Gündem

Referanduma doğru kadınlar, feministler ve LGBTİ+

Kıvılcım Arat: “15 Temmuz sonrası alanı tutan kitleye baktığımızda bunun kadınlar olduğunu görüyoruz”

09 Nisan 2017 20:51

*P24

 

Referanduma bir hafta kala, Kadın Hareketinin, Feminist Hareketinin ve LGBTİ+’nın ortaklaştığı Hayır Diyen Kadınlar Platformu’nun aktivisti, LGBTİ+ Dayanışma Derneği’nin ve Eylül Cansın Transevi kurucularından Kıvılcım Arat ile konuştuk. Geçtiğimiz 8 Mart’ın önemi, hayır kampanyasının kazanımları, sokak muhalefetinin vazgeçilmezliği üzerine sohbet ettik.
 
Kıvılcım Arat, Cumhuriyet Üniversitesi Radyo ve Televizyon Yayımcılığı mezunu. 2009 yılından bu yana seks işçileri ve trans haklar üzerine çalışıyor. Trans Onur Haftası eylem ve etkinliklerinin örgütlenmesinde, Roşin Çiçek davasına ilişkin kampanyalarda nefret suçları kampanyalarının tümünde aktif olarak yer almış bir aktivist. Şu anda İstanbul LGBTİ+ Dayanışma Derneği’nin yönetim kurulunda ve Demokratik Kadın Hareketi’nin dönem sözcüsü.
 
Kıvılcım’ı dinleyelim, neden hayır diyoruz?
 
Bu yıl 8 Mart sence nasıldı? İstiklal Caddesi’ndeki gece yürüyüşünü, Bilgi Üniversitesi’nde olanlara, hattâ daha genel bir baskıya karşı bir başkaldırı, bir hak arayışı olarak görüyor musun? Geçmiş dönemlerdeki LGBTİ+ ve kadın yürüyüşlerine göre farklı bir duruşu veya yeri oldu mu?
 
Aslında bu sorunun cevabına bakmak için 7 Haziran ve bilhassa da 15 Temmuz darbesi sonrası gelişen sürece de göz atmak gerekiyor. Çünkü bugüne kadar Türkiye’de Kürdistan coğrafyasındaki toplumsal muhalefetin şöyle bir özelliği vardı: Çok alanı kaybetseler de, birçok baskıya maruz kalsalar da sokaklar hep muhalefetin elinde oluyordu. Sokakta politika üretme, sokağı denetleme ve alanı kaybetmeme gibi birçok alan üzerinden sokak, toplumsal muhalefetin elinde duruyordu. Fakat 15 Temmuz’dan sonra AKP saray fırkasının şöyle bir yönelimi gerçekleşti: Kendi kitlesini mobilize etti ve demokrasi nöbetleri adı altında bu kitleyi sokaklara saldı. Nitekim Boğaziçi Köprüsü’nde olanları da biliyorsun, işte bunların hepsi belli şeylerin provası olarak karşımıza çıkıyor. 7 Haziran sonrası süreçte demokratik hak talebi içeren birçok yürüyüş bir şekilde engellendi. Bunun en bariz örneklerinden biri de Trans Onur Haftası’ydı. Vali tarafından illegal ilan edildi. Vali Vasif Şahin yürüyüşe katılmama ve çağrıya cevap vermeme açısından bir açıklama yaptı. Bu açıklama üzerine biz Trans Onur Haftası Komisyonu olarak valiliğin bu yasaklama kararını tanımadığımızı bildirdik çünkü bir bütün olarak kadın hareketinin ve özel olarak da LGBTİ+ hareketinin var olduğu yerler sokaklar. Bir kampanya başlatıldı bu dönem. Fakat saldırıların çoğunun toplumsal muhalefete yönelik olması devletin ikiyüzlü politikasını da bize gösterdi.
 
