Gündem

‘Olağanüstü' koşulların ‘olağanüstü' 1 Mayıs'ları

"Avrupa'da faşizm koşullarında 1 Mayıs, ABD'de olandan çok daha farklı bir renge bürünür"

22 Nisan 2018 18:02

1 Mayıs Emek ve Dayanışma günü yaklaşırken sendikalar, kutlama yapacakları yerlerle ilgili kararını açıkladı. Bu yıl 1 Mayıs olağanüstü Hal'de kutlanacak. 2013 yılından beri kutlamaların yapılmasına izin verilmeyen Taksim Meydanı bu yıl da 1 Mayıs tarihinde kapalı olacak. DİSK, Maltepe'de bir araya geleceklerini açıklarken, TÜRK-İŞ ise 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü Hatay'da kutlayacaklarını ifade etmişti. Peki dünyada şimdiye kadar olağanüstü koşullarda kutlanan 1 Mayıs'lar hangileri?

Evrensel'den Kavel Alpaslan'ın tarihte ‘olağanüstü’ koşulların yarattığı ‘olağanüstü’ 1 Mayıs’ örneklerini derlediği haberi aynen şöyle:

Başlı başına mücadeleci bir geleneğin mirası olarak 1 Mayıs, her coğrafyada farklı bir anlam ifade ediyor. Havana’da milyonların arasında yürüyen bir işçinin coşkusu ile, Atina’da, İstanbul’da gasp edilen haklarını arayarak sokağa çıkan bir işçinin öfkesi, birbirinden çok farklı 1 Mayıs kavrayışları. Buna rağmen alandan eve dönen Kübalı, Yunan ya da Türkiyeli işçilerin, ‘Dünyadan 1 Mayıs’ görüntülerini merakla izlerken buluşması ise küçümsenemeyecek bir hemhallik.

Öte yandan şu da bir gerçek ki, pek çok yerde 1 Mayıs, sadece ‘1 Mayıs’ değil. Gelin tarihte ‘olağanüstü’ koşulların yarattığı ‘olağanüstü’ 1 Mayıs’ların bazılarına seyahat edelim... Tarih dediysek, basitçe kimi yılları arka arkaya koyacağımız bir dizgi akıllara gelmesin. Bahsedeceğimiz örnekler, birbirlerinden farklı görünse de kimi benzerlikler taşımakta ve daha da önemlisi günümüzde dahi bu coğrafyaların işçi sınıfının 1 Mayıs algısında önemli yer kaplamakta. Tıpkı Türkiye’de 1 Mayıs 1977’de katledilen 34 canın sorulmamış hesabını düşünmeden İstanbul’da 1 Mayıs’ın ‘1 Mayıs’ olamayacağı gibi... Lafı fazla uzatmayalım ve ilk olarak 1917 Ekim Devrimi’nin, tüm dünya gibi ABD’deki işçi hareketlerine de coşku saçtığı yıllardan başlayalım.

"Amerikanlaşma günü"

Geçtiğimiz yıl ABD Başkanı Donald Trump’ın 1 Mayıs’ı ‘Sadakat Günü’ (Loyalty Day) olarak gündeme getirmesi ses getirmişti. Oysa bu, Trump’ın bir kurmacası falan değil, ABD’nin 1 Mayıs’ı absorbe etmeye çalışmasının neredeyse yüz yıllık hikayesidir. ABD’li gazilere destek olan bir kurum, bu günün tarihini, hâlâ diri tuttuğu anti-komünist bakışıyla şöyle açıklıyor: “Amerika’da örgütlü emeğin tarihi karışıktır. Ama pek çokları, o dönem Amerikan işçi hareketinin, milli değerlerimize aykırı olan komünizm ve anarşizm tarafından yoğun bir şekilde etkilenmesinden korkuyordu (...). 1921’de, ‘Emek Günü’ kutlamalarına karşı denge oluşturmak için, daha sonra ‘Sadakat Günü’ denecek ‘Amerikalılaşma Günü’ (Americanization Day) yaratıldı.”

Görüldüğü gibi her yanlış saat günde bir kez doğruyu gösteriyor. Bu ‘dengelemenin’ barizliği, ABD yönetiminin acizliğini gösterse ve hatta günümüzden bakınca ‘komik’ gözükse de işin trajik tarafı çok büyük. Bu trajedi her şeyden önce ‘1 Mayıs’ın ‘Emek ve Dayanışma Günü’ olmasında tıpkı Avustralya işçileri gibi ABD işçi sınıfının büyük rolünden kaynaklanıyor. 1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu, çalışma saatlerinde iyileştirme talebiyle iş bırakır. Şikago’da eylemlere katılan işçilerin sayısı yarın milyonu bulur. Aynı yılın 1 Mayıs’ında Kentucky-Louisville’de başlayan grevde polisin işçilere ateş açması, 4 işçinin hayatını kaybetmesi ve ardından nereden geldiği belli olmayan bir bombanın patlaması... Tüm bu yaşananlar 1889’da İkinci Enternasyonal’de 1 Mayıs’ın ‘Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü’ olarak tanımlanmasında etkili olur.

