Gündem

Sırrı Süreyya Önder: Metiner ve Miroğlu buraya çıkıp "Ben Türkmenim" mi diyecek?

"Bu bir çılgınlık, bunun nereye varacağı belli olmaz"

17 Aralık 2017 15:10

HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Şanlıurfa Milletvekili Osman Baydemir'e Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) "Kürdistan" dediği için verilen iki gün oturumlardan çıkarma ve para cezasına tepki gösterdi.  Önder "Kürsüde söylenen söze para cezası ne demek yahu? Dava paraysa hepimiz bunun parasını öderiz, inandığımız şeyleri söylemekten bir dakika beri durmayız" dedi. AKP'li vekiller Orhan Miroğlu ve Mehmet Metiner'in de Kürt olduğunu hatırlatan Önder, İki AK Parti’li Kürt vekili hatırlatan Önder, “Miroğlu buraya çıkıp ‘Ben Türkmenim mi’ diyecek? Metiner buraya çıkıp ‘Ben Türkmenim mi’ diyecek?" diye konuştu. 

Önder ayrıca "Yurdumun adı söylenemiyor' duygusunu bir gence verirseniz o gencin önüne mani olamazsınız" ifadesini kullandı.

Önder, şunları söyledi:

"Sabah burada üzücü bir olay haber aldık, eski Başbakanın oğlu hayatını kaybetmişti. Hep beraber üzüntülerimizi bildirmedik mi? HDP de, HDP Grup Başkan Vekilimiz Filiz Kerestecioğlu diğer partiler gibi üzüntüsünü beyan etmedi mi? Etti. En azından, sabah burada olan herkes ve tutanaklar tanık. Gazetelere bakıyorum, en azından iki gazeteyi isim vererek söyleyeyim: Sabah ve Hürriyet, ana akım sayılacak iki gazetede diyor ki: “Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi temsilcileri Mecliste üzüntülerini beyan ettiler.” Şimdi, bir gazete olsa dersin ki direktörü ya da Anadolu Ajansı mahreçli dersin, tek kaynaktan almışlar, olduğu gibi kullanmışlar. Her birinin muhabiri ayrı fakat haberde HDP yok. Niye böyle? Çünkü verilen kati bir talimat var: “HDP’yi görünür kılmayacaksınız.” Bu ülkede sansür var, bu sansür başka bir şeyin de habercisi. Neyin habercisi? HDP ve onun temsil ettiği değerler, en normal insani faaliyetlerinde bile kamusal alanın dışına itilmeye çalışılıyor. Bu, KHK ihraçlarında böyle; bu, toplantı, gösteri izinlerinde böyle; en sıradan bir faaliyette bile HDP kamusal alanın dışına atılmak isteniyor. Biraz önce de bir başka versiyonunu seyrettik."

"Toplumsal meseleler eğilip bükülemez"

Bu ülkede sizin hükümetiniz ve sayın Başbakan bir ilde bir havalimanına bir şahsiyetin, değerli bir şahsiyetin adını verdi; Şerafettin Elçi Havalimanı. Şırnak havalimanının adı Şerafettin Elçi Havalimanı oldu. Değişik zamanlarda Şerafettin Elçi’nin adının niye verilmesi gerektiğine gerekçe olarak “Türkiye’de Kürt vardır, ben de Kürt’üm” dediği için Yüce Divanda yargılanıp haksız yere, nahak yere hapis cezası almasını ve cezaevinde yatmasını gösterdi. Devran değişti, sular aktı. Şimdi, toplumsal meseleler konjonktüre göre eğilip bükülecek meseleler değil. Dün, Kürt olduğunu, “Kürt var” dediğini teyit ettiği için adını bir havalimanına layık gördüğünüz bir şahsiyeti ve onun kullandığı kavramı bugün buralarda menetmeye çalışıyorsunuz. Yol mu? Değil. Faydası var mı? Yok. Hiçbir kitapta yeri var mı? Asla. Peygamberiniz bununla amel etmiş mi? Etmemiş. Neyi referans alarak ve ne umarak böyle yapıyorsunuz?

"Newroz kutlayayım derken pantolonunu yaktı"

Önce dediler ki: “‘Newroz’ diye bir şey yoktur.” Kürt halkı bu anlayışı iyi tanıyor. “‘Newroz’ Türk bayramıdır” dediler. Kürtlerin yaklaşımı da “Orta Doğu halklarının bayramıdır” şeklindeydi. Sonra devir değişti ve ilk Newroz kutlamasında Cizre ve Nusaybin’de 92 kişiyi hedef gözetmeden tarayarak öldürdüler, sadece kendi bayramını kutlamak isteyen insanları. Ardından, dediler ki; olağanüstü hâl valisi vardı, hırsızlıkla suçlanmıştı -hani devletin gizli ödeneğini İstanbul’a atanınca yanında getiren-. “Terör” dediğin zaman hırsızlığın her türü mübahtı, 2 milyon markını yanında getirdiği açığa çıktı. “Aman, terörle mücadele…” falan, her şeyin üzerine bir şal. O kutladı, Diyarbakır’daki kamu müdürlerini bile toplayamadılar. Devlet bir toplumsal bayrama, bir halkın bayramına müdahil olursa böyle oluyor. Ateşten atlarken de pantolunu yaktı, o Kürt gençleri gibi atlayamadılar. Resmî tören bu kadar olur.

