Çevre

Prof. Cevat Geray: İstanbul’u bekleyen kaostur

"İstanbullular, siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin popülist, rantçı politikalarının bedelini ağır bir şekilde ödüyor"

28 Temmuz 2017 15:00

Kent Bilimcisi Prof. Dr. Cevat Geray, dengeli ve eşitlikçi bir kalkınma modeli uygulanmadığı için 20 milyona yakın insanın İstanbul’a yığıldığını, bunun da yaşanan felaketlerin tetikleyicisi olduğunu söyledi.

Her şeyin halkın kentine sahip çıkmasına bağlı olduğunu söyleyen Geray’a göre 2009’da İstanbul’daki Ayamama Deresi taşkını önemli bir uyarıydı ama o uyarı da dikkate alınmadı.

"İstanbullular, siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin popülist, rantçı politikalarının bedelini ağır bir şekilde ödüyor. Her şiddetli yağmurda ölüm-kalım savaşı vermek zorunda kalan İstanbullular bu gidişatın daha ne kadar sürdürülebilir olduğunu düşünecek, tartışacak, protesto edecek koşullara bile sahip değil." diyen Geray, "Türkiye’nin dörtte birinin yığıldığı İstanbul, meskunlarına her geçen gün daha sert ve net mesajlar veriyor. Buna mukabil siyasetçiler, felaketlerin sorumlusu olarak 'doğayı' gösteriyor. Doğanın kendini savunacak bir dili yok ama yaptırımları ağır." ifadesini kullandı.

Geray'ın Gazeteduvar'dan İrfan Aktan'a verdiği söyleşi şöyle:

Türkiye’nin en önemli kent bilimcisi olduğunuz için öncelikle neredeyse her şiddetli yağmurda kaos yaşanan, sele teslim olan İstanbul’u konuşalım. İstanbul’un yaşadığı krizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz kent ve bölge plancıları İstanbul’un bu kadar büyüyeceğini öngörmüyorduk. 20 milyona yakın insanın İstanbul’da toplanması en büyük yanlış. Keza yerleşme kararları alınırken arazinin durumunu, su yataklarını iyi incelemek gerekir. Maalesef yerleşme sel yataklarına, dere boylarına yönelmiş durumda. İstanbul’da 2009 yılında Ayamama Deresi’nin taşmasıyla yaşanan sel felaketi önemli bir uyarıydı ama o dikkate alınmadı. Kentin bu derecede nüfus çekmesi bizim açımızdan dengesiz bir şehirleşmedir. Biz Mülkiye’deki Şehircilik Kürsüsü’nde daima nüfusun ve ekonomik etkinliklerin yurt düzeyine dengeli yayılmasını savunmuşuzdur. Güneydoğu veya İç Anadolu’daki birtakım kasaba ve kentlerdeki insanların İstanbul’a gitmeleri çok da boşuna değil. Eğer yurttaşlarımıza dengeli ve eşitlikçi bir kalkınma modelini uygulayabilseydik İstanbul bu kadar kalabalıklaşmayacaktı. O zaman yerleşme kararlarının isabetsizliği, birtakım açık ve yeşil alanların yapılaşmaya açılması, doğanın tahribatı bu düzeyde olmayacaktı.

Geçtiğimiz günlerde Ege’de yaşanan deprem, beklenen İstanbul depremini de tekrar gündeme getirdi…

Tabii, İstanbul deprem bekliyor. İnsanların deprem halinde evlerinden çıkıp toplanacağı meydanlar vardı. Bu yeşil alanlar da imara açıldı ve ortadan kaldırıldı. Depreme sadece yapıların dayanıklılığı açısından bakılmaz. “İnsanları deprem öldürmez, binalar öldürür” sözü çok doğrudur. Sadece İstanbul’da değil Türkiye genelinde ranta dayalı bir kentleşme siyaseti güdülüyor. Kentlerimiz rantçılığa mahkûm olmuştur. Bir yazımda kentlerimizin rantçılığa yenik düştüğünü ifade etmiştim ama şimdi “mahkûm olmuştur” diyorum. Toprak rantını azamiye çıkarmak için birtakım projeler geliştirildi. Örneğin TOKİ, birtakım değerli alanları boşaltarak, birtakım müteahhitlerle gelir paylaşımı esasına dayalı çalışmalar yaptı.