Biz yasak kararını tanımadık ve çağrımıza kulak vermek isteyen herkesi Taksim’e beklediğimizi açıkladık. Bunun üzerine çeşitli paramiliter gruplar ve cihatçı sektörler de yürüyüşü engellemek için cihat çağrısı yaptı ve yürüyüşü engellemeye çalıştı. Müslüman Anadolu Gençlik ve benzeri sektörlerin hepsi bir bir açıklama yaptı ve bu cihat çağrısına katılanların cennete gideceğini söylediler. Daha sonra buna Büyük Birlik Partisi de dahil oldu. Ve polis eşliğinde omuz omuza cihatçılar ve devletin kolluk görevlileri Trans Onur Haftası’nda yürüyenlere saldırdılar.
 
Burada sözcülük yaptığım için iki defa hedef gösterildim. Birçok arkadaşımız yaralandı. Yürüyüşten bir gün önce de anaakım medyada bir haber çıkmıştı. Trans Onur Haftası’na saldırı hazırlığında olan üç İŞİD militanı yakalanmış. Davaya müdahil olmak istediğimiz için dilekçeler yazdık fakat dosyada gizlilik kararı çıkartılmış, tabii ki hiç şaşırmadık. Bu üç İŞİD militanının yakalanmasına dair bize hiçbir bilgi veremeyeceklerini söylediler. Nitekim bir hafta sonrasında Onur Haftası’nda saldırı oldu, 20 bin kişilik bir polis kuvveti yığdılar önümüze. Her 20 metrede bir polis duruyordu.
 
Silahsız bir kitlenin karşısına 20 bin kişilik bir polis kuvveti yığmak pek akıl alır bir iş değil. Korkuyorlar mı?
 
Hem silahsız hem de tamamıyla bireysel hak ve özgürlükler için talepleri olan, bu minvalde hak ve etkinliklerini belirleyen bir grup ve bu tip saldırılar yıllardır yapılıyor. Biz o dönem valilikle de konuştuk, bizimle görüşmek istediklerini söylediler. Biz de onlara, müdahale etmedikleri takdirde kamu güvenliği adına hiçbir problem çıkmayacağını söyledik. Halkın da bu yürüyüşten sıkıntı duymadığını ve güvenliğimizi ya da çevrenin güvenliğini tehlikeye atacak tek gücün kolluk kuvvetleri olduğunu bildirdik. Ama sonuç pek değişmiyor bu tip durumlarda.
 
15 Temmuz’dan sonra kolluk kuvvetlerinin bu baskısı daha da gün yüzüne çıktı. 15 Temmuz sonrası alanı tutan kitleye baktığımızda bunun kadınlar olduğunu görüyoruz.
 
Bu 8 Mart’ın çok önemli bir yerde durduğunu söyleyebiliriz çünkü devletin bu topyekûn savaş hazırlığına ve planlarına rağmen ve hattâ olağanüstü hâl koşullarında birçok yasayı geri çektirdik. Birçok yürüyüş gerçekleştirdik, örneğin 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve İlan Günü yürüyüşü gibi. Yine nitekim tecavüze uğrayan çocukların evlendirilmesine yönelik taslağı yine biz kadın platformlarının baskıları ile oluşturduğumuz muhalefet yoluyla geri çektirdik. Bu noktada alanın kaptırılmaması ve alana sahip çıkılması açısından kadınların verdiği mücadele örnek bir yerde duruyor. 8 Mart’ta yapılan hem Feminist Gece Yürüyüşü hem de gündüz mitingi yaratılan tüm korkulara rağmen, valiliğin son ana kadar izin vermemesine rağmen yapılabilmesi açısından çok önemlidir.


LGBT mi diyeceğiz, LGBTİ+ mi diyeceğiz?  
 
