Kültür-Sanat

Önyargıdan Kandil'e yolculuk: Dokunmadan barışamayız!

Hülya Avtan, Tuğçe Tatari'nin "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim" kitabını yazdı

25 Şubat 2015 16:47

Hülya Avtan*

"Neden yazdım?" sorusuyla başlıyor Tuğçe Tatari, Doğan Kitap’tan çıkan  "Anneanne Ben Aslında Diyarbakır’da Değildim"e. Bunu yaparken bir yandan özeleştirisini de veriyor aslında. Ve kitap Kürt meselesi üzerine aynı zamanda kişisel bir çalışma olma özelliği taşıyor.
 
Kürt meselesi ile ilgilenmeye başladığı tarih çok eskilere düşmüyor Tatari’nin. Akşam gazetesinde çalıştığı dönemde yazdığı bir yazı ve ardından aldığı olumlu eleştirilere rağmen içinin neden rahat etmediğini anlamaması başlatıyor her şeyi. Yazıyı hatırlayanlar olacaktır; 2012 senesinde BDP vekillerinin Şemdinli’de PKK gerillaları ile karşılaşıp kucaklaştığı günü konu alıyordu Tatari'nin anlattıkları. Tatari bu olayın kendinde yarattığı his karmaşıklığının peşine düşüyor bir bakıma. Yaşadığı ikilemi ise şu şekilde ifade ediyor: “Kürtler'in mücadelesi ve hak arayışı üzerine hiç düşünmemiştim bile. Kürtler ve Kürt meselesi ayrı, PKK ayrıydı benim için.” Tatari’ye göre o dönemde Kürtler devletin mağdur ettiği, canını yaktığı, yok saydığı halklardan biriyken PKK terör örgütü diye öğrenilmiş -ya da öğretilmiş- bir tehdit demekti. Söz konusu kucaklaşmanın yarattığı öfke hissi ise işte o “Meclisi bırakın, dağa çıkın” yazısını kaleme almasına neden olabilecek kadar güçlü... 
 
Esas mücadele bundan sonra başlıyor Tatari için. Yazıya dair tepki almamasına rağmen kendini huzurlu hissetmediğini samimi şekilde dile getiriyor daha kitabın en başında. İçine gireceği mücadele, dışarıdan ziyade kendisiyle oluyor. Daha doğrusu o döneme kadar meseleye dair kodlanmış, ezberletilmiş ve sorgulatılmamış ne varsa tümü ile... Kendisinin söz konusu kod yazılımı içinde ‘ulusalcı’ olarak tasvir edilmesinden ne derece rahatsızsa, Kürtler'in ve PKK hareketinin de tam olarak ne olduğunu bilmemekten o derece rahatsız olduğunu söylüyor. Kendisi için, bilmediklerinin peşinden gitmek olan bir yolculuk kitabı aslında bu.

 

'Bir arada mücadele'

 

Meseleye dair okunan kitaplar, yapılan araştırmalar bir yana ilk önemli adım 10 Eylül 2012 tarihinde Çağlayan Adliyesi'nde atılıyor. Evet, KCK Basın Davası’nın ilk duruşma günü bu tarih. Tatari davayı takip etmek için gittiğinde orada bulunmasını yadırgayan Rojin Akın’la tanışıyor. Bu dostluk zaman zaman gerilimlere sebep olsa da güçlü bir bağa dönüşüyor. 2013 Diyarbakır Nevroz’unda Diyarbakır’da alıyor soluğu, Öcalan mektubunda ne diyecek merakıyla. Kalabalığın coşkusundan, birliğinden ne denli etkilendiğini ise şöyle ifade ediyor: “Belki de Kürtlerde beğeni duyduğum temel özellik bu; bir arada mücadele, bir arada yaşam, bir arada hak arama, bir dil, bir vücut olabilme hali.” 

