Gündem

Prof. Serozan: İktidara karşı ses getiren bir eleştiri yapıldığında YÖK, rektör kanalıyla kulak çekiyor

'Başkanlık sistemi; Latin Amerika ve Putin Rusya’sı misali bir Başkan diktasına dönüşür'

16 Mart 2015 18:16

Erdoğan’ın hayalini kurduğu Başkanlık sisteminin tehlikelerine vurgu yapan bir bildiri yayımlayan 30 hukukçu arasında yer alan Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Rona Serozan, başkanlık sistemine ilişkin olarak  “Tek adam diktasına yatkın son kertede sakıncalı bir sistem olur bu. Demokratik hak ve özgürlükleri hiçe sayıp, demokrasiyi salt seçim sandığına oy pusulası atma özgürlüğünden ibaret gören bizim gibi biçimsel demokrasilerde Başkanlık sistemi; Latin Amerika ve Putin Rusya’sı misali bir Başkan diktasına dönüşür” değerlendirmesinde bulundu.

Hükümetin üniversitelerin işleyişine yönelik müdahalesine de değinen Serozan, “Bir öğretim üyesi iktidar hakkında ses getiren bir eleştiri yaptığında YÖK’ün başındakiler, rektörlük kanalıyla dekana telefon ediyor ve “Bu öğretim görevlisinin kulağını çek” diyor” ifadelerini kullandı.

Rona Serozan’ın Taraf gazetesinden Tunca Öğreten’in sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Geçenlerde Başkanlık sisteminin tehlikelerine dikkat çekmek amacıyla; 30 hukukçunun imzasının da bulunduğu bir bildiri yayınladınız. Neden böyle bir bildiriye ihtiyaç duydunuz?

Bazı gazetelerde, “Sarayda toplanan tanınmış hukukçular, Başkanlık sisteminin Türkiye için ideal, hatta zorunlu olduğunu ifade etti” diye şaşırtıcı bir manşetle karşılaştık. Haberde, aralarında hukuk profesörlerinin de yer aldığı Saray’da çekilmiş bir fotoğraf vardı. Bu tabloyu akademik haysiyetle bağdaştıramadık ve bazı meslektaşlarımızla görüşerek bu ısmarlama başkancılık fetvasına karşı tavır almamız gerektiği konusunda hemfikir olduk. Böyle bir bildiri yayınlama girişiminde bulunduğumuzda daha geniş bir katılım umuyorduk. Ancak akademisyenlerden bazıları “Yetmez ama evet’çilerin imzaladığı bildiriyi ben imzalamam” ya da “Bana ters gelen bir dünya görüşüne sahip birisinin bulunduğu listede adımın yer almasını istemem” diye, şahsiyatçı bir yaklaşımla katılmadı. Bu durum bizi çok üzdü. Oysa biz, böyle ayrımcılıklara kapılmaksızın, elden geldiğince geniş bir muhalefet cephesi oluşturmak ve oynanan bu başkancılık oyununun içyüzünü teşhir için bu bildiriyi yayınlamıştık.

Başkanlık sistemine niye karşısınız?

Başkanlık sisteminin Türkiye’yi bir hukuk, siyaset ve ekonomi kaosuna ve felaketine sürükleyeceği kanısındayız. Şöyle ki, demokratik kültürün ve kurumların, demokratik katılımın, demokratik saydamlığın ve demokratik çoğulculuğun kökleşmediği bizim gibi ülkelerde başkanlık rejimi kısa zamanda tek kişinin keyfi ve otoriter diktasına dönüşür. Otoriterizme çok yatkın olup, kolaylıkla yozlaşabilecek böyle bir rejim; köklü bir demokrasi geleneğine ve sağlıklı bir güçler dengesine sahip federatif ülkelerde bile zar zor yürütülebilmektedir. Parlamenter sistemi bile doğru dürüst yerleştirememiş, güçlerin birbirini dengelediği ve frenlediği bir demokratik sistemi henüz oluşturamamış olup, dünya demokrasi skalasında en alt sıralarda yer alan bizim gibi bir ülkede…

Evet…

Tek adam diktasına yatkın son kertede sakıncalı bir sistem olur bu. Demokratik hak ve özgürlükleri hiçe sayıp, demokrasiyi salt seçim sandığına oy pusulası atma özgürlüğünden ibaret gören bizim gibi biçimsel demokrasilerde Başkanlık sistemi; Latin Amerika ve Putin Rusya’sı misali bir Başkan diktasına dönüşür. Bize yakışan parlamenter demokrasidir.