LGBTİ + kullanılıyor. Cinsiyet kimliği noktasında hem akademik camiada hem uluslararası LGBTİ+ lobisinde tartışılan şeyler vardı. Mesela kendini lezbiyen gey biseksüel interseks trans olarak adlandırmayan ve farklı isimlerle kendi kimliklerini tanımlayan ya da hiç tanımlamayan bir sürü insan var. Bunları kapsaması açısından, yani LGBTİ ve diğerleri (bu da artıya tekabül ediyor) olarak kullanıyoruz. Tabii, aynı zamanda işin esprisi, alfabenin bütün harflerini yan yana dizerek kullanmamak adına güzel bir kısaltma oldu.
 
Kadın hareketi, feminist hareket ve LGBTİ+’nin aynı kimlikleri temsil etmediği üzerinden aynı alanda aynı mücadele arenasında bulunmaması gerektiği ile ilgili bir tartışma var. Ne dersin? 
 
Bu tartışmanın çok kısır bir tartışma olduğunu düşünüyorum. LGBTİ+ hareketinin Türkiye’deki tarihe ve demokratik alan faaliyetlerine baktığımız zaman diğer hareketlerle kesiştiği, ortaklaştığı bir çok nokta var. Birçok platformda LGBTİ+ ve kadınlar birlikte hareket ediyorlar. Çünkü ikisinin de yaşadığı tahakküm ve sıkıntı erkeklikten, ikili cinsiyet sisteminden ve bu sistemin yaratmış olduğu erkek ve kadın modellerinden kaynaklanıyor. Bu noktada LGBTİ+’nın da bu tarz yürüyüşlere dahil olması gerektiğini düşünüyorum.
 
Erillikten kurtulamama noktasına geldiğimizde ise şunu söyleyebilirim: Bugün örgütlü olan, hattâ kendini feminist olarak tanımlayan birçok kurum, kuruluş ve örgütlerde yer alan kadınların da erkekliği tekrardan ürettiğini, bunun farkına varmasa bile, hayatlarımızda bu normları tekrar önümüze koyduğunu görebiliyoruz. O yüzden erkekliği üretme ya da erkeklikten nasiplenme gaylerin ya da kendini erkek kimliğinin yanında ona bağlı diğer kimlikler ile ifade edenlerin tartışması gereken bir şey. En nihayetinde Türkiye’de bir günde üç kadın öldürülüyor ve bu kadınlar hep birinci dereceden tanıdıkları, eşleri, abileri, komşuları tarafından öldürülüyorlar veya toplumsal yaşamda çevresinde yer alan kişiler tarafından şiddete  maruz bırakılıyorlar. LGBTİ+’lara baktığımızda da sorun yine erkeklikte kitleniyor. Bugün trans kadınların katledilmesi, nefret cinayetleri, toplumsal yaşama karışamama, kendi kol ve beden gücünü istediği gibi satamaması, tek bir işe mahkum edilmesi gibi etkenleri düşündüğümüzde de düşman ortak oluyor. Düşmanın ortak olduğu yerde de mücadele alanlarının birleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
 
Ve bir insanın kendini nasıl tanımladığını ölçeceğiz? Biz insanları devletin atadığı cinsiyet ölçüleri üzerinden mi tanımlayacağız? Cinsel organlarına bakarak mı insanların cinsiyetlerini tanımlayacağız? Translarda bu tartışmalar zaten dönmüyor. Alanlara baktığımızda ise, gay ama daha feminen ise daha çok tolerans gösterebiliyorlar, ama erkeklik normuna daha uygun bir gay bireyin yürüyüşe alınıp alınmaması hakkında tartışma çıkıyor. Sonuçta bir insanın iki karış da sakalı olabilir ama biz onu kadın mı erkek mi olarak tanımladığını bilemeyebiliriz. Burada kişinin beyanını esas alma ilkesi geçerlidir. Bugün kadın hareketlerinde ve Feminist Hareket’in de yapması gereken de, yönelim ve cinsiyet kimliği ve queer mücadelesinde beyanı esas alma algısının yerleştirilmesidir. LGBTİ+ hareketi bunu çok iyi oturtmuş durumdadır. Kişinin beyanı neyse ona göre bir cinsiyet tanımlaması yapabiliyorlar, ya da kişinin beyanını almadan onu herhangi bir cinsiyet skalasına oturtmaktan kaçınıyorlar, bir tahmin dahi yürütmüyorlar. Aynı algıyı kadın hareketinin ve Feminist Hareketin tekrar tartışıp, üzerine düşünüp oturtması gerekiyor.
 