İşin tarihsel yanı bir tarafa, ABD’deki bir diğer 1 Mayıs trajedisi de, işçilerin elinden bu günü alan yönetimin, ‘Birinci Kızıl Tehlike’ döneminde uyguladığı politikaların ta kendisidir. ABD’nin anti-komünist hamleleri her ne kadar İkinci Paylaşım Savaşı sonrasıyla özdeşleştirilse de 1920-1930’lu yıllarda ABD’de güçlü bir anti-propaganda dönemi yaşandı. Bu propaganda elbette kendisini, yükselen işçi hareketlerinin karşısında ete kemiğe bürünerek gösterdi. Birinci Paylaşım Savaşı’nın körüklediği krizin faturası işçi sınıfına kesiliyor, bunun sonucu olarak büyük grevler organize ediliyordu. Dönemin rüzgarının işçiden yana estiğini söylemek de yanlış olmaz. Örnek vermek gerekirse 1919’da Seattle’da ülkenin ilk genel grevi yaşanır, 60 bin grevci kentte hayatı durdurur. Grevi durdurma görevini üstlenen belediye başkanı Ole Hanson toplam 3 bin polisi işçilerin karşına çıkardığında ne dese beğenirsiniz: “Seattle halkının Amerikanlığını göstermesinin zamanı geldi.” Burjuva basın da bu propaganda kampanyasına sessiz kalamaz, Chicago Tribune “Petrograd’dan Seattle’a orta halli bir adım” ifadeleriyle grevi yorumlar. Ertesi yıl, 1920’de, 33 şehirde sistemli bir şekilde yapılan baskınlarla 4 bin kişinin tutuklanması, New York Belediye Meclisi’ndeki 5 sosyalist delegenin gerekçe gösterilmeksizin ihracı... Tüm bunlar ABD’nin anti-komünist kimliği açısından önemli bir yerde duruyor.

Elbette bu Kızıl Tehlike, ‘İkinci’ ve daha meşhur dönemini, komünizmin yeniden yükselişe geçmesine paralel olarak 1947-57 arasında yaşar. Bu tarihlerde ‘Amerikanlaşma Günü’ revize edilerek ‘Sadakat Günü’ne dönüştürülür. Bu günün tanımı günümüzde dahi şöyle:

“ABD ve Amerikan özgürlük geleneğine gösterilen saygı günü.” Ancak uydurma günlerle kurulmaya çalışan hegemonyaya karşı Amerika’da 1 Mayıs kültürü yok olmaz. Ülke solu ve işçi hareketi geçmişinde 1 Mayıs’ın asıl anlamını canlı tutmak için daima çabalar. 

Kurşunlar altında enternasyonal

Avrupa’da faşizm koşullarında 1 Mayıs, ABD’de olandan çok daha farklı bir renge bürünür. Nazi Almanyası üzerinden gidecek olursak; önceleri bağımsız sendikalar, sosyal demokratlar ve komünistler tarafından kutlanan 1 Mayıs, Nisan 1933 tarihinde devet tekeline alınır ve ‘Ulusal Çalışma Günü’ olarak yeniden isimlendirilir. Resmi gösteriler dışında yapılacak tüm etkinlikler yasaklanır. Bu değişim, faşist yönetimin emekçilere ait bir günü, çıkarları doğrultusunda çevreleyerek nasıl içinde erittiğini gösteriyor. Ancak buradaki 1 Mayıs’ın dönüşümünün, ‘Amerikanlaşma Günü’ndeki gibi bir sığlıkta olmadığının altını çizmek gerekiyor. Naziler, yaklaşık yarım asırlık 1 Mayıs geleneğini, bir manevra ile bir ‘faşist podyumuna’ çevirir. Almanya’nın dört bir yanından işçiler Berlin’e getirilir, şehir süslenir... Amaç her şeyden önce Alman işçi sınıfını komünistlerden ‘korumaktır’.

