Gündem

"SDG Suriye'nin üçte birini kontrol ediyor; her halükârda Kürtler konferansa gidecek"

"Türkiye ise geçmişte Suriye’de izlediği siyasetin tümüyle karşıtı bir çizgiye geldi"

24 Kasım 2017 11:14

Hürriyet yazarı Sedat Ergin, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'nin Suriye sorununa dair çözüm bulunması amacıyla Rusya'nın Soçi kentinde bir araya gelmesini değerlendirdi. Ergin, Erdoğan'ın zirveden sonra yaptığı açıklamada Türkiye'nin çekincilerini açıkladığını; ancak Suriye'nin üçte birini ABD desteğiyle kontrol eden bir gücün de var olduğunu vurguladı. Ergin, "Her halükârda, Suriye Kürtleri adına konferansa davet edilecek temsilcilerin üçlü istişare mekanizması sonucu şekilleneceğini tahmin edebiliriz" dedi.

Sedat Ergin'in "Suriye’de barış sürecinin zor soruları" başlığıyla yayımlanan (24 Kasım 2017) yazısı şöyle:

Önceki gün Soçi’de Türkiye, İran ve Rusya devlet başkanları arasında varılan üçlü mutabakat, Suriye’de yaklaşık yedi yıldır sürmekte olan savaşta barışçı bir çözümün önünü biraz daha açması bakımından kuşkusuz olumlu karşılanması gereken anlamlı bir dönüm noktasıdır.

Bu mutabakatın ortaya çıkardığı yeni durum ve ayrıca bundan sonraki döneme ilişkin muhtemel gelişme ve sorunlarla ilgili şu gözlemleri ileri sürebiliriz:

Öncelikle Rusya lideri Vladimir Putin’in, yürüttüğü etkili diplomasiyle uluslararası politikadaki konumunu daha da güçlendirdiğini, ülkesinin Ortadoğu’daki ağırlığını iyice pekiştirdiğini baştan vurgulamalıyız. Putin, krizin gidişatına tuğrasını vurarak Suriye’de çözümün başat aktörü olarak kendisini tescil ettirmiş bulunuyor.

İran, Rusya’nın ardından bir diğer “kazanan” taraftır. Suriye’deki barış sürecinin resmi bir paydaşı haline gelerek, bölgedeki etki alanını daha da genişletmiştir.

Türkiye ise geçmişte Suriye’de izlediği siyasetin tümüyle karşıtı bir çizgiye gelmiş olmakla birlikte, yine de denklemin içine üçüncü aktör olarak girerek, Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olacağı bir pozisyon elde etmiş bulunuyor. Türkiye’nin önümüzdeki günlerde özellikle Suriye muhalefetinde diyalog içinde olduğu örgütler üzerindeki nüfuzunu kullanarak, bu gruplarla Soçi süreci arasında bir köprü işlevi görmesi beklenebilir.

Ancak yine de Suriye muhalefetinin Beşar Esad ile aynı masaya oturtulmasının ciddi sancılara yol açacağını tahmin etmek hiç de güç değil.

*

Önümüzdeki dönemin ilk konusu Soçi’de düzenlenecek olan “Suriye Ulusal Diyalog Kongresi”nde kimlerin masaya oturacağı sorusu olacak. Önceki gün yayımlanan Soçi bildirisinde, “İran, Rusya ve Türkiye, Kongre’nin katılımcıları konusunda istişare ederek mutabakata varacaklardır” deniliyor.

Bildiride, çözüm sürecindeki kapsamlı diyaloğa “Suriye toplumunun bütün kesimlerinin temsilcilerinin dahil edileceği” vurgulanıyor. Devlet başkanlarının bu ilkeye destek taahhüdünde bulunmaları, çözüm masasında Suriye’deki Kürtleri kimin temsil edeceği sorusunu da şimdiden gündeme sokuyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, zirveden sonra yaptığı açıklamada “Milli güvenliğimize kasteden bir terör örgütüyle aynı platformda bulunmamızı kimse bizden beklememelidir” diyerek, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG’nin çözüm masasına davet edilmesi hususunda kuvvetli bir çekinceyi kayda geçirmiş bulunuyor.

Güçlük şurada: PYD/YPG’nin en önemli bileşeni olduğu ve ABD ordusunun desteğinde IŞİD’e karşı mücadele eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG), bugün Suriye’de hiç de yabana atılmayacak genişlikteki bir alanı kontrol ediyor. Kaba bir hesapla, bu alanın Suriye coğrafyasının neredeyse üçte birini kapsadığını söyleyebiliriz.

Her halükârda, Suriye Kürtleri adına konferansa davet edilecek temsilcilerin üçlü istişare mekanizması sonucu şekilleneceğini tahmin edebiliriz.

*

Bir diğer problemli konu, Türkiye-İran-Rusya üçlüsünün gözetiminde başlayacak olan Soçi mekanizması ile BM gözetiminde zaten işlemekte olan Cenevre sürecinin ne şekilde senkronize edileceği meselesinde karşımıza çıkıyor. Birbirinden kopuk giden iki ayrı süreç işleri iyice içinden çıkılmaz bir hale getirebileceği için bu süreçlerin bir noktada birbirine eklemlenmesi düşüncesi baskın hale gelebilir.

Geldiğimiz noktada Ankara açısından önemli bir sonuç, Beşar Esad konusundaki katı çizgisini terk ederek onu muhatap kabul etme noktasına gelmiş olmasıdır. İleride bu dönemin tarihi yazılırken muhtemelen en çok üzerinde durulacak olan başlıklardan biri, Türkiye’nin Suriye politikasındaki bu çizgi değişikliği olacaktır.

Altı çizilmesi gereken bir diğer konu, Türkiye’nin dış politikasında Rusya ve İran ile yakınlaşma üzerinden kendisini gösteren bölgeselleşme olgusudur. Üstelik bu eğilim, Türkiye’nin kurumsal olarak parçası olduğu NATO gibi Batı kurumlarına dönük eleştirel rüzgârların bütün ortalığı kapladığı bir döneme rastlıyor.

Türkiye’nin Batı sistemi içinde olmakla birlikte yakın coğrafyasıyla ilgili konularda doğrudan Rusya ve İran ile üçlü bir işbirliği mekanizması içinde hareket etmeye başlaması yeni ve dikkat çekici bir yöneliştir.