Kültür-Sanat

Münir Özkul'un kızı: Kavuğun Rasim Öztekin'e verilmesi bir devir-teslim değildi...

"Bence Ferhan Abi artık bu sorumluluğu taşımak istemedi"

04 Şubat 2018 14:49

Hürriyet yazarı Ayşe Arman, geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Yeşilçam'ın duayen sanatçısı Münir Özkul'un kızı Güner Özkul'la konuştu. Özkul, Ferhan Şensoy’un babasından devraldığı kavuğu Rasim Öztekin’e vermesine dair "Ben bunu bir devir teslim değil de, nöbet teslimi olarak görüyorum" dedi.

Özkul, "Artık Rasim bu senin hakkındır! Her şeyi, sen de benim kadar layıkıyla yerine getirdin. Bu kavuk senindir' deyip vermemiştir Ferhan Abi. Kendi sağlığından endişe ettiği ve bütün bu tartışmaların ve soruların muhatabı olmaktan sıkıldığı için verdi diye düşünüyorum. Bence Ferhan Abi artık bu sorumluluğu taşımak istemedi, çok yoruldu. Rasim Abi de, Ferhan Abi’nin tiyatroda çok güvendiği, can yoldaşı bir insan. Bu yakınlıktan dolayı ona verdi" ifadelerini kullandı. 

Arman'ın "Babam kadar içi dışı bir, hesapsız bir insan tanımadım" başlığıyla yayımlanan (4 Şubat 2018) yazısı şöyle: 

O, Münir Özkul’du…

Hepimizin babasıydı... Hocasıydı... Ustasıydı...

Şu coğrafyada onu sevmeyen yoktur.

Hepimiz onu sayarız.

O Mahmut Hoca’dır, Yaşar Usta’dır, aile babasıdır, olmak istediğimiz Türk insanıdır.

Sıcaklıktır, dürüstlüktür, samimiyettir, onurlu olmaktır.

Geçtiğimiz günlerde ne yazık ki kaybettik büyük ustayı.

Eski eşi Suna Selen’den olan kızı Güner Özkul’u aradım, baba-kız ilişkilerini konuşmak için. “Ben de anlatmak isterim ama müsaade edin, birkaç hafta geçsin, ondan sonra” dedi.

Huzurlarınızda Güner Özkul.

Mimar Sinan Üniversitesi Grafik Bölümü mezunu, yıllarca mankenlik yaptı, sonra sunuculuk, şimdi de hem tiyatro oyunculuğu yapıyor hem de pedagojik formasyon alıyor. Aynı zamanda Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nde doktora öğrencisi ve dünyalar güzeli Süreyya’nın annesi.

Bir süre önce baban Münir Özkul’u kaybettik. Başın sağ olsun. 

- Hepimizin başı sağ olsun.

Nasıl bir boşluk oldu hayatında?

- Aslında gitmemiş gibi geliyor. Hâlâ o stabil halinde, Cihangir’deki evde yatıyormuş gibi. Ama uzun bir süredir onu her gördüğümde, “Bu artık benim babam değil!” diyordum kendi kendime.

Kaç senedir o durumdaydı?

- Son beş yıldır. Onu o yapan özellikleriyle, kendine has karakteriyle, yaptıklarıyla, arkada bıraktıklarıyla zaten hep vardı. Ama beş sene boyunca orada yatan, o değildi. Bir çeşit ölmüştü zaten. Onun o hali de bizi biraz bu sona hazırladı.

Sonun başlangıcı ne zamandı?

- Solunum cihazına bağlandıktan sonra bir cihaz takılıyor. O işi sevmedi, kendi sesine yabancılaştı. Beğenmedi çıkan sesi. Ve konuşmayı kesti. Konuşmayı kesince iletişim tamamen bitti.

Nereden anladınız sesini beğenmediğini?

- Konuşmamaya başlayınca. Zaten birkaç kere de Ümran Abla’ya söylemiş; “Ben bu sesi beğenmedim” diye. Şikâyet etmiş. Demans başladıktan sonra uykularından “Provaya geç kalıyorum!” diye kalkıyordu. Bütün rollerini tekrar ediyordu. Özellikle müzikallerdeki şarkıları söyleyerek uyanıyordu. 

Peki son senelerini nasıl geçirdi?