Mücadelenin erkekliği yeniden üretmesi, önemli bir örgütlenme engeli teşkil etmiyor mu? Bu, nasıl aşılabilir? 
 
Kadın hareketlerinde ve Feminist Hareket’te bu tip bir yaklaşım devletin beden politikasına tekabül ediyor zaten. Devlet hepimizin bedenlerimiz üzerinde hak sahibi, bakın kürtaj yasası, kadınların kaç çocuk yapacağı, kahkaha atıp atmayacağından hangi işleri yapabileceğine kadar her şeyi kendisi belirlemek istiyor. Devletin yani erkin dayatmasını, kendi dayanışma platformlarımızda ve alanlarımızda, devletin tahakküm pratikleriyle birebir olmasa bile tekrardan yaratabiliyoruz. Bunun en düşük ama birebir örneği mesela çok klasik bir örnektir, namus kisvesi altında kadın cinayetlerine annesinin de onay vermesidir.
 
Kadınlar işte bu erkek pratiklerini bir bütün olarak alıp yaşamlarında tekrar tekrar sergileyebiliyorlar, çünkü kadınlar da eril bir zihniyetin ürünü olarak yetiştiriliyorlar. Kadının görevi nedir, yuva kurmaktır, çocuğuna bakmaktır, namusuna sahip çıkmaktır, kocasına yemek yapmaktır. Kadına tamamıyla hizmet rolü veren ve onu eve kapatan bir algı üzerinden yaklaşılıyor. Bu toplumun bu sistemin eğitim kurumları içerisinde yetişmiş insanlar olarak, toplumun örgütlenme biçimi olan çekirdekteki aile yapısını düşündüğümüzde bizlerin de kadınlığı ve erkekliği tekrar tekrar üretebildiğimizi görüyoruz. Yani bu erkekliği üretme herkes için geçerli çünkü erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz.


Ortaklaşan mücadelelerin iç politikalarına döneyim biraz. Evlilik, özellikle LGBTİ+’da sıcak bakılmayan bir oluşum. Fonksiyonel sonuçları olsa bile, teorik olarak “devleti kabul etmek” anlamına geldiği için evli bireylerin mücadelede tam anlamıyla yer almaması gerektiği açıkça söyleniyor...
 
Bunun çok sekter bir bakış, çok sekter bir kafa olduğunu düşünüyorum. Biz kadın mücadelesinde erkekliği cins olarak dışlayan, onları kurduğumuz, tahayyül ettiğimiz mücadele içinde dışarıda tutan bir yerden bakmıyoruz. Biz erkeklikten kurtulma, tahakkümden kurtulma ve o ikili cinsiyet sisteminin bize dayattığı rollerden kurtulma üzerine bir hayat tahayyül ediyoruz. Bu nedenle bir kadın pek tabii ki evlenebilir.
 
Bakın LGBTİ+ hareketinin bugün çok sık tartıştığı bir şey var: Alternatif Aile Örgütlenmesi. Genel toplum algısında, toplum ilk olarak aile üzerinden örgütlenir ve evin bu kurguda bir reisi vardır ve bu reis üzerinden her şey şekillenir. O evde biz çocukların ya da kadınların bir söz hakkı ya da kararlara katılma hakkı yoktur. Ama sen bunun alternatifini kuracaksan ve alternatif bir yerden aile inşası yapacaksan, niye olmasın? Sonuçta insan sosyal bir varlık, birileriyle hayatını birleştirme, bir arada yaşama gibi pratikleri olacak.
 
