Kültür-Sanat

Metin Akpınar: Zıt fikirde insanların 'hayır'da birleşmesi yeni demokrasi tarifine uyan bir yaklaşım

"Zeki-Metin ikilisi yarının demokrasi kültürünün çekirdeğidir"

14 Mayıs 2017 13:36

Usta oyuncu Metin Akpınar, yüzde 51.4 'evet' oyunun açıklanmasıyla son bulan halk oylamasına giden süreçte Saadet Partisi'nden CHP'ye, HDP'den muhalif ülkücelere farklı kesimlerin hayır oyu vermesinin "yeni demokrasi" tarfine uyduğunu söyledi. "Çağdaş demokrasi birbiriyle aynı düşünmeyen, hatta zıt fikirde insanların şiddet unsuru kullanmaksızın, özgür iradeleriyle, kurum ve kurallarıyla geleceklerini tayin edebilecekleri rejimdir" tanımını yapan Akpınar, "Şimdi bu referandumda, yüzde 48.6 ‘Hayır’ oyu veren popülasyona baktığımız zaman orada böyle bir çoğulculuk görüyoruz. Birbiri gibi düşünmeyen insanların ‘Hayır’ altında birleşmesi yeni demokrasi tarifine uyan bir yaklaşım. Ama bugünkü durum yine de çok iç açıcı değil" değerlendirmesinde bulundu.

"Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisinin yarının demokrasi kültürünün çekirdeği olacağını söyleyen usta oyuncu, "Türkiye'de mizahı yeterli bulmuyorum ama bunun nedeni mizahın Aristo’dan beri gelen kuramlarını yeterli bulmamam. Batı’da yeni bir felsefe çerçevesinde yeni mizah kuramları gelişiyor. Bu yeni kuramlarla mizahın tüm felsefi ve sosyolojik gelişimi yeniden irdelenecek ve zamanına göre doğru ama şimdi ayıp olan kuramlar silinecek" diye konuştu.

Metin Akpınar'ın Hürriyet gazetesinden Yenal Bilgici'ye verdiği söyleşi şöyle:

Yıllarca tiyatro sahnesinde gündemdeki konulara da dokunarak toplumun nabzını tuttunuz. Bugün burada, öğrencilerinizin arasındasınız, yine toplumun içindesiniz. Türkiye’nin siyaseten ikiye bölündüğü bir referandumdan çıktık. Nasıl görüyorsunuz ülkeyi?

- Aktif tiyatro yaşantım yok; o yüzden seyircinin nabzını tutamıyorum ama burada 40 öğrencim var. Hele birinci sınıflarda, entelektüel formasyon olduğu için, siyaset tartışıyoruz. Şimdi burada benim tespitim şu: Bir yön kaybı var. İnsanlar ne yapacaklarını bilmiyor.

Bu yeni bir gelişme midir?

- Hayır. Epeydir var. “Nedeni nedir” diye sorsan söyleyemem. Şöyle bir yaklaşımda bulunabilirim ama. 1950’den beri, neredeyse 60 senedir sağ iktidarlar yönetiyor ülkeyi. Sorumlusu bir defa budur. Yön kaybını neden yarattınız? Devlet, sivil inisiyatifler, demokratik kitle örgütleri, belediyeler yön tayinine yardımcı olmazlarsa, bu kayıp olur. Bir de değerler silsilesi kaybı oldu. Eskiden nedret yasası vardı mesela.

Nedir o yasa?

- “Çölde bir bardak su mu pırlanta mı değerli” diye sorsan, bir bardak su pırlantadan değerlidir. Yani daha rahat bir ortamda pırlanta değerlidir.

Neden nedret deniyor?

