Özel Dosya

KÜRT sorunu basit özerklik anlaşmasıyla ÇÖZÜLEMEZ!

Yakın zamana dek Türk demokrasisinin en çok eleştirilen eksiği atanmışların seçilmişler üzerindeki gücüydü.

26 Ocak 2011 02:00





T24
– ABD Princeton Üniversitesinde çalışmalar yapan Koç Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Murat Somer'in, “Kürt Meselesinde Son Fırsat: Dünü ve Bugünü Barış İçin Yorumlamak” başlıklı analizinin dün ve önceki gün yayımlanan iki bölümünde, siyasi partiler ve seçmenlerinin Kürt sorununun çözümü çabalarına karşı pozisyonları ile “düşünce zaafları” üzerinde duruldu. 

Somer'in T24 için kaleme aldığı analizin “sonuç” bölümünü aşağıda takdim ediyoruz. Ara başlıklar Somer değil, okumayı kolaylaştırma amacıyla T24 editörlerince kullanılmıştır.

Yazı dizimiz, yarın KONDA Genel Müdürü ve T24 yazarı Bekir Ağırdır'ın analiziyle devam edecek.

Kürt meselesinde hangi partinin tabanı çözüme daha yakın (Dizinin birinci bölümü)

Kürtlere farklı haklar eşitlik ilkesini bozmaz (Dizinin ikinci bölümü)

Sonuç Yerine

Türkiye değişiyor ve değişmek zorunda. Değişim her şeyden önce Türkiye’nin değişen sosyoekonomik ve demografik yapısından, bölgesindeki değişen jeopolitik dengelerden, değişen dünyadan ve değişen dünyada Türkiye’nin farklılaşan ve yükselen konumu gibi birçok dinamikten besleniyor. 

Peki bu arada Türkiye demokratikleşiyor mu, otoriterleşiyor mu? Bu sorunun aslında tek bir doğru yanıtı yok. Çünkü demokratikleşme çok boyutlu bir süreç. Yakın zamana dek Türk demokrasisinin en çok eleştirilen eksiği siyasal istikrarsızlık, yönetemeyen hükümetler, ve atanmışların seçilmişler üzerindeki gücüydü. Yani ordunun ve yargının halkın seçilmiş temsilcileri olan sivil hükümetleri ve meclisi kısıtlaması. İstikrarsız hükümetler ve ordunun hesap vermez konumu. Bu boyuttan bakılınca Türkiye demokratikleşiyor, sivil hükümet bugün her zamankinden daha bağımsız ve iktidarı sağlam. 

Fakat demokrasinin özellikle çoğulcu demokrasinin olmazsa olmaz başka boyutları da var. Halkın tercihlerinin olabildiğince özgürce oluşması ve siyasete yansıması gerekir. Çoğunluğun her türlü azınlığa, sivil hükümetlerin ve güvenlik güçlerinin de muhalefete, bağımsız yargıya ve hukukun üstünlüğüne, düşünce, ifade ve bilgi edinme özgürlüklerine gerçek anlamda saygı duyması gerekir. Uzlaşmaya dayalı bir siyasal kültürün ve toplumsal hoşgörünün yerleşmesi de önemlidir. Bu konularda Türkiye sadece mağdurların kimliklerinin değişmesiyle yerinde mi sayıyor yoksa eskisinden daha da geriye mi gidiyor tartışılabilir. Ama çok ciddi eksiklerinin ve problemlerinin olduğunu yadsımak ve bu eksiklerin giderilmesi için gerekli çabanın gösterildiğini iddia etmek mümkün değil. Bütün bu eksikliklerin giderilmesini mümkün kılacak belki de en önemlisi, sağlam işleyen bir demokraside iktidarın her zaman demokratik alternatifi mevcut olmalıdır. Yani seçmenle ilişkileri güçlü, alternatif politika üretebilen, demokratik muhalefet partileri. Çünkü alternatifsiz ve muhalefetsiz iktidar işbaşındakilerin iyi niyetine bağlı olmaksızın mutlaka yorulur ve  yozlaşır. Bu açılardan bakınca Türkiye’nin bir bacağı demokratikleşirken bir diğer bacağı yerinde sayıyor veya otoriterleşiyor. 