- Daha çok geçmişte yaşayarak. Onu Münir Özkul yapan şeyleri yaşayarak. Babam gibi insanlar, işleriyle varlar. Hep o işlerle devam ediyordu hayatına. Ama kendi çıkarttığı sesi beğenmeyince küstü.

Doğumum, çok iyi dönemine rastalmış

Nasıl bir babaydı?

- Ben çok iyi bir dönemine rastladım. Doğduğum yıl içkiyi bırakmış. Dolayısıyla abim ve ablam için farklı, benim için farklı bir babaydı. Abimle ablam, ona en çok ihtiyaç duydukları dönemde hem sürekli çalışıyor hem de alkol problemi var hayatında. Gerçi her zaman müşfik bir babaymış ama biraz ilgisiz kaldığı dönemler olmuş. Bir de onlarla ilgili her türlü pişmanlığını sanki bende telafi etmeye çalıştı.

Kaç yaşındaymış sen dünyaya geldiğinde?

- 41.

Bize yansıyan müthiş erdemli, gururlu, namuslu, dürüst, uzlaştırıcı ve şefkatli olduğu... Gerçekten öyle miydi?

- Evet, özel bir insandı.

Evde de bir baba olarak Yaşar Usta mıydı?

- O kadar mütevazı biri hiç olmadı!

Nasıl yani? Egosu mu vardı?

- Elbette. Egoya sahip olmadan bu kadar büyük bir sanatçı olunmuyor!

Yani filmlerindeki kadar mütevazı değil miydi?

- Değildi. Hatta Muhsin Ertuğrul’un, “Fazla tevazu gösterme evladım inanırlar!” lafını da sürekli kullanırdı. Başkalarına da bunu nasihat ederdi. Dürüstlük, erdem, iyi kalplilik gibi şeylerin hiçbir zaman altını çizip peşinde koşmadı, onlar kendiliğinden vardı. Ben babam kadar içi-dışı bir ve gizli ajandası olmayan bir insan tanımadım. Kalp kırdığı dönemler olmuş olabilir -ki genellikle onlar içki dönemine denk gelir- ya da egosuyla ezdiği insanlar da olmuş olabilir ama hiçbir zaman hesaplı bir kötülüğü olmadı.

40’larında tamamen mi bırakıyor içkiyi?

- Bir 10 sene evet. Sonra tekrar başlayıp bıraktığı dönemler oldu. Bıraktığı dönemler, kırdığı kalpleri onarmakla geçti! Ama bir yandan da şeytan tüyü olduğu için babamı affetmeyen yok gibiydi. 

Başka bizim bilmediğimiz özellikleri?

- Çok müdanasız bir insan. Hiçbir şeyden korkusu yok, hiç kimseye eyvallahı da yok. Canının istediğini yapar, istemediğini yapmaz, bu kadar. Ama bir yandan da inanılmaz saf, tamamen bir bebek kafası. Monopoly oyunundaki paralar var ya, onları kutudan çıkart uzat, “Münir Abi bakkaldan bir yoğurt alır mısın?” de, gider almaya. O paranın gerçek mi, oyuncak mı olup olmadığını bilmez. Parayla alâkası yok. 

İşi ve sanatıyla mı meşguldü?

- Evet. Ama şanslı da. Her zaman dört ayak üstüne düşüyor. Çünkü hep kendisini seven insanlarla birlikte. Herkes anlayış gösteriyor ona ve dehasına.

Biraz bencil de yani?

- Elbette! Onun için bu kadar büyükler. O jenerasyonun böyle bir lüksü de varmış. Günümüzde bu tür şeyler pek olamıyor artık.

Peki sana düşkün müydü?

- Evet, çok. Ama ilkokuldan itibaren yatılı okudum.

Niye?

- Çünkü annemle babam ilkokula başladığımda ayrıldı. Annem, yatılı olmamın hepimiz için daha iyi olacağını düşündü. Annemle babam sürekli turnelerde oldukları ve çalıştıkları için ben zaten anneannemle ve dedemle yaşıyordum. Alıştığım düzen oydu ilkokul bire kadar. İlkokul birde anneannemi kaybedince her şey değişti. Çok hareketli bir hayatları olduğu için, beni aynı okulda yatılıya verdiler. 

Bana fotoğraf makinesi alabilmek  için video filminde oynamıştı

O dönemleri hüzünlü mü hatırlıyorsun?