Bu yorumu 2 Mayıs 1933 günü yaşananlar doğruluyor. Nazilerin Alman emekçilere yaptığı korkunç propagandayı, ertesi gün ülkedeki sendika merkezlerine yapılan baskınlar takip eder. Liderler tutuklanır, toplama kamplarına gönderilir, sendikalar kapatılır... Nazi Almanya’sında işçi hareketleri üzerine kuşkusuz daha ayrıntılı sözler etmek gerekir ancak işin 1 Mayıs açısından önemine gelince Varşova Gettosu ayaklanmasına da bahsetmek gerekiyor. Naziler 1940’da Polonya’nın başkenti Varşova’da 450 bin Yahudiyi duvarlarla çevrilen gettoya hapseder. Toplu kıyımlar sonucu buradaki nüfus, silahlı ayaklanmanın başladığı (19 Nisan) 1943 baharında 60 bine kadar geriler.

Bu ayaklanma 16 Mayıs’ta kanlı bir şekilde bastırılsa da İkinci Paylaşım Savaşı’nın tek silahlı Yahudi ayaklanması olması dolayısıyla tarihe geçer. Silahlı çatışmaların yükseldiği bir döneme denk gelen bir 1 Mayıs’ın nasıl ‘kutlanıldığı’ ise tarihe düşülmüş  bir başka değerli not. Varşova Gettosu’nun liderlerinden Marek Eldman şöyle anlatmış o 1 Mayıs’ı: “1 Mayıs günü Komuta, bir ‘tatil’ eylemi düzenleme kararı aldı. Kimi direniş grupları olabildiğince çok Alman ‘avlamak’ için görevlendirildi. Akşamına 1 Mayıs sayımı yapıldı (...) Enternasyonal marşı söylendi. Biliyorduk ki o gün, dünyanın dört bir yanında binlerce insan 1 Mayıs’ı kutluyordu ve her yerde kuvvetli, anlamlı konuşmalar yapılıyordu. Fakat, Enternasyonal marşı, tüm halkın katledildiği, hâlâ katledilmekte olduğu, böylesine trajik ve farklı koşullarda ilk kez söyleniyordu. Söylediğimiz marşlar, bir enkaz yığınına dönüşmüş gettonun dört bir yanında yankılandı ve sosyalist gençliğin hâlâ kavga ettiğini, ölümle karşı karşıya kaldığı bir anda bile ideallerinden nasıl vazgeçmediğini gösterdi.”

Apartheid'a karşı 1 Mayıs

Daha yakın bir tarihten 1 Mayıs’ın dünyadaki ‘olağanüstü’ geçmişi hakkında örnek vermemiz gerekirse Güney Afrika’ya gitmemiz gerekir. Ülkede 1994’te Apartheid hükümetinin düşmesiyle birlikte 1 Mayıs, resmi tatil olarak belirlenir. Ancak kitlesel gösteriler ‘ulusal tatil’ ile birlikte gelmez. Tam tersine, 1 Mayıs işçilerin elinden alınmak istendiğinde sokaklar hıncahınç direniş alanına dönüşür. Ülkenin köklü ve çetin işçi sınıfı mücadelesinde 1 Mayıs, Apartheid karşıtı gösterilerin bir sesi haline dönüşür. Yani ırkçılığa karşı mücadelede 1 Mayıs da üzerine düşen sorumluluğu alır.

Aslında Güney Afrika’nın 1 Mayıs’la tanışması biraz farklı. 1919 yılında Güney Afrika Komünist Partisi’nce (CPSA) kutlanan 1 Mayıs, beyazların inisiyatifiyle düzenlenmeye başlar ve bu dönemde kitlenin ezici çoğunluğunu yine beyaz işçiler oluşturur. 1930’lara doğru siyah işçi hareketlerinin yükselişe geçmesi ve kimi sendikacıların da girişimiyle birlikte 1 Mayıs alanında siyahlar yavaş yavaş çoğunluğu oluşturmaya başlar.

1970’li ve 1980’li yıllarda özellikle büyük maden grevlerinin ardından işçi ve sendikal hareketler ivme kazanır. Apartheid yönetiminin doğrudan hedef alınmaya başlamasıyla birlikte, ABD örneğine benzer bir uygulamaya gidilir. P. W. Botha’nın Apartheid rehiminin, 1 Mayıs’ı farklı bir tarihe iterek kendi tekeline almaya çalışması ve devrimci ruhu törpüleme girişiminin alanda çok farklı bir yansıması olur: 1 Mayıs kesin bir şekilde ‘kutlama’dan çıkar ve Apartheid yönetimin politikalarına karşı başkaldırının sembollerinden biri haline gelir.

Kısaca toparlamak gerekirse toplumsal mücadele tarihinde 1 Mayıs, birbirinden hem farklı hem de aynı pek çok gelişmeye sahne oluyor, olmaya devam ediyor. Kesin olan şeyse 1 Mayıs’ın resmi bir müsamere basitliğinde olmadığıdır.