- Nadir bulunan şey değerlidir. Çetin Altan, Allah rahmet eylesin, çok kullanırdı bu tabiri. Bizde değer kaybı oldu. Çölde de artık pırlanta değerli olabiliyor. Çünkü onu birine verdiğin zaman sana bir maymun getiriyor; maymun gidiyor suyu buluyor, sen de içiyorsun. Yani değer yargılarımız değişti. İkincisi, kelimelerimizin kavram ve kapsamları değişti. Yeni ve çağdaş demokrasinin tarifini yapmalıyız evvela.

Nasıl mesela?

- Çağdaş demokrasi birbiriyle aynı düşünmeyen, hatta zıt fikirde insanların şiddet unsuru kullanmaksızın, özgür iradeleriyle, kurum ve kurallarıyla geleceklerini tayin edebilecekleri rejimdir. Şimdi bu referandumda, yüzde 48.6 ‘Hayır’ oyu veren popülasyona baktığımız zaman orada böyle bir çoğulculuk görüyoruz. Birbiri gibi düşünmeyen insanların ‘Hayır’ altında birleşmesi yeni demokrasi tarifine uyan bir yaklaşım. Ama bugünkü durum yine de çok iç açıcı değil.

Neden?

- Burada çocuklarımda gördüğüm yön kaybı toplumun genelinde de var çünkü. Seçim haritasına baktığında anlıyorsun zaten... Bu ülkede birleşmek anlamında eksiklikler var. Doğrunun altında birleşmek konusunda bazı çalışmalar yapmak gerek. Bunu yapabilen kazançlı çıkar. Cumhurbaşkanı da mesela, bu durumu değerlendirip yapısını, tarzını böyle merkeze yaklaştıran bir politika izlerse daha kazançlı olabilir.  Aksini izlerse de kazançlı çıkabilir tabii; bilmiyoruz, göreceğiz.

Yön kaybı nasıl giderilecek peki?

- İşsizlik, genç işsizliği bu denli yüksekse burada bir sıkıntı var demektir. Bu insanlar evvela “Ben şu eğitimi aldım, bunun karşılığında şu işte çalışırım; bir evim olur; temiz su tüketirim, temiz gıda alırım” diyebilirse yön kaybı da kalkar ortadan.

"Tiyatro empati kültürünün mabedidir"

TRT arşivlerini yeniden açtı. Sizin de Devekuşu Kabare’deki oyunlarınız bir yana, devlet televizyonunda bile devlet dairelerindeki yolsuzluğu eleştirdiğinizi hatırladık. Bugün yapılabildiğini düşünür müsünüz?

- Medyanın yarattığı bir yanlış bu. Eleştirinin yapılıp yapılamayacağı meselesi bugün düşünüldüğü gibi değil. Kabare tiyatroları mesela en faşist yönetimlerde bile var olmuştur. Yeter ki cümlesini iyi seçsin. Özen gösterilirse her devirde her şeyi söyleyebilirsin. Seyircilerin de alacağı dersler var. Unutmamalı, tiyatronun eleştirel yapısının altında başka büyük güzellikler yatar. Tiyatro empati kültürünün mabedidir. Sen sahnede izlediğini kendini sorgulama anlamında kullanırsan empatiden yararlanmış olursun ve kendini sorgulayan vicdanlı bir insan olursun, aksi takdirde kara vicdanlı olursun. Bu yüzden bir ülkede tiyatro sayısı çoksa, aktif koltuk sayısı fazlaysa, sanat tüketicisinin bu yönde eğilimi fazlaysa o ülke daha sağlıklı olur.

Peki Türkiye’deki mizahın cesaretini yeterli buluyor musunuz?

- Yeterli bulmuyorum ama bunun nedeni mizahın Aristo’dan beri gelen kuramlarını yeterli bulmamam.

Nedir o kuramlar?