Seçmen tercihleri eğer bir bütün olarak ve doğru olarak okunursa halkın bu durumun farkında olduğu ortaya çıkıyor. 12 Eylül referandumunda oya konulan değişikliklerin özünün asker-sivil ilişkileri, yargının yapısı, ve iktidarın yönlendirdiği değişimlerde ifade bulan demokratikleşmeyle ilgili konular olduğu açıktı. Değişimin artılarının en azından eksilerinden daha fazla olduğunu düşünenler evet dediler, aksini düşünenler hayır dediler. Bir yerde değişim halkın jüri olduğu bir değerlendirmeye tabi tutuldu. Eğer yüzde 70-80 gibi büyük bir çoğunluk hayır deseydi halka göre değişimin hiç demokratikleşme yönünde olmadığı sonucu çıkarılabilirdi. Eğer büyük çoğunluk evet deseydi, demokratikleşmenin aksayan yönlerinin önemsenmediği, şu anki haliyle değişime tam destek olduğu sonucu çıkarılabilirdi. Her ikisi de olmadı. Çoğunluk evet dedi ama toplumun yüzde 42 gibi çok önemli bir kesimi de hayır dedi. Yani çoğunluğun değişimi tercih ettiği ama bu değişimin eksileriyle veya eksikleriyle ilgili ciddi endişeler bulunduğu sonucu ortaya çıktı. Bireysel olarak her vatandaşın olan bitenle ilgili algılaması ve yargısı eleştirilebilir, sübjektif veya eksik bulunabilir. Ama halkın bütünü bir jüri olarak görevini yapmış ve toplama bakıldığında sağduyulu, olanı biteni değişik yönleriyle okuyabilen bir mesaj vermiştir. 

Bu mesajın özellikle seçim sonrası gündeme gelmesi beklenen yeni anayasa yapılırken hatırlanması demokratikleşme için en doğrusu olacaktır. Amaç geniş katılımla tasarlanan ve yüzde 58’den çok daha yüksek bir toplumsal onayı sağlayacak yeni bir anayasa yapmak olmalıdır.  Daha düşük bir çoğunluğun onayıyla geçen bir anayasa da tabii meşru olur ama arzulanan toplumsal uzlaşmayı sağlamaktan uzak kalır.

Bu konuda temel  sorumluluk siyasete ait. Halk seçim ve referandum gibi oylamalarda, kamuoyu yoklamalarında gidişatla ilgili sağduyusunu, temel tercih ve arzularını yanısıtır. Ama bu tercih ve arzuları somut söylem ve politikalara dönüştürmek siyasetin görevidir. 

Eğer siyasal aktörler değişimin önünde olmayı seçerlerse o zaman daha müreffeh, daha demokratik ve herkes için daha fazla özgürlüğün, güvenliğin ve hukuk devletinin olduğu bir Türkiye hedefine yönlendirebilirler. Uzlaşma yoluyla daha özgürlükçü, rejimin temel prensiplerine sadık ama çeşitliliğe açık, değişen gerçeklere uygun ve Türkiye’nin önünü açan yeni bir anayasa yapabilirler. Toplumsal barışı ve demokrasiyi güçlendirebilirler. Eğer bu becerilemezse, sonuçları tahmin edemeyeceğimiz kadar ağır olabilir.

Bu durum en çok Kürt meselesi için geçerli.

Kürt Sorunu karmaşık siyasal bir sorundur ve ne din bağları, ne de genel anlamda demokratikleşme tek başına çözüm getirebilir. Türkiye’ye göre dinin daha ön planda olduğu, hatta dini hukukun veya dini rejimin olduğu Pakistan, İran ve kısmen Endonezya’da da etnik sorunlar ve ayrılıkçı hareketler fazlasıyla mevcuttur ve çözüm beklemektedir. Demokratikleşme ise Türk veya Kürt kitleleri ve aydınları birleştiren ortak bir hedef olarak gözükmekle birlikte bundan Türkler ve Kürtler farklı şeyler anlamaktadır. Yani içinin doldurulması, Kürt Sorunu’yla ilgili özgün boyutlarında bir uzlaşı sağlanması gerekmektedir. 

Öte yandan Kürt Sorunsalı sadece Türkiye’de var olmayan bölgesel bir sorunsaldır ve çözülmesi bölgesel bir perspektif gerektirmektedir. Osmanlı’nın dağılmasından beri İran, Irak ve Suriye’de de “Kürt Sorunları” var olmuştur ve büyük acılara yol açmıştır. 


Kürt siyasetinin militanlaşması için adeta ortam yaratıldı

Ama bir kimlik sorunu olarak Kürt meselesi en çok Türkiye’de vardır. Oysa bu ülkeler arasında demokratik deneyimi ve Kürt Sorunu’nu barışçı yoldan çözme şansı en yüksek olan Türkiye’dir. Eğer işin bir kimlik sorununa dönüşmesine izin vermeseydik belki bu başarılabilirdi. 

Kürt meselesinin çözülmesinde belki ilk fırsat kuruluş döneminin 1920-25 yılları arasındaki kuruluş döneminin olağanüstü şartlarında kaçmıştır. Tek parti (1925-50) yıllarında ise, muhalefet olmadığı için kaçınılmaz olarak,  ve  dünyadaki ekonomik depresyon ve yükselen faşizmin olağanüstü koşullarında, geleceğe dönük polikalar üretilememiş ve devletle Kürt seçkinler arasındaki  güven sorunu ve çözümsüzlük perçinlenmiştir. Ancak göreceli demokrasinin geliştiği 1950-80 döneminde de Kürt meselesinin çözümüne dair bir şey yapılmamıştır. Zaten demokrasi de önce sivillerin sonra askerlerin hatalarıyla kesintiye uğramış ve atanmışlarca kısıtlanan güdümlü demokrasinin temelleri de bu dönemde atılmıştır.