Bir de denizi doldurarak “kazanılan” rant alanları var…

Çok sayıda sahil belediyesi denizi doldurarak kıyıları kullanıma açıyor. Denizi doldurmak doğayı tahriptir. Karadeniz’de kıyıdaki yol yüzünden doğa tahrip olmuş, insanların denizle irtibatı kesilmiş, yüksek yapılar yüzünden sahilde perde oluşturulmuştur. Arkadaki binalar denizi de göremiyor, hava da alamıyor. Aynı şey İzmir’de de yaşandı. Tayyip Bey belediye başkanıyken İstanbul’daki 3’üncü köprüye karşı çıkmıştı. Ama şimdi onun hararetli savunucusu. Üçüncü havalimanı, İzmit körfezindeki köprü… Bunlar doğa tahribatıyla birlikte, yap-işlet-devret yöntemiyle ve kaynaklarımızı aşırı kullanarak yapılıyor. Devletten para gitmiyor diyorlar ama bunların o köprüden günde belli sayıda vasıta geçmesi taahhüdü var. O kadar vasıta geçmediği zaman, ortaya çıkan açık, torunlarımız borçlandırılarak ödeniyor.

1930, İstanbul doğumlusunuz. Eski İstanbul’la şimdiki arasında mukayese yaptığınızda nasıl bir manzara görüyorsunuz?

İstanbul’u bekleyen kaostur. Boğazın güzellikleri tahrip oldu, yüksek yapılar boğazın silüetini değiştirdi. Trafiği yenemiyorlar. Birtakım güvenlik sorunları da doğuyor. Bu nüfusu buraya çekmenin hiçbir anlamı yoktu. Kapitalist gelişme dengesiz gelişmedir ve bu yoldan, doğa tahrip edilerek gidiyor. Üçüncü havalimanına gerek var mıydı mesela? Bence yoktu. Atatürk Havalimanı ileride ranta, yapılaşmaya açılacak. İstanbul’un en kıymetli alanı orası. Bunlar para yapacak yer görmeyiversinler! Altunizade’deki Validebağ’a göz dikmişler şimdi. Halk direniyor ama ne kadar direnebilecek? Bunların halkı taktıkları yok. İmara açıp rantı paylaşmak dışında bir amaçları yok. Belediyeler Türkiye’de rantı engelleyici tedbirler alacaklarına, rantı paylaşmaya yöneliyorlar. Bakın, çapraz finansman diye bir şey var…

Nedir çapraz finansman?

Değerli arazilerdeki rant, değersiz arazideki yapılaşmayı finanse edecek güçtedir. İngiltere’de şehircilik siyaseti bu doğrultuda yapılır. Ankara’da mesela, Dikmen Vadisi projesini Murat Karayalçın yaparken, oradaki gecekonduluların daha iyi şartlarda yaşamalarını sağlamayı, konutlandırmayı hedeflemişti. Nitekim yapılan bazı evler yüksek fiyatla satılıp fakir-fukaranın evleri yapılabilirdi. Ama Melih Gökçek zamanında bu proje değiştirildi ve fakir-fukara oradan çıkmak zorunda kaldı.

Belediyeler demişken, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere Van, Şırnak, Mardin gibi HDP’nin elindeki neredeyse tüm belediyelere kayyım atandı. Siz başından itibaren yerel yönetimlerin belirleyici olması gerektiğini savunan bir kent bilimcisiniz. Ankara’dan atanan memurun belediyeyi yönettiği bu uygulamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belediyeler şirket değildir. Kayyım lafı şirketlere özgüdür. Belediyelerde sadece suçu saptanan, mahkûm olan belediye başkanlarının yerine, belki bir başkası geçebilir ama o da belediye meclisinden biri olur. Dolayısıyla kayyım uygulaması demokratik bir yaklaşım değildir.

Kayyım uygulamalarından önce Gezi’de de gördüğümüz gibi merkeziyetçi yönetim modeli çeşitli krizlere sebep oluyor. Türkiye’deki bu merkeziyetçi anlayış giderek daha mı pekişiyor yoksa hep böyle miydi?

1980’lerde tüm dünyada yerelleşme ve yerel yönetimlerin daha güçlü olması yolunda bir yaklaşım gelişti. Bu arada da yerel halkın, yönetecek kişiyi veya grubu seçmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında bu kayyım denilen şey benim anlayamadığım bir şeydir. Az önce dediğim gibi, belediye başkanı tutuklanmışsa, belediye meclisinden birinin ona vekalet etmesi gerekir. Eskiden belediye yasasında merkezden atamaya olanak veren bir düzenleme vardı ama o 1940’lardan sonra uygulanmadı. Şu an kayyım atanan belediyeler, kaynaklarını PKK’ya mı aktardılar, ne oldu, buna ilişkin hiçbir açıklama yok.

