Gündem

"Şikâyet edenler var, haksızlıklardan yakınanlar var, ancak 'Ben Erdoğan'ı devireceğim' diyen yok"

"Erdoğan'ın Macron ve Papa'yla resimleri, daimi ve kudretli olduğu tezini işlemek için kullanılacaktır"

08 Şubat 2018 16:37

Cumhuriyet yazarı Aslı Aydıntaşbaş, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Avrupa ziyaretlerini değerlendirerek, "Erdoğan’ın Macron ve Papa’yla resimleri, seçmen nezdinde “değişmez”, “daimi” ve “kudretli” olduğu tezini işlemek için kullanılacaktır" dedi. Aydıntaşbaş, "Şikâyet edenler var, haksızlıklardan yakınanlar var, hatta sevdiğimiz ve son derece demokrat isimler var. Ancak “Ben Erdoğan’ı devireceğim” diye bir iddia koyan (ve bu konuda inandırıcılığı olan) kimse yok" ifadelerini kullandı. 

Aydıntaşbaş'ın "O resim ve siyasetin tablosu" başlığıyla yayımlanan (8 Şubat 2018) yazısı şöyle:

Siyasette ‘iş yapan’ iki olgu vardır: Birincisi mağduriyet, ikincisi güç. 
Mağduriyetin her zaman bir karşılığı vardır. Söz ettiğim, zayıflık ya da beceriksizlik değil tabii. Söz ettiğim, sevdiğiniz birinin büyük bir haksızlığa uğradığı 
hissi. Vicdanları kanatan durumlar. Kendini o liderle özdeşleştiren seçmen, sessiz sedasız da olsa sandıkta buna yanıt verir. 
Ama ‘iktidar’ yansımasının daha da çok alıcısı vardır. “Bakın ben güçlüyüm. Ben iktidarım. Asla aksini düşünmeyin” demek de etkili bir siyasi iletişim yöntemidir. 
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın son yurtdışı temaslarının büyük ölçüde bu amaca yönelik bir siyasi iletişim stratejisi çerçevesinde gerçekleştiğini düşünüyorum. Son haftalarda Erdoğan Sudan’a gitti, Fransa’da Emmanuel Macron tarafından Elysee Sarayı’nda ağırlandı ve Papa’yı Vatikan’da ziyaret etti. 
Bu geziler, bu ülkelerle ikili ilişkiler açısından belli bir anlam taşıyabilir ancak asıl önemi, iktidar partisinin iç kamuoyuna vermek istediği mesaj. Erdoğan, Papa’yla 50 dakikalık sembolik bir görüşmede Kudüs sorununu çözemeyeceğini biliyor. Ancak Papa’yla karşı karşıya ve eşit statüde göründüğü o fotoğraf, Adalet ve Kalkınma Partisi için altın değerinde. Önümüzdeki seçim sürecinde parti sohbet toplantılarında “Bakın bütün dünya Erdoğan’ı kabul etti”, “Bakın Hıristiyan lideri karşısında Müslümanların lideri oturuyor”, “Kimse dünyayı böyle dize getirmedi” gibisinden cümleler kurulacağını şimdiden tahmin etmek zor değil. 
Gerçekte Türkiye, içeride ve dışarıda son derece kırılgan bir dönemden geçiyor. Kudüs meselesinde hiçbir yaptırım şansı yok; Afrin konusunda her gün muhataplarından uyarılar alıyor. Rusya, Soçi zirvesinde Ankara’nın terör listesindeki birini göstere göstere davet ediyor ve Ankara mırın kırın etmek dışında çok sesini çıkaramıyor. Erdoğan’ın dünya medyasındaki imajı iyi değil. Ekonomi derseniz, Derviş-Babacan dönemi mali disiplin politikasından son dönemde hızla uzaklaşılması sonucunda önümüzdeki yıl itibarıyla başlayacak ciddi sıkıntılar, herkesin malumu. Çocukluk dönemlerinden hatırladığımız yüksek enflasyon, yüksek faiz sarmalına girmemize ramak kaldı. 
İyi de, ‘bir kısım seçmenin’ bütün bunlardan haberi yok. Dünyayı ve Türkiye’yi, ana akım medya üzerinden takip ediyorlar ve orada sadece “Büyük Türkiye” şarkısı var. 
Baştaki tezime döneyim. Siyasette mağduriyetin belli bir alıcısı varsa, güç projeksiyonunun çok daha geniş bir kesimi etkileme kapasitesi var. Özellikle de bireylerin kendilerini devlet nezdinde güçsüz hissettikleri ülkelerde. 
Erdoğan’ın Macron ve Papa’yla resimleri, seçmen nezdinde “değişmez”, “daimi” ve “kudretli” olduğu tezini işlemek için kullanılacaktır. Muhalefette de yılgınlık yaratmak için... 
Buna karşı muhalefet eden insanların, öncelikle toplumda oluşan bu algıyı değiştirebilecek ölçüde ‘güç’ ve ‘kudret’ yaymaları gerekiyor. 70’li ve 80’li yıllarda Süleyman Demirel’in kürsüde “boğa gibi” olduğunu anlatır gazeteci büyüklerimiz. Söz ettiğim, bu tarz bir meydan okuma ve değişimin mümkün olduğu hissini yaratabilme... 
Ancak doğruya doğru, muhalefette bunu yapabilen bir lider ya da lider namzedi yok. Şikâyet edenler var, haksızlıklardan yakınanlar var, hatta sevdiğimiz ve son derece demokrat isimler var. Ancak “Ben Erdoğan’ı devireceğim” diye bir iddia koyan (ve bu konuda inandırıcılığı olan) kimse yok. 
Erdoğan siyaset iletişim dilini ‘güç’ üzerinden kuruyor ve karşısında rakibi olmadığı tezini işliyor. Muhalefet ise, kendisine verilen görevi Türkiye’yi yönetmek değil, sadece Erdoğan’ı şikâyet etmek olarak tanımlıyor. 
Burada yanlış bir hesap var.