Söyleşi

Tanıl Bora: “Tamam” kampanyası, çok başarılı bir Uzak Doğu sporu hamlesiydi

“Zamanımızın hikmeti bu olabilir: Hakikat, hakikat benim söylediğimdir diyebilenindir!”

Fotoğraf: Burak Ciritçi

18 Haziran 2018 03:00

Yaklaşık 17 yıldır  tek başına iktidarda olan AKP'nin dilinde resmileşen “Yeni Türkiye” söylemi siyasal, kültürel anlamda keskin bir toplumsal dönüşüm çabasına işaret ediyor. Bu süreçte iktidarın toplumsal rıza üretmek adına sıklıkla başvurduğu metotların başında ise elbette dilin kullanımı geliyor.

1989 yılından bu yana kaleme aldığı yazılarla Birikim’in sembol isimleri arasında yer alan, yazar, editör ve çevirmen Tanıl Bora, son kitabı “Zamanın Kelimeleri”nde tam da bu noktaya, “Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili”ne odaklanıyor. 

“İktidarın iyice mütehakkim hale gelmesine, kâbuslaşmasına, gün be gün azarlanmamıza bağlı olarak, üzerimize savrulan laflar da daha yaralayıcı, bereleyici olmaya başladı”  değerlendirmesini yapan Bora, kitabında iktidarın söylemlerinin etkisiyle dilimize dolanan, zaman zaman muhalif kesimler tarafından da benimsenen ya da toplumsal hafızanın çekmecelerinde unutulmaya yüz tutmuşken anımsatılan kelimelere, söylemlere, biraz da evveliyatlarını hatırlatarak ışık tutuyor. 

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Milletimiz 'Tamam' derse ancak o zaman biz kenara çekiliriz" sözlerinin ardından bir muhalefet sloganına dönüşen 'Tamam' söylemi için "Çok başarılı bir Uzak Doğu sporu hamlesi" yorumunda bulunan Tanıl Bora ile “Zamanın Kelimeleri”ni konuştuk:

“Yeni Türkiye”nin kelimelerini ne zaman ve neden irdelemeye karar verdiniz? Yazılarınızı kitaba dönüştürme fikri ne zaman ortaya çıktı?

“Marjinal” üzerine bir yazı yazmıştım. Başlangıç odur. 2013 Mayıs’ı, Gezi isyanının çıkışından kısa bir süre önce. Ondan birkaç ay sonra, “samimiyet” üzerine yazdım, o daha uzun bir yazıdır. 2015’te, Birikim’in internet yayınında on beş günde bir düzenli yazmaya başlayınca, yavaş yavaş, siyaset ve iktidar lisanının carî lâflarını ele almayı düzenli hale getirdim. Biriktikçe, bazı arkadaşlarım bunları bir kitapta toplamanın anlamlı olacağını söylediler, eyvallah dedim. Kitaplaştırmak üzere toparlarken, sadece kitapta yer almak üzere, altı yazı daha kattım.

Kitabınızda son 3-4 yıla odaklandığınızı görüyoruz. Ancak yeni bir dil/söylem biçimi ortaya çıktığı fikrine nasıl/ne zaman ulaştınız?

Yeni bir dil veya söylem çıktığını söyleyebilir miyiz, bilmiyorum. Benim ilgimi çeken, az evvel konuştuğumuz şey, yani kafamıza atılan lafların çoğalması. Onların oluşturduğu baskı, yarattığı daralma. Yeni olan, daha ziyade budur.