Niye?

Güçler ayrılığının, yargı bağımsızlığının, karşılıklı denetleme ve dengeleme (checks and balances) mekanizmalarının güdük kaldığı bir siyasal tunca1ve hukuksal yapıda parlamenter sistemin bile kolayca diktaya evrilme riski varken, bu risk Başkanlık sisteminde büsbütün artar. Alaturka başkancılığın anayasallaştırılması diktalaşma sürecine sakıncalı bir ivme ve meşruluk kazandırır. Dahası var: Başkanlık sistemi parlamento çoğunluğunun iradesiyle başkanın iradesi ayrıştığında sistemin kilitlenmesine, ekonomik ve siyasal krizlere de yol açabilir. Başkanlık sistemi demokrasi açısından olduğu kadar, siyasal ve ekonomik istikrar açısından da riskli bir sistem sayılır.

Katılımın az olduğunu söylediniz. Son dönemde gazetecilerin, akademisyenlerden görüş alması imkânsız hâle geldi. Akademisyenlerin çoğu disiplin soruşturması açılmasından korktuğu için konuşamıyor…

Ülkede bütün kurumlar gibi üniversiteler de fiilen vesayet altında. Hakimlerin, savcıların, baroların, sendikaların, derneklerin, Mimar, Mühendis ve Tabip Odaları’nın, tüm sivil toplum kuruluşlarının zapturapt altına alındığı, internet hafiyeliğinin ayyuka çıktığı, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin destan yazmaya tahrik edilen polislerce orantısız güç kullanılarak zorbalıkla dağıtıldığı, baskınların, göz altıların ve tutuklamaların birbirini kovaladığı, bütün muhaliflerin sindirildiği, susturulduğu bir ortamda kendinizi nasıl özgür hissedebilirsiniz? Özgürlüklerin en başında gelen “korkudan uzak tutulma özgürlüğü” kalmamıştır ülkemizde!

Daha önceki iktidar dönemlerinde akademisyenler böylesine bir baskı ve korku yaşamış mıydı?

12 Mart ve 12 Eylül’ü de yaşadık… Diğer diktalarla bugünü karşılaştırdığımızda, eskiden baskının daha bir dolaysız, daha bir açık yapıldığını saptayabiliyoruz. Yönetimdeki askeri dikta, başımıza nelerin gelebileceğini açık açık duyuruyor; bizler de sürprizlerle karşılaşmıyorduk. Bugünse sürpriz darbenin ne zaman, nereden, hangi yoldan ve nerenize geleceği belli değil.

Özgürlüğün ve tartışmanın merkezi olan üniversitelerde tam olarak ne yaşanıyor?

Bir öğretim üyesi iktidar hakkında ses getiren bir eleştiri yaptığında YÖK’ün başındakiler, rektörlük kanalıyla dekana telefon ediyor ve “Bu öğretim görevlisinin kulağını çek” diyor. Bütün üniversitelerde mekanizma böyle işliyor. YÖK’ün ve üniversite yöneticilerinin kimler tarafından, hangi kriterlerle, nasıl atandığı belli… Bu hiyerokratik, tepeden inmeci, baskıcı sistemde demokratik muhalefet kimin haddine düşmüş? Bilim özgürlüğü ve üniversite özerkliği günümüzde salt kâğıt üstünde. Genç araştırma görevlileri ve yardımcı doçentler için durum daha da karanlık. Biz, bu bildiriyi hazırlarken, çok parlak bulduğumuz genç anayasacı arkadaşların da imzalarını almak istedik fakat sonra şöyle düşündük: “Aman! Onları harcamayalım, yakmayalım.” Eğer onların da imzasını alırsak, yarın öbür gün doçentliğe terfi etmelerine engel olmuş, başlarını belaya sokmuş olurduk. Bir bildiriye imza atmak için bile akademisyenler artık üç gece düşünmek zorunda kalıyor.