Sonra devlet tekâmül etti, dedi ki: “Kutlayabilirsiniz ama “Newroz”u ‘w ile değil ‘v ile yazacaksınız.” Kürt’ün çilesi bir türlü bitmiyor. “Newroz”u “w”la yazdığı için bu ülkede hapis cezası alan yüzlerce insan var. Niye? Alfabedeki bir harfi bir bölücü propaganda sayma zekâsı akıllara seza. İçinizde değerli Kürt vekilleri var, bunun, bu dönemin ayrıntılarını sorun, yakıcılığını sorun, size anlatsın. Şimdi, Ladino dilinde bir deyim var; “O tozlar bu çamurları getirdi.

Bakın, bir müşterek tavır içine girdiğimizde bile kamusal alanda görülmüyoruz ve bir başöğretmen edasıyla sürekli yerindelik denetimi yapacak bir Meclis Başkan Vekiline de ihtiyacımız yok. Ne dediğini bilen, ağzından çıkanın nereyi gittiğini bilecek kapasitede, kalibrede insanlarız. Ve bu Meclis’te “Bu kürsüde ne söyleyemiyorsunuz ki silahlı mücadeleye gidiyor bu insanlar” diye Başbakanınız, Başbakan Yardımcınız, bakanlarınız defalarca bu kürsüde söyledi. En etkilisi Sayın Arınç’ın konuşmasıydı: “Bu kürsüye gelecekler, hoşumuza giden, gitmeyen ne varsa söyleyecekler. Bu da bizim görevimizdir.” Sayın Kurtulmuş’un bu konuda ne düşündüğünü gerçekten merak ediyorum.

“Kürdistan”ı siz bir coğrafi deyim olarak ya da bir tanımlama olarak ya da bir kavram olarak beğenmiyor olabilirsiniz, sizin tüylerinizi diken diken ediyor olabilir. Burada “Benim yurdumun, halkımın adı söylenemiyor” duygusunu bir gence verirseniz, dünyanın bütün OHAL bütçelerini, tankını, topunu, tüfeğini bir araya getirseniz o gencin önüne mani olamazsınız.

 Siz zannediyor musunuz biz kalpsiz insanlarız, yitip giden canlara en az sizin kadar yanmıyoruz? Bunların hepsinin giden müşterek geleceğimiz olduğu konusundaki basiretimiz sizden bir saç teli kadar beri zannediyor musunuz? Bu nasıl bir akıldır, bu nasıl bir kavrayıştır? Giden herkesle beraber; asker, polis, gerilla, suçlu, suçsuz… Hepsi geleceğimizin ortak kaybıdır. En az sizin kadar biz de yanıyoruz. Bizim sizden farkımız “Yüz yıldır kullanılan yöntem bu meseleyi daha da derinleştirmiş. Kardeşim, başka bir yol mümkün müdür” sorusunu sormamız. İşte sizin hepinizden burada ayrılıyoruz. Sadece bunu yapmıyoruz, bunun için bedel ödüyoruz. Önceki gün bütçe konuşmam vardı ama aynı zamanda zorla getirmem de vardı. Önceki günkü Millî Savunma bütçesinde barış sürecini anlatacaktım, barış paradigmasını anlatacaktım ama mahkemelerde sürünüyoruz. Dinlenmiyoruz. Hâkim diyor ki: “Müşterimiz çok, işimiz çok, seni mi dinleyeceğiz?” Ama içeri atarken, fezlekeler hazırlanırken hiç böyle demiyordunuz “İşimiz çok falan, filan” diye.

Normalde, Kültür Bakanlığı üzerine konuşacaktım fakat yaşananlar bir akıl yitimi. Bu yolda ısrar edebilirsiniz. Şüphesiz, çoğunluğunuz var. Kürsüde söylenen söze para cezası ne demek yahu? Dava paraysa hepimiz bunun parasını öderiz, inandığımız şeyleri söylemekten bir dakika beri durmayız. Şu gruba bakın, bu gruptaki her birinin bu uğurda ödediği bedeller canından, malından, yakınlarından, itibarından feragat etmekle temayüz etmiştir, bu üç kuruş paradan mı korkacağız?

Ama bunun aksi bir yol mümkün. Bu bir çılgınlık, bunun nereye varacağı belli olmaz. Orhan Miroğlu buraya çıkıp “Ben Türkmen’im” mi diyecek? Mehmet Metiner buraya çıkıp “Ben Türkmen’im” mi diyecek? Bu, buraya götürür. Faşizm, söz söyletme mecburiyetidir. Türkiye İşçi Partisi Meclis’e ilk girdiğinde şöyle bir anlayış vardı: Oturumu yöneten başkan vekili oturumu kesiyor “Efendim, nazar-ı dikkatimi celbetti, kürsüdeki konuşmacılar komünizmi telin ederken Türkiye İşçi Partisi sıralarından hiçbir alkış gelmiyor” diyor. Bu Meclis böyle başkan vekilleri de gördü, böyle mi anılmak istiyorsunuz?