- Üstünlük kuramı mesela. Birinin altından sandalyesini çekip düşürürsen, seyirci güler. “Ben böyle düşmem; bu aptal düşüyor” der. Ayıptır yahu, bu bugün geçerli olabilir mi? İkinci düşünce de şu: “Benim söyleyemediğimi birisi cesurca söylerse, ben mutlu olurum; çünkü ben siyasi otoriteye saldırırsam, yerimden olurum ama birisi saldırsın; o zaman ben de alkışlarım, tatmin olurum.” Yine ayıp, sen kendin karşı çık; neden maşa kullanıyorsun? Batı’da yeni bir felsefe çerçevesinde yeni mizah kuramları gelişiyor. Bu yeni kuramlarla mizahın tüm felsefi ve sosyolojik gelişimi yeniden irdelenecek ve zamanına göre doğru ama şimdi ayıp olan kuramlar silinecek.

Ne gelecek peki?

- Sosyolojik, fizyolojik, ekonomik olarak toplumla bir denge kurmayana indirilen bir tokattır mizah. Bu mizahı her dönemde, her sistemde yapabilirsin. Yapamazsan hapishanede oynarsın, sonra çıkar yine oynarsın. O da olmazsa mahallede oynarsın. Hiçbir şey yasaklanamaz. Bugün tiyatro yasaklansa, yeraltı tiyatrolarında oynanır. Baş etmek mümkün değildir. İnsan olan her yerde tiyatro olacak.

"Lider taklidi yapan sığırcıktır"

Siyasi liderlerin taklidi yapılamıyor bugün; bu eksik mi?

- Değil. Çünkü taklit tiyatro değildir. Ona mugallit denir, yani taklit yapan. Muhalif olmak başkadır. Muhaliflik lider taklidi yaparak olmaz.

Sizin siyasi lider canlandırmalarınız benim aklımda halen yaşayan bir şey. Bugün yok. Oysa çok önemli buluyorum. Çünkü liderlerin eleştirilebildiğini, onlarla eğlenilebildiğini de gösteriyordu.

- Yanlış! Bir tiyatro eseri hiç taklit yapmadan çok daha ciddi eleştiri yapabilir. Önü de açık bu konuda.

Peki yapılabiliyor mu?

- Shakespeare’e bakın. Her üniversitede okutuyoruz. Tragedyaları vardır Shakespeare’in. Nedir tragedya? Tanrı doğru davranmayana zalim davranır. Tragedyalarda doğruyu öneren; yanlışı, çirkinliği abartan bir yapı vardır. İkincisi Shakespeare’in komedyalarıdır. Kahramanı fos çıkararak izleyeni eğitir. Hiç taklit falan yoktur. Üçüncüsü romanstır. Yani aşk, duygu, his yoğunluğu... İnsana bunu öğütler. Shakespeare’de lider taklidi yok yani. Çok önemli bir iş değil zaten. Sığırcık diye bir kuş var. Her kuş gibi öter. İşte lider taklidi yapan sığırcıktır...

O halde sizin bugünkü tiyatronun ve mizahın performansından memnun olduğunuzu görüyorum.

- Minik bir kımıldanma var ama çok da memnun olduğumu söyleyemem. Büyük şehirlerdeki tiyatrolarda yüzde 80 oranında doluluk var ama matematiksel olarak baktığında Türkiye’de tiyatro yoktur. Halen sineması, tiyatrosu olmayan il var yahu. 81 ilde de sinema, tiyatro yoksa ayıptır.

"Halit'i sırtımda taşırdım"

Halit Akçatepe’yle kabarenin ilk kuruluşundan bu yana beraberdik. Kültürlü bir adamdı. Fransızca bilirdi. Genlerinde tiyatro vardı. Sormagir Sokak’ta Deniz Apartmanı’nda aşağı katımda otururdu. Üçüncü katta. Kulüp 12’de sarhoş olurdu; üçüncü kata sırtımda çıkarırdım keratayı. Bir de hâlâ içmek isterdi, vermeyince tokat atardı. Böyle can çocuktur. Bir dönem kabare tiyatrosundan ayrılmak istedi. Bizde de prensiptir, gitmek isteyene “Kal” denmez. Vardır bir sebebi, gidecektir o. Bizden ayrılmak istediğini söyledi; ben de sahne sempatisiyle, kültürüyle, bilgisiyle çok önemli bir parçamız olmasına rağmen onay verdim. Gitti ve ilk gittiğinde başarılı olamadı. Sonra bana darıldığını söylemiş, “Metin, bana gitme demedi” demiş. Allah rahmet eylesin. Evlatları Itır’la Ebru elimizde büyüdü. Onları cenazede görünce çok kötü oldum.