 
Tatari bir yandan bu hissi yaşarken bir yandan yadırgıyor kendini. O anda yaşadığı duyguyla Kandil’e gitmeye karar veriyor. Ve kitaba da ismini veren o cümle geliyor “Tüm aileme yalan söyledim, ‘Diyarbakır’a gidiyorum’ dedim.” 
 
Kandil deneyiminden önce Laleş’e uğruyor Tatari, Ezidilerin kutsal mekanı Laleş’i ziyareti esnasında onların kültürüne ve inançlarına dair de çok şey öğreniyor. Aslında her durak yeni dünyalar açıyor Tatari’ye, etrafı çocuk merakıyla izliyor, fazla meraklı baktığı için etrafındakilerin rahatsız olmasından ya da öfkelenmesinden endişe edip kendini tutmaya çalışıyor.


 
Dağdaki kadınların hikayeleri

 

Kandil’e yolculuğunu uzun uzun anlatıyor, kendisi için ‘olağanüstü’ olan bir ortamda “Her biri silahlı bir grup kadınla Kandil Dağı’nda çay içip gündelik konulardan konuşuyorum,” diyor. Bu kadınların hikayelerini ayrıca önemsiyor, onlardan çok şey öğreniyor. Murat Karayılan’la aynı sofrada yemek yiyor. Kandil’i dolaşıyor, şehitliği ziyaret ediyor. Bu deneyimden sonra İstanbul’a döndüğünde Nişantaşı’nda gittiği şık ve bakımlı olması gereken yemekle “Şizofrenik bir durum içindeyim,” diyor. 

Kandil’e tekrar dönüp Hacer Zagros’la röportaj yapabilmeyi kafasına koymuşken Mahmur Kampı’ndan da geçiyor. Vatan gazetesinden Gamze Kutluk ile düşüyorlar yola bu kez, Kutluk fotoğrafları çekecek, Erbil’den arkadaşı Nadya çeviri konusunda yardım edecek. Üç farklı kuşaktan insanla konuşuyor Mahmur’da her birinin deneyimleri başka. Fakat görüştüğü üç ismin de birleştiği nokta, onurlu bir barış için haklarının teslim edilmesi. Bu Tatari’nin yolculuğu boyunca görüştüğü herkesin ortak arzusu aslında. “İnançlar, renkler, soylar, ırklar, aidiyetler için gırtlak kesiliyor, tecavüz ediliyor, bebekler boğazlanıyor ve bizler izliyoruz,” diyor ayrılırken.
 
Tatari’nin kitabı pek çok açıdan önemli. Hepsinden önce büyük bir bilme arzusu ve cesaretle yazıldığı için önemli. Bu yolculuk boyunca ilk defa karşılaştığı şey ne ise sakınmadan yazma dürüstlüğünü göstermesinin yanında, kendini sorgulaması, içine düşen kuşkunun peşinden gitmesi ile önemli. Başlangıçta sadece kodlanmış ve benimsetilmiş Kürt ve PKK algısının üstüne gitmesi, bir taraftan kendi devrimini yaşarken diğer yandan bunu sesli şekilde de dile getirebilmesi açısından önemli. Ve elbette bu süreçte yaptığı incelemelerin, tanıklıkların, röportajların ve izlenimlerin aktarılması açısından dikkate değer.
 
Sona geldiğinde Tatari şunun altını çiziyor: “Ortaya taraflardan birinin sahipleneceği, gurur duyacağı bir iş çıkarmak istemedim hiç... Aslında amacım, meseleye sadece öğretilenler üzerinden bakan, başka da şansı olmayanlara anlatmaktı.” Heval Serfiraz ile konuşmasında dediği gibi 'dokunmadan barışamayız' düşüncesiyle yolculuğuna başlayan Tatari şu cümleyle noktayı koyuyor: “Özgür ve savaşsız bir dünya istiyorsak şayet, işe önce kendi uyanışımızı tamamlamakla başlamak zorundayız.”

* Bu yazı Milliyet Kitap'tan alınmıştır

 

İlgili Haberler