Bu dönemde şeriatçılık, komünizm gibi ideolojilere olduğu gibi, Kürt kimliğine ve siyasetine de açıktan ve legal, barışçı siyaset yapılmasına izin verilmemesi, “tavşana kaç tazıya tut” demek gibi bir şeydi. Adeta Kürt siyasetinin militanlaşması ve yeraltına inmesi için ideal ortam yaratılıyordu. Önce Kürtler arasında yeni yetişen kuşağın Ankara, İstanbul gibi yerlerde öğrenci olarak, Türkiyeli kimliği yanında doğal olarak etnik grup kimliği ve siyasal örgütlenme bilincini kazanmaları için gerekli fırsatlar yaratılıyordu. Sonra da bu kimliği serbestçe ifade etmelerine ve bu kimlikle legal siyaset yapmalarına izin verilmiyordu. Bu durumda birçok insanın kafasında o dönemde dünyada rağbet gören ve etnik sorunları “sömürgecilikle” açıklayan basit ve indirgemeci teorilerin meşruiyet kazanmış olması çok da şaşırtıcı değildir.


Sorun basit özerklik anlaşmalarıyla çözülemez

12 Eylül’ün faşizan uygulamalarıyla Kürt meselesi adeta yeniden yaratılmış, ancak Kürt meselesinin çözümünde 3. tarihsel fırsat da 1988-1993 demokratikleşme ve sivilleşme döneminde kaçmıştır. 1990’lı yıllar aynı zamanda Kürt siyasetinin radikalleştiği, Kürt kimliğini yok saymanın imkânsızlaştığı, ve PKK isyanının önemli etkisiyle devletin ve siyasetin hızla kirlendiği ve istikrasızlaştığı “Türkiye’nin kaybolan on yılı” olmuştur. Bu on yılın sonunda Abdullah Öcalan’ın yakalanmasını ve Türkiye’nin AB adaylığının kabul edilmesini takip eden 1999-2004 dönemi ise Kürt meselesinin çözümünde kaçan son tarihsel fırsat olmuştur.

İran ve Irak’taki deneyimler bize Kürt meselesinin karmaşık bir sorun olduğunu ve basit özerklik antlaşmalarıyla çözülemeyeceğini öğretmektedir. Kürtler’in kendi aralarında ve bölge devletleri arasında bölünmüş yapılarından ve tarihsel mirastan dolayı, Kürt milliyetçiliğiyle bölge devletleri arasında büyük bir güven sorunu vardır. Bu, egemenlik, toprak bütünlüğü ve hem bu devletlerin hem de Kürtler’in güvenliği açısından önemli çelişkiler yaratmaktadır. 


Kürtler'in de gönüllü ve sorumlu katılımı gerekiyor

Bu güven sorununu ancak, şu ana kadar bölge ülkelerinin hiçbirinin kuramadığı, sağlam ve güven veren demokratik kurumlar çözebilir. Ama bir yandan da demokrasinin sağlamlaşması Kürtler’in gönüllü ve sorumlu katılımını ve Kürt Sorunsalı’nın çözümü için cesur adımlar atılmasını gerektirmektedir. 

Toplumda bu işin böyle gitmeyeceği konusunda yaygın bir irade olması, araştırmaların gösterdiği gibi ortak kimlik, inanç ve hedeflerin hâlâ güçlü olması, eğer iyi kullanılabilirse, çözüm konusunda önemli fırsatlar sunuyor. 

Tarih bize atalarımızın mirasıdır, onu değiştiremeyiz. Ama tarihten ders alıp bugünümüzü daha iyi anlayabilir, daha iyi değerlendirebiliriz. Toplumlar içine doğdukları güncel koşulları da seçemezler. Ama o koşulları doğru okuyup iyi veya kötü değerlendirme şansına sahiptirler. Bu kritik dönemde geçmişteki hataları tekrarlamak, dünyaya gözümüzü kapamak büyük bir talihsizlik olacaktır.


Murat Somer kimdir?

Doç. Dr. Murat Somer, halen ABD'nin Princeton Üniversitesi'nde ziyaretçi öğretim üyesi olarak çalışmalar yapıyor. Laik ve muhafazakâr değerler ve demokratikleşme üzerine bir kitap yazmakta olan Murat Somer, Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesi.  Somer’in Kürt meselesi, sosyal ve siyasal kutuplaşma ve bölünme, etnik siyaset ve çatışmalar, laiklik, siyasal İslam ve demokrasi üzerine makale ve yazıları Comparative Political Studies, The Middle East Journal, Third World Quarterly ve Doğu Batı gibi birçok bilimsel dergide, kitaplarda ve Radikal ve Newsweek Türkiye gibi bazı gazete ve dergilerde yayımlandı




YARIN: Bekir Ağırdır'ın, “Kürt modelinde yarın için yeni bir dil ve düşünme modeli” önerisi