Ertem Abi "Gözleri aç" diye bağırmıştı

Tarık’la çok İstanbul gecemiz oldu. Sağlam içerdi, yıkılmazdı. Bir gece muhabbeti gene koyultmuşuz; sabah bir plajda elimizde şarap şişeleriyle kendimize geldik. Dalgalar vuruyor, güneş yükselmiş... O gün bir de çekim var. ‘Mavi Boncuk’u çekiyoruz. “Artık galiba gitmemiz gerek” diye düşündük. Sete gittik; hurma gibiyiz. Çekti beni kenara Ertem Abi (Eğilmez); “Git tıraş ol” dedi. Bir kenarda tıraş oldum ama oyun gitmiyor. “Öğlene kadar paydoss” dedi. Biz de uyuduk. ‘Mavi Boncuk’ta merdivenlerde oturduğumuz bir sahne vardır. Müthiş bir fotoğraftır. Orada dikkat et, Tarık uyur gibidir. “Gözlerini aççç” diye bağırmıştı Ertem Abi. O günkü performans düşüklüğümüz o fotoğrafta çok nettir. 

"Zeki çağırmadan önce müzeyi kurmak istiyorum"

Kabare tiyatrosu önemli. Maalesef canlı mahluk da kalmadı bu kabare işinde. Ben direniyorum biraz. Zeki ne zaman çağıracak bilmiyorum. Çok da uzak değildir o tarih ama o günden evvel bir kabare müzesi, yaşayan bir müze göreyim; toplumda da var olsun istiyorum.

"Mavi Boncuk'taki meyhaneyi ellerimizle yaptık"

‘Mavi Boncuk’ çok doğru bir iştir. Oradaki sekanslar minik teatral episodlardır. Böyle olması sinemaya da bir yapı, bir güzellik getirdi. Tabii Münir Abi gibi bir ustanın; Adile Abla gibi bir şirinliğin orada var olması; Halit, Tarık, beraber olmamız... Set işçisinden oynatan sinemasına kadar bir bütün yararlandı bundan. Ortaya klasik bir yapıt çıktı.  Unutulmazları var. Son meyhane sahnesi mesela... Yakacık’ta o meyhaneyi elimizle yaptık biz.

"Sesimizi bir gün bile yükseltmedik"

Zeki Alasya, Metin Akpınar... Bazen Metin Alasya-Zeki Akpınar denilecek kadar yekvücut olmuş iki büyük isimsiniz. İki yıl önce kaybettiğimiz diğer yarınızı nasıl hatırlıyorsunuz bugün?

- Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisi ülkemizde, dünyamızda, belki de yarın gezegenler arasında olabilecek demokrasi kültürünün nüvesidir, çekirdeğidir. Biz bu kadar yıl konusu yarış olan bir sektörde beraber çalıştık. Ayrı parkurlarda ikimiz de koşuyorduk sonuçta. Ama itme kakma olmadan yarıştık. Birbirimize sesimizi hiç yükseltmedik desem, okuyucu inansın lütfen. Anlaşamadığımız çok konu oldu ama birbirimizi haşlamadık biz, ısıtmadık bile. Küskünlük, kırgınlık olabilir ama demokrasi işlediği için çözerdik. Mesela Zeki’nin eşi Oya Alasya, tiyatrodan ayrılmak zorunda kaldı. Ben ayrılması doğrultusunda oy kullandım; Zeki bir tek kelime söylememiştir. Böyle bir heriftir Zeki. Büyük adamdır.