Kendimden örnek vereyim. Dahil olduğum mücadele platformlarında, hiç de azımsanmayacak bir oranda, neden evlendiğim, bunun teorik altyapısını nasıl kurguladığım, neden çocuk yaptığım ile ilgili, hâlihazırda devleti kişisel hayatıma sokmayı kabul ettiğim üzerinden eleştiriler aldım. Ve tam da bu nedenle, bu konular hakkında yorum yapmamam gerektiği de söylendi...
 
Bu bir şiddettir. Psikolojik şiddettir. Bahsetmek istediğim tam da bu, çok güzel bir örnek verdin. Kadınların bir başka kadına uyguladığı bu şiddet de eril ve erkekliğin türettiği bir şiddet. Senin bedenin senin kararın; kiminle hangi koşullarda ve nasıl yaşayacağına ancak sen karar verebilirsin. Evet, devletin örgütlendiği ilk yer aile ve devletin varlığı onaylanmış oluyor fakat devlet her yerde ve birçok hak, evlilik üzerinden verilebiliyor, örneğin hastanede ziyaret hakkı, miras hakkı gibi. Zaten bunun üzerine örgütlenmiş bir toplumdayız. Sadece şu noktada feminist hareket seni eleştirebilir: Evlilik pratiğin. Evliliğinde kadınlık rollerini tekrar harmanlaman, her şeyi tek başına üstlenmek, evdeki iş bölümünü gerçekleştirememen üzerinden bir eleştiri yapılabilir. Onun ötesinde kimsenin hakkı değil, on defa da evlenebilirsin, yirmi defa da evlenebilirsin, hiç evlenmeyebilirsin de.
 
Feminist Hareket’in Trans Kadınlarla çatıştığı en büyük şeylerden biri de şudur: Trans Kadınların kadınlık rollerini pekiştirdiğini, kadınlığı tekrardan ürettiğini ve bunun cins mücadelesine zarar verdiğini söylüyorlar. Bunu da trans kadınların çok süslü olması, makyaj yapması, estetiğe önem vermesi gibi olgular üzerinden söylüyorlar. Ama orada da, cinsiyet geçiş sürecinin sınıfsal politik bir durum olduğunun farkına varamıyorlar ve kadını ürettikleri için temelsiz eleştirilerle gelebiliyorlar.
 
Ama bunların hepsi, biz çocukluktan itibaren yarışmaya ve birbiri üzerinde tahakküm kurmaya alıştırılmış olduğumuzdan kaynaklanıyor. Kendimize yarattığımız alternatif alanlarda bile bunun uzantılarını görebiliyoruz.
 
AKP’nin toplumda ve ahlakta bir değişiklik yarattığını düşünüyor musun?
 
AKP 2002’deki seçimlerde tek başına iktidara geldiğinden beri bu toplumun altına çok büyük dinamitler yerleştirdi, çok büyük kırılmalar yarattı. Bugün AKP iktidarı düşse dahi bu kırılmaların etkilerini çok uzun yıllar yaşayacağız. Toplumu çok parçaladı.
 
Bu kötü bir şey mi? Cumhuriyetin var ettiği toplum, özellikle azınlıklara ve farklı mücadelelere yaklaşımı açısından yeterince kötü değil miydi? Belli ahlaki ve toplumsal normların kırılmasının zamanı gelmemiş miydi?
 
Tam onu söyleyecektim. İnsanların kaçırdığı bir nokta var. Size şöyle anlatayım. Benim üç kimlik üzerinden yarattığım bir hafıza var. Alevilik üzerinden Sivas, Çorum, Maraş ve Dersim Katliamları var. Kürt kimliğim üzerinden Roboski var, Cizre var, bunları çoğaltabilirsiniz. Devletin yaptığı toplu katliamlar ve köy boşaltmaları var. Trans Kimliğim üzerinden Ülker Sokak, Sormagir Sokak, Pürtelaş Sokak, Hortum Süleyman gibi bir hafızam var. Ve bunların hepsi bugünkü parlamenter sistemde yaratılan şeyler.
 
