenlere karşı önemli. Diğer yüzde 50 oy ise bir kara deliğe verildi. Zira AKP, bugün tepede bir lider, altta da troller ordusu ile fark edilen bir kara delik. Bu partiyi var eden pek çok insanın nasıl tasfiye edildiği ortada. Onların yerinde Erdoğan’a “inanmışlar”dan müteşekkil, kimsenin “Kral çıplak” diyemediği, diyenlerin linç kampanyasına uğratıldığı bir yapı var.

»Dahası, bugünlerde Kral’ı kim daha çok seviyor kavgası yapılıyor.
Doğru.

»Peki, sizin de vurguladığınız gibi, kurucu kadronun tasfiye edildiği, içinin bu kadar boşaltıldığı bir parti, referandumda böyle bir sonuç almasaydı dahi, yoluna nasıl devam eder ki?
AKP’nin geleceğe dönük bu şekilde gitmesinin imkânsızlığı ortada. Ama sürekli çatışmacı bir siyaseti hayata geçiren, Türkiye içinde ve Türkiye dışındaki gelişmelerden beslenerek hep bir çıkış noktası da bulan, tehlikeli bir önder aklı var.

»O zaman bahsettiğiniz aklın, hele ki referandumdan alınan sonuçtan sonra, varlığını sürdürmek için çatışmayı da sürdürmesi gerekiyor.
Şu anki sonuç hiç de baskıyı artırabilme noktasına gidebileceğini işaret etmiyor. Yine de çıkış bulamadığı noktada baskı ve şiddeti artırırsa yüzde 50’nin ya da daha fazlasının çok daha şiddetli tepkisini karşısında bulacaktır. Bunun karşılığında, o toplumun üstüne güvenlikçi çerçevede daha çok gittiğinde de, aynı şiddette çatışmaların doğmasına neden olur.

»Ama Gezi’de herkes gördü ki, seküler kitle hiç de şiddet yanlısı değil. İktidarın baskı atmosferini sürdürmekte bir sakınca görmemesinde, bu gerçeği biliyor olmasının rahatlığı da yok mu? “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” derken bu rahatlık yok muydu?
Zor tutuyorum dediği yüzde 50’yi Gezi sonrası süreçte bol bol sokağa döktü zaten. Pek çok sokak gösterisinin yanı sıra ve referandum sürecinde “Hayır” için çalışanların maruz kaldıkları sivil şiddet olayları, o yüzde 50’yi nasıl aktive ettiğinin göstergesi. Ama sonuçta eğer çatışmacı bir noktaya gidilirse, bu durum Türkiye’nin yarı yarıya birbirinin boğazına sarılmaya kalkışması anlamına gelir.

»Belki de tam bu yüzden, bir balkon konuşmasına yetişmemekle birlikte, kucaklayıcı söylemler yeniden başladı. Peki, “Hayır” cephesini ikna etmek, bunca deneyimden sonra, mümkün görünüyor mu?
Türkiye’nin seküler toplumu daha önce yaşadıklarından hareketle AKP’yi inandırıcı bulmayacaktır. 7 Haziran’da yüzde 41’e düşmüş ve koalisyon noktasına gelmiş bir siyasi hareketin diyalog ve barıştan söz etmesi gerekirken Kürt coğrafyasında savaş kartını öne çıkaran bir siyasi stratejiye yönelmiş olduğu gerçeğinden sonra, nasıl samimi bulalım? Selahattin Demirtaş’ın durumunda en ufak bir netleşme yokken, bir dolu seçilmiş milletvekili, 150’ye yakın gazeteci içerdeyken, OHAL’ler, KHK’ler devam ederken, akademisyenlere reva görülenler ortadayken nasıl samimi olduklarını düşünelim? Ama referandum tablosundan en azından otoriter bir rejim istikrarı çıkmayacağı, parti içinde anlaşılmış durumda.

»Sözünü ettiğiniz savaş kartı, haksız-hukuksuz tutuklamalar, OHAL ve KHK’ler gibi nedenler, referandumda kentli nüfusun AKP’ye desteğinin azalmasının da en temel gerekçeleri olsa gerek.
Evet. Zaten bu sonuç, toplumu korkutma ve sindirme girişiminin, kutuplaştırmanın, ayrıştırmanın başarısızlığıdır. Bu kutuplaştırma, arzu ettikleri bir Türkiye yaratmadığı gibi, tersine, kendisine bağlı görünen kesimde bile soru işaretleri ve rahatsızlığın dışa vurulmasına neden oluyor artık. Metropolleri yanında bulsaydı totaliter bir rejime gidiş konusunda belki hiç tereddütsüz hareket ederdi ancak olmadı. Demek ki seküler toplumda bir yılgınlık, çaresizlik, teslimiyet olmadığı gibi, ters yönden, muhafazakâr kesimde bir yılgınlık, rahatsızlık ve “Artık yeter Reis” deme durumu var gibi.