Öteden beri sözlere, “laflara” bir ilgim var. “Normal” zamanlarda da, laflara takılırım yani, neyin nasıl söylendiğine takılırım, jargonlara, kalıplara takılırım. Son dönemde, malum, iktidarın iyice mütehakkim hale gelmesine, kâbuslaşmasına bağlı olarak, gün be gün azarlanmamıza bağlı olarak, üzerimize savrulan laflar da daha yaralayıcı bereleyici olmaya başladı. Dile dolanan ifrit edici laflar çoğaldı. Bunların anlamlarını, işlevlerini, biraz evveliyatlarını deşmek istedim. Çağrışımlarını deşmek istedim. Biraz da o lâflarla oynamaya çalıştım; bazen lâfları yan yollara sokarak, üçüncül, dördüncül anlamlarının izini sürerek…

Bu arada, daha önce çevirmiş olduğum, Victor Klemperer’in LTI kitabının da ilham verici bir etkisi oldu. Nasyonal sosyalizmin lâflarının nasıl normalleşip herkesin diline yerleştiğini anlatır o kitap. Görünüşte “masum”, “nötr” olan ama aslında güçlü hükümleri, zihniyet kalıplarını, önyargıları taşıyan lafların nasıl o ideolojinin muhaliflerinin bile diline yerleşebildiğini anlatır. Bu yanına da bakmaya çalıştım. Şunu da hep ekliyorum, bu lafların hepsi iktidar tarafından “kurgulanmış”, ona mahsus laflar değil. Bir kısmı da adı üstünde “zamanın” lafları, şu zamanda herkesin diline kolaylıkla yerleşebilen laflar.

Hrant Dink Vakfı’nda gerçekleştirdiğiniz söyleşide, kitabınızın kapağına atıfta bulunarak, “kelimelerin bir taş gibi üzerimize yağdığı ancak aynı taşların suyun içinde yontularak zaman içinde anlamını kaybedeceği” benzetmesi yapıyorsunuz. Sizce kitapta yer verdiğiniz hangi kelimeler uzun soluklu bir etki yaratacak?

“Yerli ve milli” evveliyatı olan, uzun menzilli bir “terim”dir. On yıllardır aralıklarla kullanıldı, daha da ömrü olabilir. Keza mesela “hassasiyetler”, epeyce “nötr” görünen, geniş menzilli bir kelime. Ebediyete kadar kalabilir. Buna karşılık, mesela “üst akıl”, zannediyorum bir zaman sonra mizahın avadanlığına katılır, sonra da unutulur gider. Bunların seyrini ve akıbetini izlemek de ilginçtir.

Kitap tamamlandıktan sonra “Keşke şunu da ekleseydim” dediğiniz kelimeler/kavramlar oldu mu?

Elbette. Başka bir söyleşide de söyledim, “noktasında”yla meşgul olmayı çok istiyorum mesela, sayfalarca örnek topladım ama bir biçimine getiremedim. Kitap çıktıktan sonra da bu izlekte yazmaya devam ettim, hâlâ da ediyorum. Birikim’in internet yayınında. En son “sosyoloji” kavramının kullanımı üzerine yazdım.

‘Hegemonya’ kavramını açıklarken iktidarın muhalefeti kendi söylemine tabi kılması halinden söz ediyorsunuz. Erdoğan’ın söyleminin ardından başlayan ‘Tamam’ kampanyası sizce bu ‘hegemonya’nın bir örneği mi, yoksa o hegemonyaya bir itiraz mı? İktidara karşı üretilen söylemler de iktidarın hegemonyasında/kontrolünde/planlaması dahilinde mi gelişiyor?

İktidarın ağzındaki bir lafın herkesin diline yerleşmesi, onun bir hegemonik başarısıdır genellikle; fakat başarıyla tersine çevrilmesi veya alaya alınması, boşa düşürülmesi de başarılabilir, mümkündür. “Tamam” kampanyası, çok başarılı bir Uzak Doğu sporu hamlesiydi, ona şüphe yok. Muktedirin bir lafı, bir slogan olarak ortaya atılmamış, öylesine söylenmiş bir lafı kapılıp, çok güçlü ve neşeli bir muhalefet kampanyasına çevrildi.

Burada iki şeye dikkat etmek gerekir gibime geliyor. Birincisi, bir çiçekle bahar gelmez, tek bir sözle hegemonya kurulmaz veya hegemonya kırılmaz! İkincisi, “karşı” tarafın laflarının peşinde gezmek, gerileten, kısırlaştıran bir şey. Bunu da hiç unutmamalı.