İlk yıllarınızdan beri hep böyle uyumlu muydunuz? Sonra mı öğrendiniz birbirinize uymayı?

- Hep böyleydik. Kaderci değilim ama bizi bir araya getiren bir yazgı var. Ben Aksaraylıyım, o Şehzadebaşılı. Babalarımız İbrahim Ethem Ulagay Kimya Evi’nde çalışıyordu. Annelerimiz yapı itibariyle, saç baş, giyim kuşam itibariyle birbirine benzeyen çok iyi anne ve ev hanımıydı. İkisi de rahmetli olduğu zaman Aksaray’daki Valide Camii’nden kaldırıldı; imam bile aynıydı. İkimiz de Laleli ve Aksaray popülasyonlarından beslendik. Ne yaptıysak biz, işte oradan doğmuştur.

"Tarık acemeliğini çöple atlattı"

Tarık çok can, efendi bir çocuktur. Tam bir delikanlıydı. O fiziğiyle ilk mesleği cankurtaranlıktı. Sonra sinemaya bulaştı; acemiliğini de atlattıktan sonra hep öğrendi, gelişti. Ama önceleri gergindi hep, endişeliydi. Acemi oyuncular ağızlarına hep çöp koyarlar. Yüz film seyret, jönlere bak, ağızlarında hep çöp vardır. Örneğin yeni bir örnek, Yılmaz Erdoğan’ın ‘Kelebeğin Rüyası’nda Kıvanç Tatlıtuğ’un ağzına bak, çöp vardır.  İbrahim Tatlıses, Yılmaz Güney... Hepsinde. Öyle başladı ama sinemayı yakaladı Tarık. Güzel adamdı bir defa. Rol modeldi. Seyirci kendini onunla özdeşleştirdi. Ertem Abi de onu çok iyi kullandı. Mizahı da Adile Abla’yla sahne çekme döneminde gelişti. Resim sarkıyor tabii boy farkından. Ertem Abi bağırır, “Uzun ahmak, eğiiiil.” Nasıl eğilsin çocuk. Bacaklarını açar, zürafa gibi... Adile Abla’ya takoz korlar, onluk yirmilik, gene de yükselmezdi o tonton kadın. Onların sahnelerinde zürafa su içiyor gibi olurdu.

"Devekuşu'ndaki ilk rölümü nasıl aldım?"

Kabareyi bize ilk Haldun Taner teklif etti. Ben önce karşı çıkmıştım ama o beni ikna ettti. Hatta ilk oyunumuz ‘Vatan Kurtaran Şaban’da başrolü rahmetli Erol Günaydın oynayacaktı.  İkna olduktan sonra, “Ben oynayayım” diye direttim. Bir gün son Kadıköy vapurunda Haldun Taner’e gözyaşı dökerek ısrarcı oldum; o da kabul etti. Son yüzyılda yapılmış Türkiye’nin en önemli hareketlerinden biridir Devekuşu Kabare. 1967’de kuruldu. 1992’de kapandı. Aşağı yukarı 38-40 oyun oynadık. Haldun Taner, Eugene Ionesco, Boris Vian oynadık. Bütün bunlarla bilmediğimiz bir alanda eğitimli olduk; hem eleman eğittik hem de seyirciyi. Kabare türünü sevdirdik. Ama sadece altı oyunumuzun video kaydı var. Bazılarının ses kaydı var ama çoğunda o da yok. ‘Astronot Niyazi’ yok mesela. 1971’de, Apollo atıldıktan sonra oynadık. Yani Ay’a ilk giden astronot benim. Sadri Alışık’ın Turist Ömer’i de Cem Yılmaz da sonra gitti.