»Peki, muhafazakâr kesimde sözünü ettiğiniz yılgınlık hissi neden? 15 yılda AKP ile beraber şekillenen ve yükselen kentli muhafazakarların, yılgınlıktan ziyade, 90 yıllık referanslarla hareket eden seküler kesime kıyasla çok daha enerjik olması beklenmez mi, zira AKP ile birlikte yeni dil, söylem ve yöntemlerle tanıştılar, yeni referanslar edindiler.
Yılgınlık, kutuplaştırmacı siyasetteki ısrara yönelik duyulan bir yılgınlık, ben onu söylemek istedim. Yoksa yükselen kentli muhafazakârlar, ekonomi-politik işleyiş noktasında enerjilerini hâlâ kaybetmiş değiller. Kentsel dönüşüm projelerine, inşaata dayalı büyümenin, kredi sisteminin bu kesim tarafından nasıl benimsenip hayata geçirildiğine bak, bütün buralarda gayet uyumlu ve enerjik hareket ettiklerini görüyoruz. Ama esas kültürde, sanatta, edebiyatta, düşüncede, eleştirel akılda neredeler? İşte oralarda yoklar. Çünkü o alanlar ancak seküler bir iklimde şekillenir.

»AKP ile yetişen genç neslin çoğunluğunun Hayır oyu kullanmasını da bu bağlamda mı değerlendirmek gerekir?
Twitter’ı yasaklayabilecek bir irade öncülüğündeki siyasi harekete gençler yönelebilir mi? Bu gençler AKP iktidarında büyüdüler, daha öncesini görmediler, pek çok nimeti AKP iktidarında gördüler, tamam ama bu iktidarın, gündelik hayatın akışını bozmaya çalıştığını, iklimindeki neşeyi, rengi, canlılığı yok etmeye çalışan bir yönelimi olduğunu da görüyorlar. Hani dindar nesil yetiştireceğiz denildi ya, dindar nesille kastedilen aslında dinbazlığı, yani din adına insanların her yapıp ettiğine kendi bildiğince karışmayı, gençlere bir şekilde siyasal norm olarak benimsetmekti.

»Yani mahalle baskısında gençleri aktör yapmak, öyle mi?
Evet, böyle de ifade edilebilir. Aslında çok karmaşık, derinlikli ve ayrıntılı içeriği olan sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlara siyaseten toptancı şekilde dinbaz bir mühendislik faaliyeti ile yaklaşımda bulunmak bu. Sosyolojik, sosyal-antropolojik, psiko-kültürel yaklaşımlarda bulunmak gerekirken “Ben yukarıdan bir dindarlık boca ederim, böylece kiri-pası dindarlıkla yıkarım” demek. Bir zorla-kültürleme, daha doğrusu zorla-dindarlaştırma girişimi. Gençler de tabii bunu hissediyor, bu söylemi, onu dillendiren şahsiyeti, onun tavrını, meydanlarda nasıl bağırdığını görüyorlar ve sanırım çok da haz etmiyorlar. Hâlbuki bu kuşak, çok esprili, mizaha açık, radikallikten uzak, yumuşak başlı, uzlaşmacı ve en önemlisi dinle barışık. Ama din adına gelenekçi, cemaatçi ve zamanın ruhuna ters dayatmaları da kaldıracak cinsten bir kuşak değil.

»Kentli seçmen ve genç nüfusun dışında, referandumun en çok dikkat çeken sonuçlarından biri de Üsküdar, Eyüp, Fatih’te çıkan “Hayır” ağırlıklı oylardı. Bu oyları, Saadet’in bu referanduma özgü “Hayır”a çalışmış olmasından çıkan bir sonuç olarak mı okumak lazım ya da siz nasıl yorumluyorsunuz? 
Bu ilçeler muhafazakârlığın Osmanlı’dan bu yana tarihsel olarak kök saldığı ilçeler ama aynı zamanda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde modernleşmenin havasını da solumuş ilçeler. Buralar muhafazakârlığın olgun ve “medeni” olduğu ilçeler. Bu referandumda buralarda daha önce kendini AKP’de bulmuş insanlar “Hayır” dediler. “Bu kadar da olmaz” dediler. “Bu toplumda içki içen de var, serbest yaşamak isteyen de var ve bunları yok etme çabası olmamalı” dediler. “Neden bu kadar zorluyoruz, isteyip de gerçekleştiremediğimiz ne var” dediler. Buna karşılık, örneğin Sultanbeyli için benzeri bir değerlendirme yapamayız, çünkü bu bölgenin sosyo-ekonomik ve kültürel-demografik yapılanması, yapılanma süreci çok farklı.