- Yoo hayır. Başkaları için yatılı okumak hüzünlü olabilir ama ben başka türlüsünü bilmiyorum. Yatılılık, o yıllarda bu kadar garipsenen bir şey değildi. Daha çok yatılı okul kültürü ve hikâyeleri vardı. Artık pek yok. Yedi ile 15 yaş arasını yatılı geçirdim. Annem ve babam sürekli turnelerdeydi, setlerdeydi, sürekli şehir dışı. Ama zannedilmesin ki beni oraya attılar, günlerini gün ediyorlar. Öyle değil, çalışıyorlardı. Lise bitti, akademiye başladım. Ucuz video filmler dönemi de başlamıştı Türk sinemasında. Sırf bana fotoğraf dersinde iyi bir makine gerekiyor diye, babam Canon A1 gövde karşılığında bir video filminde oynamıştı.

Vayyyyy!

- Evet, böyle çok hikâyesi vardır. Mesela sarılık olmuştum, beni hastaneye yatırdı. Ama parası olmadığı için her gün vapurdan Çapa’ya kadar yürüdü.

Niye yürüyor da otobüse binmiyor?

- Koskoca Münir Özkul ama parası yok! Kuzguncuk’tan Üsküdar iskeleye yürüyor, vapura binip karşıya geçiyor. Eminönü’nden de Çapa’ya yürüyor. Sonra eve aynı şekilde dönüyor. Arabası yok, taksi parası yok. Otobüse de binmiyor. Çünkü “Münir Özkul otobüse biniyor!” dedirtmek istemiyor. Bir de birileriyle konuşması gerecek otobüsle giderse. Babam konuşmayı seven, insanlarla iletişimde olmayı seven biri değildi. Yürürken düşünmeyi severdi. Bir ay boyunca her gün yürüyerek hastaneye gidip geldi.

Düşkünlük dereceniz nasıldı?

- Hafta sonları dip dibeydik. ‘Hababam Sınıfı’ filmlerinde, senaryo çalışmalarında, çekim aşamalarında, bütün o setlerde, kısacası okulda olmadığım her dakika babamın yanındaydım.

Benzer mi kişilik özellikleriniz?

- Çocukken çok benziyorduk. Zamanla insan değişiyor. Anneme de benzeyen yanlarım ortaya çıkmaya başladı.

Hangisine daha yakındın?

- Her zaman babama. Ancak 30’umdan sonra annemle de barışık olmaya başladım. Onun kaygılarını anladım. Anlamıyordum eskiden. Annemin de sevilen biri olduğunu gördükçe, onunla da birlikte olmaya başladıkça, ona benzemekten korkmamaya başladıkça, annemle yakınlaştım. Ve ona benzemeye başladım.

Baba neyi temsil ediyordu?

- Neyi temsil etmediğini söyleyebilirim. Babamda otorite kavramı hiç yoktu. “Ne istersen yap!” diyen bir babaydı. Annem benim için otoriteyi daha fazla temsil ediyordu. Otoriteden kim hoşlanır ki?

En çok neler paylaşırdınız, neler konuşurdunuz?

- Aslında çok kendi kendimize yaşardık. Ben hep kitap okurdum. Babam da okurdu. Kendi kendine düşünürdü. Amerikan filmlerinde arkadan geçen figüranların bile adlarını sayabilirdi. Müthiş bir sinema aşığıydı. Müzik dinlerdik birlikte. Adriano Celentano severim, babam sevdirdiği için. Caz severdi ama pop-caz sevmezdi. Klasik caz severdi.

“Siz” mi derdin, “sen” mi?

- “Sen” derdim ve halalarım çok kızardı. Onlar kendi babalarına “Beybağcım” demeden konuşmazlarmış, odadan geri geri çıkarlarmış falan. “Münir, sen bu çocukla başa çıkamayacaksın!” deyip sürekli hem babamı hem beni eleştirirlerdi. 

Babam oyuncu olmamı istemedi

Senin oyuncu olmanda babanın da rolü var, değil mi?