Kentsel dönüşümle birlikte “hafıza hakkı” gündeme geldi. İnsanlar, yaşadıkları bölgelerdeki yapılar üzerinden belli bir hafıza oluşturuyorlar ve bu hafıza sürekli siliniyor…

Türkiye çok çeşitli uygarlıkların üstünde oluşmuş bir ülke. Ta 1950’li yıllarda gayrimenkul yapıları korumak için yasalar çıkarıldı. Tarihi Kentler Birliği diye bir oluşum var ve 22’nci yaşında. Ben bu birliğin danışma kurulunda uzun süreler kaldım, bu kentleri gördüm. Birçok şehirde belediyelerde ve kent halkında bir bilinçlenme başladı. Tarihi Kentler Birliği yönetiminde sanırım bir HDP’li belediye başkanı da vardı. Bunlar kentlerdeki tarihi varlıkları korumak için bir çaba içindeler. Ama Kültür Bakanlığı’nın bunu desteklemesi gerekiyor. Bazı konularda dış destekler de gelebiliyor. Birçok belediyemiz şimdi UNESCO’nun kültürel mirasına dahil oldu. Ama her şey yerel halkın kentine sahip çıkmasına ve yerel yöneticilerin bilinçlenmesine bağlı.

Ömrünüz şehircilik üzerine yaptığınız çalışmalarla geçti. İktidarlar sizin gibi şehir plancılarının görüşlerine ne kadar başvuruyor?

Çoğunlukla bizim söylediklerimize kulak asmazlar.

Merkezi iktidarın yerel yönetimler üzerindeki denetimi kadar üniversitelere yönelik baskılarını da konuşalım. 12 Eylül döneminde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanıyken Kenan Evren cuntası tarafından üniversiteden atıldınız. 35 yıl sonra yine Siyasal’ın çok sayıda hocası Barış Bildirisi’ne imza attıkları için ihraç edildi. Üniversitelere yönelik baskı bağlamında 12 Eylül ile şimdi arasında nasıl bir mukayese yapıyorsunuz?

Bir meslektaşımız “YÖK’le üniversite yok oldu” demişti. Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak biz, YÖK yasasının bugünkü haline gelebileceğini ve siyasal iktidar tarafından kullanılacağını bilmiş gibi davrandık ve buna karşı çıktık. “Bu olmaz” dedik. Özerk bir YÖK var ama üniversite yok. Üniversitenin içinde sadece yöneticilerin değil, her bir öğretim üyesinin özerkliği gerekir. Bugünkü uygulama, bizim o günlerde karşı çıktığımız sonuçları verdi ve iyice zıvanadan çıktı. Atamalarda kayırmalar oluyor, bir kısım öğretim üyeleri dışlanıyor. Referandumla kabul edilen anayasaya göre rektörlerin bir partinin genel başkanı olan cumhurbaşkanı tarafından atanması söz konusu oldu. Böyle bir şey olur mu! Bunlar üniversiteyi bitiricidir.

Mülkiye’nin sütunlarından olan bir hocasınız ama sizin de artık ders vermenize müsaade edilmeyecek…

Evet bana şimdiye kadar dokunulmuyordu ama sonra “emeklilere ders verdirilmeyecek” diye karar aldılar. Zaten bu şartlar altında ders vermek de istemiyorum. Bizim Siyasal’daki Şehircilik Kürsüsü’nde, en değerli arkadaşlarımızdan bir profesör ve bir doçenti imzacı diye attılar.

12 Eylül’de hangi gerekçeyle atılmıştınız?

Bizleri İhsan Doğramacı istemedi. YÖK yasasıyla bizi dışlamak istemiş ama bunu YÖK kuruluna kabul ettirememişti. Ondan sonra gitmiş Bakanlar Kurulu’na, “bunlardan kurtulalım” demiş. Bakanlar Kurulu da “YÖK’ün kararı kaça kaç” diye sormuş, “11’e 12” demiş Doğramacı. “Oy birliğine yakın bir çoğunlukla gelmezseniz atamayız” demiş Bakanlar Kurulu. Bunun üzerine Danıştay’a gitmiş. Danıştay’ın o zamanki başkanı “Sayın Doğramacı bu konular pazarlık konusu olmaz, biz hukukun gerekleri yerine gelmiş mi gelmemiş mi, ona bakarız” demiş. Bunun üzerine Sıkıyönetim Komutanı’na gitmiş. O da bizi 1402’lik yaparak ihraç etti. Ortada bir sebep yok.