Burada birçok insan tepki gösterse de şunu söylüyorum. Bence Kemalistler ve İslamcılar ikiz kardeştir. Birbirleriyle danışıklı dövüş içindeler. Yeri geldiğinde el değiştirip yeri geldiğinde birlikte hareket etmişlerdir her zaman. Buna 99 Hapishaneler katliamıyla örnekleyebiliriz. Başında Ecevit vardı. Ecevit, bir dönem, 72 devrimci çıkışı, 68 kuşağı ve 80 sonrası süreçlerde halka devrimci halkçı bir insan olarak tanıtıldı. Katlettiği insanlara bakıyoruz yine devrimciler, muhalifler ve devletin şiddeti altında oraya hapsedilmiş savaş tutsakları.
 
Hattâ hiç oralara gitmeye de gerek yok, çok yakın bir tarihte de bunun örneğini görebiliriz. HDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına bakalım. CHP ve AKP el ele milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırdılar. Bugün CHP liderine baktığımız zaman şöyle söylüyor: “Biz milletvekillerinin tutuklu yargılamasını doğru bulmuyoruz.” Eh, be kardeşim, siz o kanuna onay verirken bunu bilmiyor muydunuz? Sadece HDP’li vekillerin tutuklanacağını, diğerlerinin formalite icabı ifadeye çağrılıp bırakılacağını öngörmüyor muydunuz? CHP’nin sağ merkez hükümetlerle yaptığı anlaşmalara ya da birlikte yaptığı operasyonlara ve katliamlara bakarsak, hepsinin birbirini besleyen bir yerde durduğunu görüyoruz. Ermeni Soykırımı’na yaklaşımları, Alevilerin bugün anayasada hukuksuz ve güvencesiz bırakması süreci, yılda 38-40 kadının öldürülmesi, bir günde üç kadının öldürülmesi gibi örneklendirebiliriz. Devletin bekası—ki bu söz son zamanlarda çok kullanılmaya başlandı—söz konusu olduğunda Kemalistler ve İslamcılar kol kola girerek,  gayet açıkça birlikte hareket ediyorlar.
 
Bak 2002’deki Genç Bakış programında Tayyip Erdoğan eşcinsellerin de ihtiyaçlarına cevap olmalıyız diyordu. 7 Haziran ve kasım seçimlerinde Diyarbakır’da elinde Kuran-ı Kerim’le biz eşcinsel aday göstermiyoruz diye mitinglerde bağırıyor. 90’lı yıllara bakıyoruz, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi sözü: Demokrasi bir trendir, bineceksin ve inilmesi gerektiği yerde ineceksin, diyor. Bugün o demokrasi treninin sonuna geldiğini biliyor. Çünkü yargılanacak, artık bunu biliyor.
 
En son bak devletin bankası olan Halk Bankası’nın genel müdürü Amerika Birleşik Devletleri’nde tutuklandı. Bu açık bir mesajdır. ABD diyor ki, Halk Bankası olarak yaptığınız ve uluslararası arenada suç olarak kabul edilen birçok şeyi biliyoruz, görüyoruz.
 
 
Peki parlamenter sistemle başkanlık sistemi arasında bir şey fark etmeyecek mi? Tam olarak neye karşı çıkıyoruz?
 
Evet bu çok gündeme geliyor, neden üçüncü bir alternatif yol üzerinden tartışmadığımız ve karşı çıkmadığımızı açıklayayım. Parlamenter sistemde temsil şansımız var. Bugün LGBTİ+ hareketinin 20 yıllık mücadelesinin sonucunda kazandığı, müttefik olarak hareket eden toplumsal bir muhalefet var. Bizlerin davalarda gündem yaratmak, toplumsal baskı oluşturmak ve o davada sonuç elde etmek gibi şanslarımız var bugün. Keza Roşin Çiçek davası bunun çok önemli bir örneğidir.
 