- Hayır, hiç yok. Benim oyuncu olmamı babam hiç istemedi. Annem istedi. Bense, anneme inat akademiye gittim. Babamın sözünü dinledim. Aslında babamın söylediği şuydu: “Kızım, boynuz kulağı geçmeli derler. Geçemezsen üzülürsün!” Bunun alt metni, “Zaten geçemezsin!”di. Ama tabii, insan zamanla anlıyor ki, her insanın yarışı kendiyle. Babam kadar büyük bir oyuncu olmam mümkün değil ama şart da değil! Zaten ben babam gibi sadece bu işe odaklanacak biri olmadım. Önceliklerim her zaman farklı oldu. Hayatının önceliğini tek bir şey yaparsan ölümsüz oluyorsun. Ama ben hayatı sadece sanat ya da iş olarak görmüyorum. Bana soranlara şunu söyleyebilirim: Babam gibi olamam belki, annem gibi olamam ama onların iş ahlâkı ve ilkelerine sahip olabilirim.

Annem, İstanbul'un en güzel iki kadınından biriydi

nnenle baban nasıl tanışmış ve ne kadar büyük bir aşkmış?

- Babam güzelliğe tutkun bir adam. Annem de gerçekten çok güzel bir kadınmış. Bir zamanlar İstanbul’un en güzel iki kadınından biriymiş. Diğeri de Alev Ebuzziya’ymış. İkisi akademiden arkadaşmışlar. Annem, kendi jenerasyonunda nadir konservatuvar mezunu oyunculardan biri. Şimdi mesela, mankenden oyuncu olur mu, olmaz mı tartışılırken o zaman oyuncular mankenlik yapıyormuş. Annem de dönemin en gözde mankenlerinden biriymiş. Genç oyunculardan biri olarak babama bir dost ortamında tanıştırılmış. Tabii ki hemen bir elektriklenme olmuş aralarında. Bir de annem, meydan okumayı çok seven bir kadındır. Aralarında itişme ve meydan okuma olmuş. Babamın da en seveceği şey. 

Ne kadar evli kalmışlar?

- 10 sene kadar. Ayrıldıklarında ben 8 yaşındaydım. 74’de ayrıldılar.

Aslında babanın hayatında tabii epey bir eş trafiği olmuş…

- Evet.

Bunları nasıl yönetiyor?

- Yönetmiyor ki! Bırak birbirlerini yesinler! Babam hiçbir şeyi yönetmedi. Gelmek isteyen gelir, gitmek isteyen gider. O kadar rahat ve özgüven sahibiydi ki bu konularda. O yüzden de hiçbir zaman bir derdi olmadı. 

'Babam niye Zeki Müren kadar alkış almıyor diye üzülürdüm'

En mutlu hatırladığın yaşlar ne zaman?

- Çocukluğumla ilgili mutsuz hatırladığım pek bir şey yok. Evet annemin de babamın da başka başka eşleri oldu ama hepsi çocukları seven insanlardı. Babam gazinoda çalışıyordu. “Niye Zeki Müren babamdan daha fazla alkış alıyor?”a üzülüyordum mesela. En çok benim babam alkış alsın istiyordum. Böyle çocuksu şeyler yaşıyordum.

Sahne tozunu 14 yaşında yuttum

Grafik okudun ama mankenlik yapmaya başladın...

- Evet, 12 yıl manken olarak çalıştım. O dijital dönem başladı. Dijital dünya ve tasarımlar kesmedi beni. Bir de manken olarak dünyayı gezmek, çalışmak hoşuma gitmişti. “Mankenden oyuncu, oyuncudan manken olur mu?” diyorlar ya, sahne üstünde olmanın duygu olarak hiçbir farkı yok. Evet, oyunculuğu becerirsin beceremezsin o ayrı ama hepsinin temelinde teşhir duygusu yatıyor. 

Ne zamandır oyunculuk yapıyorsun?

- 79’da babamın çocukluğunu oynayarak başladım. Aslında çok eğitimsiz bir oyuncu da değilim, Bilsak tiyatro laboratuvarında yetiştim. Daha sonra hasbelkader yine 14 yaşında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda gelmeyen bir oyuncunun yerine beni çıkarmışlardı. Sahne tozunu daha 14 yaşında yuttum. Son 20 yıldır da oyunculuk, televizyon programcılığı gibi şeyler mankenliğin yerini aldı. 

“Vay be ne hale gelmiş" cümlesini duymak istemiyordu

Son beş yılda özellikle kimseye göstermiyor muydunuz, öyle bir durum mu vardı babanla ilgili?