Kaç yıl üniversiteden uzak kaldınız?

Yedi sene sonunda dönebildim.

Barış Bildirisi’ne imza attığı için ihraç edilen hocaların dönme ihtimali var mı?

OHAL kalkacak gibi değil, sürekli hale geldi. Onun için de çocuklar mahkemeye gidemiyor. Biz de gidemiyorduk. Danıştay’ın o zamanki başkanvekili bana, “Cevat Bey, seni tanıyoruz ama ne yazık ki bu yasayla bize başvurmanız mümkün değil” demişti. Ama Sıkıyönetim kalkınca dava açtık ve Danıştay kararıyla döndük.

Üniversite nereye gidiyor?

Valla üniversite direniyor. Hâlâ insanlar bir şeyler yaratmak, topluma yararlı olmak, öğrencileri yetiştirmek için çaba gösteriyorlar. Bunlar var. Ama belli adacıklar halinde kalıyorlar. Örneğin Mersin Üniversitesi’nde bir arkadaşımız vardı ve bence birinci sınıf bilim insanıydı. Üç kere doçentlikten çaktırıp kadro vermediler.

Ali Ekber Doğan’dan bahsediyorsunuz galiba…

Tabii, Ali Ekber Doğan bir örnektir. Ben bir ara Mersin Üniversitesi’ndeydim. Onu master düzeyindeki eğitime başlatan benim. Sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde doktora yaptı. Çok başarılı çalışmaları, yayınları olan bir bilim insanı. Ama onu da maalesef KHK ile, Barış Bildirisi’ne imza attığı için ihraç ettiler. Şimdi KHK’larla neler yapmıyorlar! Hastaneler kapatılıyor! Bunun OHAL’le ne ilgisi var?

Hatta araba lastikleriyle ilgili düzenleme bile KHK ile yapıldı.

Öyle mi! (Gülüyor).

Sizce 12 Eylül’de cuntaya direnmenin bedeli şimdiki otoriter sisteme direnmenin bedelinden daha mı ağırdı?

12 Eylül’de Mamak’taki davaları izleyen bir avukat dostum, “oradaki yargıçlar yasanın gereklerini yerine getiriyorlardı, bunlar ona da bakmıyor” dedi geçenlerde. O dönem içerideki bütün çocukları savunan bir avukattı. Mamak yargılamaları sırasında bir kadıncağız görmüş orada. Sen kimin yakınısın diye sormuş, “Sırrı Süreyya”nın demiş. Bunun üzerine Sırrı Süreyya’ya da avukatlık etmişti…

Barış İçin Akademisyenler’in imzaladıkları Barış Bildirisi ile sizin cuntaya karşı hazırladığınız Aydınlar Bildirisi arasında da benzerlik kuruluyor. Siz de o dönem Kenan Evren tarafından vatan haini ilan edilmiştiniz…

Doğru, Evren Paşa bizi vatan haini ilan etti. Gayet ilginç. Ondan sonra ne oldu peki? Sıkıyönetim savcılığında bir yüzbaşı “elebaşlarımızı” yargıladı.

Siz elebaşı değil miydiniz?

Ben o sırada başkanı olduğum Mülkiyeliler Birliği’ne zarar gelmesin diye çok ortalıkta görünmedim. Savcı bana “kaç tane imza topladın?” diye sordu. “İstesem 300 tane de imza toplardım ama ben Mülkiyeliler Birliği başkanıyım” dedim. Beni iddianameye dâhil etmemişti. Ama her gün yargılamaya gidiyorduk. Orada herkes, dilediği gibi kendisini savundu. Aziz Nesin savunma yapmadan bir gün önce Ankara’ya geldi ve dönemin Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’dan randevu aldı. Benle Aziz Nesin birlikte gittik görüşmeye. 1402’lik olduğum halde adam beni kabul etti. “Bu yasalarla Türkiye gitmez, değiştirin” gibi çok yerinde eleştiriler yaptı Aziz Nesin. Ertesi gün yapacağı savunmayı bir tür Necdet Üruğ’a yaptı. Nitekim ertesi gün de mahkeme “bunlar anayasal hakları olan dilekçe verme hakkını kullanmıştır” diyerek Aydınlar Dilekçesi’ne imza atan bizleri beraat ettirdi.