»O zaman bu değerlendirmenizden şu sonucu çıkarabilir miyiz: Söz konusu ilçelerde “Hayır” diyen muhafazakâr kesim, sadece Başkanlık’a değil, aynı zamanda farklı hayat tarzlarının yok edilmeye çalışılmasına da “Hayır” dedi. Muhafazakâr kesimin mesajını böyle okumak mümkünse, bu tablo, iktidarın yarattığı karşıt kutuplar arasında yeni bir dönemin, iktidara rağmen, başlangıcı olarak yorumlanabilir mi?
Bir kesim muhafazakârın mesajı bu. Aslında sözünü ettiğimiz karşıt kutuplar, yani Türkiye’nin seküler ve muhafazakâr yarımları arasında farklı bir ilişki durumu daha önce kendisini göstermişti ve bir ayrışmaya değil sarmaşmaya doğru gidişin işaretleri vardı. Örneğin, 2000’ler sürecinde. İnsanlar, özellikle de gençler, kültürel sağırlık içinde oldukları karşı dünyalara kulak vermeye başlamıştı. Tartışmalar diyaloğa, çekişmeler etkileşime, husumet ve soğukluklar muhabbete doğru bir kültürel evrilme içindeydi. Ekonomide, gündelik yaşamda ve popüler kültür alanında pek çok işareti vardı bunun. Bu, 2011 sonrası süreçte, siyasi olarak tam ters yönde bir aktivasyona uğratıldı. AKP’nin “İnşa dönemi” retoriği eşliğinde... Gezi’de de “Yarım”larımızın şiddetle yarılması yoluna girildi.

»Peki, AKP gibi bir parti için muhafazakâr semtleri kaybetmek, Müslüman burjuvaziyi ya da genç nüfusu kaybetmekten daha mı kritik?
Biraz daha damardan bir etkisi olur tabii. Çünkü siz bu muhafazakâr alanları çantada keklik sayıyorsunuz. Dolayısıyla oradaki sarsıntı büyük olur. AKP bu referandum sonrasında ilk defa sırtını dayadığı bu kaynaktan da o kadar emin olmaması gerektiğini, orada da artık bir sorun olduğunu hissetti.

***

Din, meta olarak döndü

»İslamın sekülerleşmesi konusunda dikkat çekici yaklaşımlarınız var. Bugün bu anlamda nerdeyiz?
İslam’ın sekülerleşmesi dediğimde yanlış anlaşılıyor. AKP’nin siyaseten yapıp ettikleri, dayattıkları doğrultusunda “ne sekülerleşmesi kardeşim” deniliyor. Kültürel ve sosyolojik plânda dindar muhafazakârların kapitalizme ilişik şekilde sekülerleşmeye dönük yüzleri görmezden geliniyor. Bir dolu örnek var ama ilk akla gelenleri sıralayayım. Acun Ilıcalı’nın “O Ses Çocuklar” programında çocuğunu yarıştıran dindar muhafazakâr aileler, tesettür moda dergileri, tesettür defileleri, “Ben Bilmem Eşim Bilir” ve benzeri yarışmalarda kan-ter içinde kalan, kazanınca hepimizin gözü önünde kucaklaşan mütedeyyin çiftler, el ele, sarmaş dolaş flörtleştiklerini gördüğümüz dindar gençler, Başakşehir’in dindar muhafazakâr zenginler için yasak aşkların yaşandığı yer haline gelmiş olması ve daha pek çok örnek, dindarlığın dünyevileşmesi, İslami deyişle “masiva”ya, yalan dünyaya teslim olmasıdır. Bu sadece bize özgü bir durum da değil, bir dünya hali. Postmodern dönem, dini modernitenin kıyıya ittiği noktadan aldı, yeniden hayatın merkezine getirdi ama din, hayatın merkezine modern öncesi dönemlerde olduğu gibi özne olarak dönmedi, meta olarak döndü, sermayeye dönüşerek döndü.