Ama başkanlık sisteminde böyle bir şansımız hiç kalmayacak. Bir örgütlenmenin ne getireceğine bakmak istiyorsak, o hareketin pratiklerine bakmamız gerekiyor. Bakın KHK ile çıkardıkları yasaya: Çocukların, kendilerine tecavüz eden kişiler ile evlendirilmesi. Mağdur faille evlendiriliyor. Sen OHÂL altında FETÖ ve diğer terör örgütleriyle savaştığını söylüyorsun da, tecavüzcüleri dışarı salmak bunun neresinde duruyor? Ya da şort giyen hemşireye, parkta hamile kadına yapılan saldırılar. Bütün bunlar bize, AKP’nin ne getireceğini gösteriyor.
 
 
Sence AKP’nin bu zihniyetinin önceki iktidarlardan farkı tam olarak nedir? 
 
Bugün AKP’nin zihniyeti, Cumhuriyet Dönemi zihniyetinden farklı olarak İttihat ve Terakki zihniyetidir; Jön Türklerin mirasıdır. Jön Türklerin mirası elden ele devredilmiştir. Ermeniler, Suryaniler, Keldaniler üzerinden zamanında işlenmiş katliamcı politikaların aynısını biz bu iktidarda görüyoruz. Bakın KHK ile birçok insanı mesleğinden etti ve suçun bireyselliğini ortadan kaldırarak, insanların eşlerini mağdur etti. Öldürmek istemediği için bu insanları açlıkla, işsizlikle, süründürerek sınıyor. Baskı mekanizmaları yaratıyor, mala mülke el koyuyor. Bugün İMC TV’nin tesisatı, Hayat TV’nin alet edevatı hep TRT’ye verildi. Bunların hepsi Ermeni katliamını yapan Türk-İslamcı aklın birebir tezahürüdür. Biz bugün Ermeni Soykırımı’ndan kalma iktidarın kültürüyle yüz yüzeyiz.
 
Sonuç olarak eğer başkanlık rejimi geçerse, sonunu göremeyeceğimiz bir süre boyunca karanlığa gömüleceğiz. 20 yıl da sürebilir 30 yıl da sürebilir. Eğer referandumdan hayır çıkarsa, bu sefer savaş daha da derinleşecek. Fakat bu sefer, mücadele, toplumsal muhalefetin eline geçmiş olacak. Şunu söylemek istiyorum. Bu topraklardaki demokrasi kültürü öyle bir anda yok edilemez, burada halkların hep birlikte tarih boyunca yaratmış olduğu bu kültür elinin tersiyle itilemez. Çok kritik bir dönemden geçiyoruz. Referandumda hayır çıkacağına inanıyorum, ama evet çıkarsa ben de gideceğim buradan ve birçok kişinin de gitmeyi planladığını düşünüyorum.
 
Son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?
 
Evet, başarıya ulaşmanın tek yolunun geniş ittifaklar, mücadele alanları kurarak sokakları ve muhalefeti elimizde tutmak. Eğer biz bunu başaramazsak, bir Tayyip gider, başka biri gelir. Mücadelemizi ve saflarımızı sıklaştırmalıyız. Vicdan üzerinden hareket etmeli ve acılarda ortaklaşabilmeliyiz. Yani binalara sıkıştırılarak yakılan insanlarla öldürülen kadınların acısını tutuşturanın aynı ateş olduğunu, aynı zihniyetin ürünü olduklarını unutmamalıyız. Bu açıdan Mustafa Suphi’lerden, Rosa Luxemburg’dan, Kaypakkaya’dan, Çayan’dan, Emma Goldman’dan ilham alarak kimlikleri eşitleyen alternatif hareketler üretmeli ve yaşam alanları açmaktaki mücadelemizi daha da yoğunlaştırmalıyız.


Bu söyleşi ilk olarak P24'te yayımlanmıştır.