Kurucuları arasında yer aldığınız İnsan Hakları Derneği’nin de 31’inci yıl dönümündeyiz. Şu an insan hakları savunucuları da büyük baskılar altında…

Şimdi insan haklarını savunmak o döneme göre daha riskli. Çünkü barış kelimesini farklı anlıyorlar, olan biteni “ileri demokrasi” diye yutturuyorlar. O dönem İHD’nin kurulmasına önce izin vermediler. Biz de derneği kurarken Emil Galip Sandalcı’ya “bu herhangi bir fraksiyonun derneği olmamalı” dedik. Her kesimden insanlar dahil oldu. Davayı kazandık ve derneği kurduk. 12 Mart döneminde de ben TRT’de danışmandım. TRT Genel Müdürü olan Musa Öğün paşa, “bunlar yayınlara sınıfsal bir açı vermek istiyorlar” diyerek bizi şikayet etti. Basın-Yayın Yüksek Okulu’ndaki öğrencilerimden Nilgün Abisel, Necla Zarakol filan vardı. Savcı bunu ihbar kabul etti ve bizi çağırdı. Delil yetersizliğinden takipsizlik kararı verdiler. Sonuçta bir savaşım verdik.

Sizin ömrünüz neredeyse tüm cumhuriyet tarihini kapsıyor. Tüm bu tarih boyunca karşılaştığınız baskıların bir gün son bulacağını düşünüyor musunuz?

Bakın, eğer Adnan Menderes “erken seçime gidiyorum” deseydi, gidişat durabilirdi. Ama Tahkikat Komisyonları üzerinden antidemokratik işler yaptı Menderes. 1960’tan hemen önce biri bana “ne yapalım hocam?” dediğinde, “hemen seçime gidilmeli” yanıtı vermiştim. Demokrasi tıkandığında, bu tıkanıklığı aşmanın yolu seçimdir.

Şu an Türkiye’de insanlar geleceğe dair bir öngörüde bulunamıyor. Otoriterleşmenin hangi boyutlara varacağına dair sorular soruluyor. Sizin öngörünüz nedir?

16 Nisan referandumu çok önemli bir ölçüdür. YSK o kararı vermeseydi belki oylar ya eşit veya Hayır’lar ağır basacaktı. Yine de eğer halkın yarıya yakını bir anayasaya karşı çıkıyorsa, o anayasa toplumla bir mukavele olamaz. Anayasalar toplumla siyasi organlar arasındaki bir sözleşmedir, mutabakattır. Evet, kılpayı geçti o anayasa ama bu sürdürülebilir mi, bilemiyorum. Bakın, “Hayır” diyenler arasında her partiden insan vardı. Ben işte buna güveniyorum. Böyle bir dönemde kötümser, karamsar olmamak gerekir. Eğer o kadar insan “Hayır” dediyse bence demokratikleşme açısından önemli bir umut var. AKP, gideceğini anladı. Onun için şiddeti artırıyor. “Hayır”ların bir arada tutulması ve etkili olması lazım. Her parti kendisine mal etmemeli bunu. Hele CHP hiç etmemeli.

Neden?

E canım CHP’nin oyu kaçtır ki! MHP’nin büyük çoğunluğu da Hayır dedi ama onlar da “bu bizimdir” dememeli. HDP de “Hayır” dedi. Uzlaşmaları gerekiyor bunların. Zaman birleşme, dayanışma zamanıdır. Demokraside birleşmemiz gerekiyor. Bir arada olmak ve bir arada davranmak şart. Emperyalizm etnik, dinsel, mezhepsel ayrılıkları teşvik ediyor. Bakın Suriye’de Müslüman Müslüman’ı öldürüyor. Emperyalizmin ayrılıkçılık oyununa gelmemek lazım.

Gerçi bizde toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi için emperyalistlerin devreye girmesine pek gerek yok gibi görünüyor…

Şimdiki iktidar hangi dış desteklerle gelmiştir? “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanıyım” sözünü eskiden söylüyordu ama o oyun devam ediyor bence. Türkiye’yi etnik, dini ayrılıklara sevkeden demeçleri var iktidarın. İktidar bu ayrılıkçılığı sürdürüyor ama millet gösterdi ki, “Hayır”da birleşilebiliyor. Birçok şeyde daha birleşebilir bu halk. Yolsuzluklara, eşitsizliklere karşı çıkmada, dengeli kalkınmada, demokratik-hukuk devletinin inşasında birleşebilir bu toplum. Adalet Yürüyüşü’nü gördünüz, herkes vardı orada. Kılıçdaroğlu’nun hayatındaki tek olumlu şeydi o yürüyüş ama sonuçta yürüdü. Ona CHP’liler kadar HDP’liler ve MHP’liler de destek verdiler. Demek ki adalet talebinde birleşilebiliyor. Bu birleşme şart.