Gezi Parkı protestolarından itibaren başlayan süreçte Erdoğan’la özdeşleşen ‘çapulcu’, ‘marjinal’ gibi söylemler, söylemin hedefindeki kitlelerce sahiplenilerek ciddi bir mizah üretimine alt yapı da hazırladı. İktidarın söylemlerinin anlam değiştirerek, hatta tam karşıtı bir içerikle yeniden üretilmesine nasıl bakıyorsunuz?

Bir önceki sorunuzda bu konuya girmiştik aslında. Asabiliğe karşı mizahı koymanın, başlı başına bir kıymeti var. Bahsettiğiniz zekice “kontra” hamleler, insana iyi hissettiriyor. Mağlupken galip hissettiriyor. Bir güç kaynağıdır, eyvallah. Fakat bunun bir eğlenceliğe dönüşmesi eğiliminden de sakınmak lazım, diye düşünürüm. Bunun bir kendinden memnuniyet konforuna dönüşmesinden sakınmak lazım.

Demirel’in “Benim köylüm” söylemi, bugün “Benim esnafım” olarak karşımıza çıkıyor. Sizce bu söylemler hedef kitlelerde karşılık buluyor mu?

Popülizmin ananevi alet edevatıdır bu laflar. Paternalist mesajlardır; korumacı kollamacı. Bunların, kayırma ekonomisinin mesajları olduğunu da unutmamalı. Doğrudan bahsedilmediğinde bile alt metninde kredi, teşvik, borç ertelemesi vs. de vardır, piyasa vardır. Elbette bir karşılığı var. Ama tabii icraatla ve konjonktürle de bağlantılı; işler kötü gittiğinde, memnuniyetsizlik yayıldığında, pek kâr etmez. “Benim esnafım”, gayet pragmatisttir zira!

24 Haziran seçimleri öncesinde 11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün adaylığı tartışılırken, AKP’ye kırgınlık yaşadığı bilinen Bülent Arınç, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmesinin ardından “Ben AK Partiliyim” açıklaması yaptı. Arınç’ın söylemi “lidere sadakat” doktrininde nereye düşüyor?

Evet, sadakat bayrağını dalgalandıran bir çıkış. Lakin lidere değil partiye sadakat belirtiliyor dikkat ederseniz. İsteyen, “dava”nın, lideri aşan esas sadakat odağı olduğu anlamını çıkarabilir – veya, çıkarabilsin diye öyle söylenmiştir.

“Üst akıl”, “Büyük resmi görmek” gibi kavramlar aracılığıyla “komplo ideolojisi”ne ışık tutuyorsunuz. Komplo teorileri toplumda nasıl karşılık buluyor, nasıl etki yaratıyor?

Komplo ideolojisinden öte, komplo zihniyeti diyorum. Bir format. Bizim “ulusal ideolojimizin” kurucu unsurlarındandır! Çok güçlü temelleri olduğunu düşünüyorum. Solda da hayli yaygın. Komplolar elbette kurulur, bunları fark etmek lazım, elbette. Komplo zihniyetiyle kastettiğim, komplocu açıklamalardan gözünü alamamak, en sağlam gerçekler olarak onları görmek; giderek komplo düzeneklerini insanların, toplulukların iradelerine yer bırakmadan her şeyi topyekun belirleyen etkenler olarak görür hale gelmek. En beteri: insanlara kendi akıllarının fikirlerinin sahibi değil, arka plandaki kudretli birtakım “mihrakları” seslendiren kuklalar olarak bakar hale gelmek. Bunun arkasında eğitim sistemi var, “yetişme tarzımız” var, münakaşa usullerimiz var. Gayet zengin bir komplocu literatür var. Komplo teorilerinin cazibesi ve sağladığı açıklama kolaylığı var.