- Evet. Bilinci kapanmadan önce kendinin ve eşinin tercihiydi. İnsanların onu filmlerdeki gibi hatırlamasını istiyordu. Son zamanlarında sokağa çıktığında filan, “Vay be ne hale gelmiş yılların Münir Özkul’u!” cümlesini duymak hoşuna gitmiyordu. İnsanlar bunu boş bulunarak, ellerinde olmadan söyleyiveriyorlar. Bu kadar sevilen karakterler söz konusu olduğu zaman, onların hayatına her şekilde müdahale edebileceklerini düşünüyorlar. 

Çünkü canlandırdıkları karakterlerin içine onları hapsetmiş oluyoruz.

- Aynen öyle! Dolayısıyla babam da artık yok olmak istedi bu anlamda. Bu tür eleştirilerin muhatabı olmak istemedi.

Eşiyle aran iyiydi, değil mi?

- Her zaman. Bana gerçek bir abla oldu. Çünkü ben 12 yaşındaydım onunla tanıştığımda, o da 25 yaşındaydı. Özellikle Süreyya doğduktan sonra ben çok fazla ilgilenemedim babamla. Onun gösterdiği özveri müthiş.

Gümdem yaratmak için sürekli babamı öldürdüler

Sürekli öldürdüler onu. Bu ne kadar sinir bozucuydu ve sence neden yapılıyordu?

- Gündem yaratmak için! Hatta bu konuda bahis filan oynadıklarını bile düşündüm. Babamla annemin tiyatroları olduğu dönemde, bir turne öncesi yine o zamanın büyük gazetelerinden birinde böyle bir haber çıkmış. “Münir Özkul öldü!” diye baş sayfadan vermişler. Annem çok sinirlenmiş. Gazeteye gitmiş demiş ki, “Ya bizim tiyatromuz var. Bilet satacağız, turnemiz var. Ekmeğimizle oynuyorsunuz!” “Aa hemen düzeltiriz efendim” demişler. Sonra 5. sayfada en altta, görünmeyecek bir yerde bir iki satırlık bir şeyle düzeltmişler. “Bu ne biçim tekzip” demiş annem. “E ‘Münir Özkul öldü’, haber. Ama ‘Ölmedi, yaşıyor’ haber değil!” demişler.

Ferhan abi, sağlığından endişe ettiği için kavuğu Rasim Öztekin'e devretti

Ferhan Şensoy’la Münir Özkul’un ilişkisi nasıldı?

- Ferhan Abi çok yaratıcı bir adam. Yani sadece iyi oyuncu olan kavuğu alır diye bir şey yok. Ferhan Şensoy sadece iyi oyuncu değildir, iyi yazardır, pek çok şeydir. Ferhan Abi’yle çalıştığı dönemde, babam çok mutluydu. Kötü bir başka özel tiyatro deneyimi olmuştu. Onun arkasından Ferhan Abi ona ilaç gibi geldi. Ve çok el üstünde tutularak oynadı. Çok eğlenerek oynadı. Dolayısıyla, orada çok güzel bir dönem geçirdi. Mesai dışında da paylaşımları vardı. 

Baban da kavuğu bütün kalbiyle hissederek mi verdi?

- Evet. Çünkü sadece oyunculuğu için değil, yazdıkları için, bir tiyatroyu yaşatmak adına gösterdiği çaba için, tiyatrosuna ‘Orta Oyuncular’ adını verdiği için, çok yönlü bir adam olduğu için, babamın dostu olduğu için ve daha birçok şey yüzünden o kavuğu hak etti Ferhan Abi.

Babana ev aldığı yazıldı, sen de itiraz ettin. Gerçeği ne o hikâyenin?

- Babama bütün sanatçılar kollektif bir jübile düzenlediler AKM’de. Bunda da en çok çalışanlar Müjdat Gezen ve rahmetli Kemal Sunal oldu. Hatta, Kanal D, yayın haklarını aldı, onun karşılığında bir ücret ödedi.

Baban bu kadar iş yapıp aslında parasız mıydı?

- Evet. Parasının hesabını hiçbir zaman bilmediği için parasızdı. 

Baban o zaman sağlıklı mıydı?

