Dünya
Deutsche Welle

Latin Amerika'da solun altın çağı bitiyor

Latin Amerika'da sol partili siyasetçiler için 2000'li yıllar altın çağ dönemiydi

31 Ağustos 2016 18:39


Brezilya Senatosu'ndaki son oylama henüz yapılmadı. Ne var ki kimse Devlet Başkanı Dilma Rousseff'e el çektirileceğinden şüphe etmiyor. Rousseff ile birlikte uzun yıllar başarılara imza atan sol kesim bir devlet liderini daha kaybediyor.

Brezilya'da Lula da Silva, Bolivya'da Evo Morales, Arjantin'de ise Nestor ve Christina Kirchner olmak üzere kıtanın hemen her yerinde sol partiler parlamento ve başkanlık seçimlerinde başarı sağladı.

Hepsinin ortak kurtuluş vaadi; dağıtım üzerinden adil politikalar yürütülmesi, ortak düşmanları da Kapitalizm-ABD-Oligarşi üçlüsü oldu. Hepsi de buna büyük ölçüde ulusalcılık ve "halkla arasında hiçbir araç istemeyen popüler başkan geleneği" olarak tanımlanan Caudillo geleneğini ekledi.

Chavez'in mirası

Bunun en baskın örneği Venezuela'daki "Kuzeyin emperyalizmine" karşı yapılan Bolivarcı Devrim. Hugo Chavez, Bolivarcı Devrimi ile karizmatik kişiliği ile bir sembol haline geldi. Chavez, diplomasi dili dışına çıkarak ABD'yi hedef aldı, Batı'yı Küba ve İran ile ittifaklar kurarak sinirlendirdi. Chavez ülkede üç kez seçilecek ve bir darbe girişimini atlatacak kadar çok destek gördü.

Chavez'in, Amerikalı emperyalistlerin ve onların kapitalizminin Latin Amerika'ya yayılan yoksulluktan sorumlu olduğuna yönelik savı, kıtadaki farklı ülkelerde de yankı buldu. Sol partilerin bunu engelleyeceği ve refah getireceklerine dair inanç kıta genelindeki insanlar üzerinde etkili oldu.

Yolsullar kazançlı çıktı

Sosyalistler ve Sosyal Demokratlar her geçen gün daha fazla yönetimde olmaya başladı. Özellikle de Güney Amerika'da. Ve gerçekten de yıllar içinde yoksulların da kazançlı çıktığı bir ekonomik büyüme gerçekleşti.

Amerikalı siyaset bilimci Kenneth M. Roberts'in 2012 yılında yaptığı bir araştırmada Latin Amerika ülkelerindeki gelir eşitsizliğinin 2000 ile 2010 yılları arasında azaldığını ortaya koydu. Sol partilerin yönetimindeki ülkelerde oran çok belirgin olmak ile birlikte aynı durumun sol partilerin baskısıyla muhafazakarlarca yönetilen ülkeler için de geçerli olduğu ortaya çıktı.

Chavez'den sonra…

Hugo Chavez 5 Mart 2013 yılında hayatını kaybettiğinde Latin Amerika'da, Kolombiya ve Paraguay hariç 12 devlet sosyalist ya da sosyal demokratlar tarafından yönetiliyordu. Venezuela'da devlet başkanlığına, Chavez'in yolunda ancak Chavez'in yeteneği olmadan yönetilmesini sağlayan Nicolas Maduro getirildi.

Maduro ile üç buçuk yıl sosyalizmle geçen on sekiz yıl sonra ise ülke ekonomisi bozulmaya başladı. Yeteri kadar beslenemeyen çocukların sayısı 1980'li yıllardan bu yana en yüksek düzeye ulaştı. Siyasette tehdit, casusluk ve farklı düşünenlere karşı şiddetin olduğu bir iklim hâkim olmaya başladı.

Venezuela'daki kadar yoğun olmamakla birlikte diğer Latin Amerika ülkelerine de benzer durumlar sirayet etti. Satın alma gücünü düşüren sorumlular aranırken, siyasi atmosfer gerildi. Zira ekonominin canlandığı yıllarda ötelenenler şimdi sorun olarak belirmeye başlamıştı. Brezilya, Arjantin ve Venezuela'da seçmenleri çekmek için kullanılan paranın bir kısmı soya, petrol, demir cevheri ve daha farklı ham maddelerin ihracatından elde ediliyordu. Güney Amerika ülkeleri birikimlerini ağırlıklı olarak ihracat mallarıyla sağlıyordu: ABD'den marka ürünler ve Çin'den ucuz mallar.

Ne var ki, dalgalı döviz kurları nedeniyle bir zamanlar uygun olan ithalat ürünleri fiyatlarını da değiştirdi. Döviz eksikliği nedeniyle son çare soya ve et gibi gıda ürünleri ithal edilirken, gıda ürünlerinin de fiyatları arttı.

Seçmenden uyarı

O dönemden bu yana sol partiler Latin Amerika'da kıl payı çoğunluğu sağlayabildi. Şili'de Sosyal Demokrat Michelle Bachelet baskı altında. Bolivya'da popülist Evo Morales ve Ekvador'da Rafael Correa ikinci kez seçilme planlarını rafa kaldırmak zorunda. Sadece Uruguay'ın ılımlı sosyalisti Tabaré Vázquez koltuğunu koruyacak gibi görünüyor. Ancak onun için de son seçim bir uyarı niteliğindeydi.

Brezilya'da İşçi Partisi'nin inişe geçmesi, kötü ekonomik gidişatın vatandaşın ceplerine yansımasından önce gerçekleşti. Ülkede Mensalao adıyla bilinen ve mevcut hükümetin içinde de yer alan birçok üst düzey yöneticinin karıştığı yolsuzluk davası büyük bir güven kaybına yol açmıştı. Dilma Rousseff'in bu yolsuzluk skandalına adı karışmadı. Ancak çoğunluk hissesi devlete ait Petrobas şirketinin denetim kurulu başkanlığını yapan Rousseff şirket kademelerindeki kilit pozisyonlara partiden isimlerin getirilmesine göz yummakla suçlanıyor. Şimdi yarı devlet yarı özel petrol şirketi Petrobas ülkenin en büyük yolsuzluk skandalının merkezinde duruyor.

Rousseff'in makamını, kendisine yöneltilen ve henüz ispatlanmamış olan "yeniden seçilmek için devlet bütçesinde oynama yaptığına" yönelik suçlama ile kaybedecek olması, siyasi rakiplerinin ne denli güçlü olduğunu gösteriyor. Ülkede büyük bir çoğunluğun da Rousseff'in görevden el çektirilmesini onaylaması ya da müsamaha göstermesi de sosyalizmin eşitlik sağlayacağı rüyasından uyanıldığına işaret ediyor.

 

Haber, değiştirilmeden kaynağından otomatik olarak eklenmiştirDeutsche Welle