Döviz kurundaki sıçrama gibi matematik bir süreç de iktidar temsilcileri tarafından "algı operasyonu" olarak nitelendiriliyor. Siyasal zeminde "Türkiye'nin hiç özgür olmadığı kadar özgür olduğu" iddiası vurgulanıyor. "Görüş farkı" mı, "Gerçeğe saldırı" mı ya da ne dersiniz?

Komplo zihniyeti burada da bariz bir etken. Bu “açıklamaları” yapanların kendilerinin komplo zihniyetine gömülmüşlüklerinden öte, komplo zihniyetinin gücüne, işlerliğine güvenmeleri bence esaslı bir etken. Unutmayalım, “post-truth”un bütün dünyada tartışıldığı bir zamanda konuşuyoruz bunu. “Zafer, zafer benimdir diyebilenindir” diye bir söz vardır ya, Mustafa Kemal’e atfedilen… Zamanımızın hikmeti de bu olabilir: “Hakikat, hakikat benim söylediğimdir diyebilenindir!”

İktidar kanadı sıklıkla kendisini destekleyen kitleleri konsolide etme yoluna başvuruyor. Bu konsolidasyonda dil kullanımının rolü nedir?

Başrollerden biridir. Politika dille yapılır. Dilden ibaret olduğunu söylemiyorum, ama dil, mühim. İmgelerle konuşan, sözel olmayan dil de mühim, sözel olanı da mühim. Bir anlam çerçevesi kuruyorsunuz dille, sadece zihinlere değil duygulara hitap ediyorsunuz. İnsanların kafalarının içinde gezdireceği ve hasbihalde ortaya süreceği laflar veriyorsunuz onlara. Hem, “söz” veriyorsunuz; ümit ve güven veriyorsunuz. Ya da, veremiyorsunuz… Muhalefet için de aynısı geçerli tabii.

“Milliyetçiliği ayaklar altına aldık”tan “Yerli ve Milli” söylemine uzanan süreçte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın milliyetçilik politikasını nasıl değerlendirirsiniz?

AKP’nin milliyetçilik ideolojisi, başından itibaren bir ikili söylem karakteri taşıyordu. İlk dönemde baskın olan, liberal “müsbet” milliyetçilik çizgisiydi. “Slogan milliyetçiliğine” karşı çıkarak iktisadi ve “medeni” başarılarla övünmek gerektiğini vurgulayan, Osmanlı geçmişine ve İslam’a da atıfta bulunarak çoğulcu beraber yaşam kültüründen bir “milli gurur” çıkarmayı öneren bir söylem. Bu söylemin yanı sıra, ama kısmen bunla da eklemlenen, bir milliyetçi-muhafazakâr hamaset de vardı bir yandan. Osmanlılık üzerinden Türk kimliğini de kendine bağlayan, asli kimlik unsuru olarak İslam’ı alan bir millet tanımı.

Tehdit algısı güçlendikçe, sertleşmeye, mütehakkimleşmeye bağlı olarak, tabii en önemlisi “çözüm süreci”nden çatışmacı siyasete dönmeye bağlı olarak, ikinci söylem şiddetle galebe çaldı. Galebe çalarken, Türk milliyetçiliğiyle de daha fazla iltisaklandı. Türk milliyetçiliğinin kimi imgelerini ve kimlik alametlerini kullanarak, bir sembol siyasetiyle oluyor bu. “Yerli ve milli” sıfatı, milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin eski ve gözde bir sıfatı olarak, bu terkibin ifadesidir. “Yerli ve milli” ve “Osmanlı” hamasetiyle, Milli Görüş kökenli milliyetçilik/millicilik anlayışı fazla zedelenmiyor, adını koymadan “millet”den bahsetme stratejisi sürdürülüyor; ama bundan hususen “Türk”ü anlayanların gönlünün de hoş edilmesi umuluyor. Şunu unutmayalım: Resmi devletlû milliyetçiliğin beka söylemi, burada güçlü bir tutkaldır. Liberal “müsbet” milliyetçilik söylemi de zaman zaman uç verebiliyor; işte, yollar köprüler, ekonomimizin azameti falan… Ama şimdi bu motifler de milliyetçi-muhafazakâr hamasete gömülüdür.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP yönetimi “kültürel anlamda istenilen noktaya gelinemediğine” dair sitemleri sıklıkla dile getiriyor. Son dönemde gerçekleştirilen Yeditepe Bienali gibi organizasyonlar, ödül törenleri ve Atatürk Kültür Merkezi gibi cumhuriyetle özdeşleşen yapıların form değiştirmesi çabaları, iktidar nezdinde şikâyetçi olunan “kültürel hegemonya”nın kırılması konusunda başarılı olunduğunu mu gösteriyor? "Kültürel anlamda iktidar olmak"tan ne anlamalıyız? 