- Evet 67 yaşındaydı. Ufak tefek unutkanlıklar vardı ama en yine de çalışabiliyordu. O dönemde Kemal Abi’yle Müjdat Abi, “Sen bu parayı çarçur edersin, biz bu parayı alıyoruz!” dediler. “Sen ev bulduğunda parayı tapuya getiririz!” Cihangir’deki ev işte bu şekilde alındı.

O zaman Ferhan Şensoy’un aldığıyla ilgili ortalıkta dolaşan yazı ne?

- Hiçbir fikrim yok. Yılmaz Özdil’in de o yazıyı yazmadığı, sahte bir hesaptan yayıldığı söylendi bana. Yılmaz Özdil de dava açacakmış. 

Ferhan Şensoy ne dedi bu duruma?

- Herhalde, “Gerçek kendiliğinden ortaya çıkar” diye bu tartışmaların içine girmek istemedi. Çünkü babam öldüğü gün, Ferhan Abi ameliyattan ayılıp beni aradı. Omzu kırılmıştı, ağır bir ameliyat geçirmişti ve babam öldükten bir buçuk saat sonra ayılmıştı. “Şimdi gelemiyorum Güner ama 14 Mart’ta Orta Oyuncular’ın kuruluş yıldönümünde baban için bir anma gecesi düzenleyeceğiz!” dedi.

CNN TÜRK’e yıllar evvel Ferhan Şensoy’un, “Kavuğu kime vereceğim ki, yok verebileceğim biri” diye bir açıklaması var...

- İzlemedim. Ama bir ara Ferhan Abi’nin çok üzerine geldiler, “Kime vereceksiniz?” diye. O da kestirip atmak istemiştir. Çünkü ille de birine vermek gerekmiyor. İçinden gelirse verir, gelmezse vermez.

Şimdi Rasim Öztekin’e vermesini nasıl değerlendiriyorsun?

- Ben bunu bir devir teslim değil de, nöbet teslimi olarak görüyorum.

Nasıl yani?

- Yani “Artık Rasim bu senin hakkındır! Her şeyi, sen de benim kadar layıkıyla yerine getirdin. Bu kavuk senindir!” deyip vermemiştir Ferhan Abi. Kendi sağlığından endişe ettiği ve bütün bu tartışmaların ve soruların muhatabı olmaktan sıkıldığı için verdi diye düşünüyorum. Bence Ferhan Abi artık bu sorumluluğu taşımak istemedi, çok yoruldu. Rasim Abi de, Ferhan Abi’nin tiyatroda çok güvendiği, can yoldaşı bir insan. Bu yakınlıktan dolayı ona verdi.

Hak ettiği için değil yani...

- Hak edip etmemek ayrı ama altında yatan nedenin bu olduğunu düşünüyorum. Bu kavuk meselesinin Ferhan Abi’yi hırpaladığını düşünüyorum. Bu arada Rasim Abi de çok iyi bir oyuncu ama kavuğu ben hak ettim diye bir meselesi yoktur. Bu biraz hırsla ilgili bir şey. Onda böyle bir hırs yok. 

Hamile kalma sürecimi anlatmak suç teşkil ediyor

Kızınla da ilgili haber oldun pek çok kez. Herkes seninle konuşmak istedi o dönem ama hiç konuşmadın.

- Evet, şu anda da kızıma nasıl hamile kaldığımla ilgili süreci konuşmak suç teşkil ediyormuş! Dünya tatlısı bir şey oldu. Bir de evlendik, eşim üzerine aldı. Gerçi biz açıkladık durumu Süreyya’ya ama anlamadı. Rehber hocamız, “Siz takarsanız o da takar, siz takmazsanız o da takmaz!” dedi. Biz takmıyoruz, Allah’a şükür maaile çok mutluyuz.

Ailemizin en güzel sırrı

GalataPerform’la 2004’de Berlin’de tanıştım. Yeşim Özsoy kurucusu ve sahibi. Şimdi de onların bir oyununda oynuyorum. Üç kişilik bir oyun: ‘Ailemizin En Güzel Sırrı.’ Burak Karaosman ve Pınar Göktaş’la birlikte oynuyoruz. Selen Uçar yönetti. Oyunun konusu da ilginç. Babalarını kaybeden bir ailenin hissettikleri ve gösterdiği tepkiler. Sıkı bir oyun, herkese izlemesini tavsiye ederim.