Peki, üniversiteler ve akademisyenler bu baskıya ne zaman “dur” diyecek?

İktidar, etkin bir baskıcı politikayla üniversiteler de dâhil olmak üzere pek çok kurumu sindirdi. Medyada bile Taraf, Birgün, Sözcü ve Cumhuriyet dışında muhalif gazete kalmadı. Aslında salt kendinize baksanız, anlayacaksınız. Taraf’ın başına neler geldi, daha kim bilir neler gelecek?.. O yüzden akademisyenlerin sessizliğini yadırgamamak, kimseden de kahramanlık ve şövalyelik beklememek lazım. Akademisyenler olarak bizden ancak bu kadarı çıkar işte. Unutmayın ki bu ülkede, 12 Eylül Darbesi’ni yapan Kenan Evren’e Fahri Hukuk Profesörlüğü unvanını veren İstanbul Üniversitesi’nin akademisyenleri oldu.

“Bizden kahramanlık beklemeyin” diyorsunuz. Peki, bu suskunluk üniversitelerin ve akademisyenlerin saygınlığına gölge düşürmez mi?

Düşürmez olur mu? Hem de nasıl düşürür. Bu cesaretsizlik medya patronlarının, hâkimlerin, savcıların, kolluk güçlerinin, köşe yazarlarının, gazetecilerin saygınlığını düşürdüğü gibi üniversitelerin ve akademisyenlerin saygınlığını da zedeler. Şu örneği anımsayın: İktidar, şüpheliyi salıveren savcıyı görevden alıyor. Yerine gelen savcı kişilikli bir direniş gösteremeyip, iktidarın isteği doğrultusunda şüpheliyi tutuklatıyor. Sonra da direngen savcı sürülürken, uysal savcı özel ödüllerle taltif ediliyor. Emir kulu olarak atanan savcı, meslek ahlâkı ve dayanışması gereği “Ben, selefimin salıverdiği gazeteciyi, emniyet görevlisini şimdi nasıl, hangi gerekçeyle tutuklatırım” diye vicdanını sorgulayamıyor artık. Her geçen gün demokrasi liginde daha bir alt kümeye düşüyoruz. “Türkiye hukuk devleti falan değil, polis devletidir” tekerlemesi boşuna ortaya atılmıyor yani…

Batı’dan uzaklaşmak Türkiye’ye neye mal olur?

Çok pahalıya mal olur. Hiçbir devletle sağlıklı bir ilişkimiz kalmadı. Bu olgu bizi ekonomik anlamda da tecrit olmaya iter. Suudi Arabistan ve tuncaArap emirlikliklerinden yatırım bekler hâle geliriz. Arapların rezidanslardan daire alması ya da lüks AVM’lerden alışveriş yapmasını bekleriz. Ali Babacan da bu durumu sıkça itiraf etmiyor mu? Her fırsatta “Demokrasisi bozuk, erkler ayrılığının olmadığı, hukuk ilkeleri sağlam olmayan bir ülkenin, ekonomisi de sağlam olmaz” deyip duruyor. Yabancı yatırımcı güvenip, buraya yatırım yapar mı hiç?

Yayınladığınız bildiride “Erkler ayrılığı çerçevesinde parlamentonun etkinliğinin arttırılması” diyorsunuz. Parlamentonun, Erdoğan’ın ağırlığı altında ezildiğini mi ifade ediyorsunuz?