İktidar-hegemonya ayrımını hiç unutmayalım. İktidar, güçle, zaptiye ve adliyeyle ve tabii maliyeyle kuruluyor. Hegemonya ise, zihinlere, gündeliğe, hal ve tavırlara nüfuz ederek… İsterseniz basitçe “kültürle” diyelim. Hegemonya, kültürle, kültürel nüfuzla kurulur. İktidar, bu bakımdan kendini zaaf içine görüyor. Yaptığı kültürel hamlelerin, iktidar bloku içinde de tartışmalı olduğunu, memnuniyet yaratamadığını da eklemek gerek. Bu başlı başına ayrı bir konu, bence.

Bence, bu “kültürel iktidarı elde edemedik” yakınması, hasımlara karşı bilenme işlevi bakımından da önemli. Hatta belki en önemli yanı budur!“Yabancı” kültürleri pazarladığı söylenen Batıcı-Kemalist-sol-liberal (hepsi birbirine ulanıyor) bir “seçkinler” belasına karşı bayrak açılıyor, bu yakınmayla. Bu “yabancılaşmış” elitin kültürel hayatı ele geçirmiş olduğu, yerli ve milli kültürün neşvü nema bulmasına geçit vermediği, zihinleri zehirlediği söyleniyor. “Kültürel iktidar” meselesinin en istifadeli yanı, budur.

Yeni bir dil stratejisi geliştirmek mümkün mü?

Elbette mümkün. Politikanın esaslarındandır… Demokratik bir politikanın, sadece etkili olmayı gözetmekle kalmayan, kendi değerlerine, hedeflerine uygun bir dil stratejisi olması gerekir. Hem düşünmeyi, “kurmayı” gerektirir bu, hem de temas, ilişki, tecrübe gerektirir. İlişki içinde, konuşma içinde, yani karşılıklı konuşma içinde, yani politik etkinlik içinde gelişecek bir şey.

 Politik doğruculuk konusunda ne düşünüyorsunuz?

Büyük hizmeti olmuştur! Terbiyevî bir etkisi olduğu kesin. “Öyle demeyelim”den başlayarak, neden öyle dememek gerektiğini, çünkü neden öyle bakmamak gerektiğini düşündürmeyi sağladığı, doğru. Ama dili kasan, kendi resmiyetini oluşturan bir etkisi de olabiliyor, o da nahoş. Asırlardan gelen ayrımcılık belâlarıyla yüzleşmeyi sadece diplomasiye emanet etmemek lazım.

Yargı geçtiğimiz günlerde, kadınlara yönelik ayrımcılık içerdiği belirtilen bazı kelimelerin Türk Dil Kurumu’nun (TDK) sözlüğünden ve internet sitesinden kaldırılmasına karar verdi. Siz bu kararı nasıl yorumluyorsunuz? “Toplumda olanın sözlüklerden esirgenmesi yanlış” görüşüne katılır mısınız?

Kelimeleri kaldırmak yerine, anlamını ve kullanım biçimini sorgulayan, icabında zemmeden bir anlatımla vermek, daha iyi bir yoldur bence.