"Gümüşsuyu'ndaki ev bir okuldu"

Bizim sinemamız, Ertem Eğilmez’in ‘sentimental’ (duygusal) komedisi, Eğilmez’in Gümüşsuyu’ndaki o küçücük evinden çıktı. Tüm gün film izler; sabahlara kadar senaryo çalışırdık. Önce Halit, Zeki ve ben vardık. Sadık Abi, Ertem Abi, Ergin Orbey... Münir Abi (Özkul) vardı. Sonra Tarık Akan ve Kemal Sunal geldi. Aksaray’da otururdum, evliydim, her sabah karımın koynundan kalkar, dükkân açar gibi evin kapısını açar, çayı koyardım. Ertem Abi bize orada sinemayı öğretti; biz ona tiyatroda öğrendiğimiz mizahı empoze etmeye çalıştık. Çok zeki bir adam olduğu için bunu yakaladı ve o hafif komedi sineması oradan çıktı. Bu bir ekoldür. O ev de hakikaten bir okuldur.

"Ertem Eğilmez çok duygusaldı"

Ertem Abi bir dehaydı ve çok duygusal bir adamdı. Ağladığını çok gördüm. Çok garip bir direnci vardır; bir şeyler aklına yatmamışsa reddeder. Gönlüne yatırmayınca çekmezdi. Akıl-duygu dengesi kurmaya çalışan bir adamdı. Bazen o kadar sıkılırdı ki, tırnaklarını yerdi. O tırnak etleri hep kanardı. Kamuran Usluer’in ‘Eşkıya’da oynadığı o sandalyedeki tıknefes adam Ertem Abi’dir. O hastayken yanına gidemediğim için kendimi affedemem. O benim hatamdır. Oğlu Ferdi’yle konuştuk gözyaşları içinde. “Metin’i getirin bana” demiş. Haberim yoktu.  

"Bayrak çekelim derken sopa yedik"

‘Salak Milyoner’ ve ‘Köyden İndim Şehire’yi ayrı severim. Onlar başyapıttır. Çok büyüktür. Necip Türk milletinin zaaflarını bu kadar iyi vurgulayan başka film görmedim desem yeridir. Dört kardeş birbirine kazık atmaya çalışıyorlar, yakalanınca da yeniden barışıyorlar. Çok güzel durum komiği vardır orada. Dört aç insan, sırtlarında bir çuval altınla dolaşıyorlar. Açlıklarından su içiyorlar. Çekerken bir de dayak yedik. Yıl 1973, Ankara’da çekiyoruz. Bir Cumhuriyet Bayramı. Bir bayrak çekmemiz gerekiyor. Bir binada bayrak bulduk. Kocaman asılmış. Hemen oraya kamerayı kurdurdu Ertem Abi. Binadan birkaç kişi çıktı. “Burayı çekemezsiniz”, dediler. “Bayrak resmi çekiyoruz; bunun yasağı mı olur yahu” dedik. Ertem Abi de biraz öfkeli bir adamdı; “Ne oluyor burada” diye çıkışınca ittiler onu. Biz de atladık tabii... Dalaşma oldu.  Sonra o binadan 70 kişi indi; bize sağlam bir sopa çektiler. Meğer orası MHP’nin komando kursuymuş.

"Zeki'nin becerisi ellerinden bile anlardınız"

Zeki çok becerikli bir adamdı. Ellerinden bile anlamak mümkündü. Beş taş, dokuz taş oynasak elinin üzerinde kolayca durdururdu. Bende durmazdı. Kavgacı bir herif olduğumdan ellerim sertleşmişti. Ağaçlara yumruk atardık biz. Ama Zeki yumuşacıktı. Çarşaftan kendine don dikerdi. Fotoğrafçılığı müthiştir. Bizim her gittiğimiz turnede karanlık odamız vardır. Resim basardı. Ondan önce boyacı, tabelacı. Müthiş fırça kullanır. Biz Zeki’yle oturduğumuz zaman bire iki metre bir panoyu bir dakikada boyardık. Şak şak şak tak tak tak...