Bakın, 1961 Anayasası ile biz, İtalyan ve Alman anayasalarından esinlenerek ideal bir parlamenter demokrasi benimsedik. Bu Anayasa’da erkler ayrılığı ve bu erklerin birbirini karşılıklı olarak denetlemesi ve dengelemesi özerk kuruluşların, Senato‘nun, Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin de payandalarıyla dört başı mamur düzenlenmişti. O yıllarda sağlıklı bir şekilde kurulan bu denge, 1971’de “Bu Anayasa ile devlet yönetilemez” bahanesiyle ilk antidemokratik darbeyi yedi.

Nasıl bir darbe yedi?

Yürütme güçlendirildi; bu arada yasa gücünde kararname çıkarma yetkisiyle donatıldı. Danıştay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin yargı yetkisi sınırlandı. Daha sonra 12 Eylül’de yürütme daha da güçlendirildi.  Yürütmenin başı Kenan Evren için olağanüstü yetkiler sağlandı. Başkanlık sistemine doğru gelişen süreçte ilk radikal adımlar aslında bu süreçte atılmış oldu. Sonuçta parlamenter demokrasi adamakıllı çarpıtıldı, yozlaştırıldı. İşte deklarasyonda değindiğimiz nokta da o; parlamento gittikçe etkisizleştiriliyor; yasa paketleri ve torbaları gece yarıları Başkan’ın talimatıyla geçiriliyor, muhalefet devre dışı bırakılıyor. Yargının ve yasamanın yürütmeyi denetleme ve frenleme yolundaki mekanizması artık işlemiyor. Aslında Başkanlık sistemine bile geçmeye gerek kalmadı. Cumhurbaşkanı, şuanda bile süper yetkilere sahip bir Başkan. Ülkenin etkili tüm kilit kişilerini kendisi seçip atıyor. Köprüden havaalanına, giyim kuşamdan yiyecek içeceğe, karikatürden heykele, okunacaktan seyredileceğe, kaç çocuğun nasıl doğrulacağına varıncaya kadar her şeye hükmedebiliyor.  Biz, o deklarasyona imza atan hukukçular, işte bu ürkütücü olumsuz gelişme karşısında, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi klasik demokratik Batılı parlamenter sistemin tüm kurumlarıyla ve denetleme mekanizmalarıyla etkin kılınmasını istiyoruz.

Erdoğan’ın istediği Başkanlık tam olarak nasıl bir sistem?

Erdoğan, kendisine göre biçilmiş bir Başkanlık kaftanı istiyor. Evren’den sonra şimdi de Erdoğan’a özgü (zata mahsus) bir sistem yaratılmak isteniyor. Şuanda bile çok geniş yetkilere sahip Cumhurbaşkanlığı makamının daha da güçlü ve tartışılmaz, dokunulmaz kılınması isteniyor.

“Şuanda da pek çok yetkiye sahip” diyorsunuz. Son zamanlarda Erdoğan’ın, Devlet Başkanı gibi hareket etmesinin Anayasaya uygun olmadığı da tartışılan konular arasında…

Bir kere, Erdoğan, göreve gelirken ettiği tarafsızlık yeminini hiçe sayıyor. Parti başkanı gibi parti kongrelerine mesajlar yolluyor. “Seçimde 400 AKP’li milletvekil istiyorum” diyor. Partili Başbakan’ın yerine siyasal kararlar veriyor. Bakanlar Kurulu’nu topluyor. Oysa yürürlükteki Anayasa’ya göre, Bakanlar Kurulu’nu Cumhurbaşkanı ancak ivedi, pek özel durumlarda toplayabilir. Cumhurbaşkanı’nın Bakanlar Kurulu kararlarından sorumluluğu yok ki. Kurulun asıl sorumlusu Başbakan. Sorumluluğu olmayan bir Cumhurbaşkanı’nın kalkıp, sorumluluğu beraberinde getirecek kararlara imza atması olacak şey değil. Bu tutumuyla Erdoğan, kendi başkancılık sistemini fiilen icra etmeye başladı bile. Eleştirilerin gelmesi çok doğal çünkü bu yapılanların hepsi Anayasa’ya aykırı… Böyle bir rejimi toplumuza dayatma girişimine karşı mücadele her demokrat yurtsever ve insanseverin boynunun borcudur.