Gündem

'Katliamın arkasındaki gerçek sorumlular yakalanmadıkça, Madımak Oteli'nde gri bir duman yükselmeye devam edecek'

Sivas'ta hayatını kaybeden Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan, T24'e konuştu

03 Temmuz 2015 00:08

Edebiyat dünyasının önemli kalemi, şair ve doktor Behçet Aysan, Madımak Oteli katliamında hayatını kaybeden 35 kişiden biriydi. Babasını 22 yıl önce kaybeden, 2015 Yunus Nadi roman ödülü sahibi Eren Aysan, katliamın yıl dönümünde T24’ün sorularını yanıtladı. 

22 yıldır hukuk mücadelesi veriyorsunuz? Adalet konusunda ne düşünüyorsunuz?

Andre Gide’in ne zamandır aklımdan çıkmayan çok güzel bir sözü var, “gerçeğin rengi gridir” diyor. Tuttum o sözü, yıllardır yüreğimi dağlayan Sivas yangınına yakıştırdım. Bir yangın düşünün aradan geçen onca yıla rağmen için için yanıyor, külü hâlâ savruluyor, dumanı tütüyor. Bu nedenle ben de salt gerçekliğin rengi griye bakarken her gün Madımak Oteli’nin içten yandığını hissedebiliyorum. Sanıyorum bu ülkede katliamın arkasındaki gerçek sorumlular, aymazlar yargılanmadıkça, kaçak olan provokasyoncular yakalanmadıkça bir metafor da olsa otelden gri bir duman yükselmeye devam edecek. Çünkü ben yalnız 2 Temmuz 1993 günü, o korkunç vahşetin olduğu gün yalnızca büyük bir acı yaşamadım.

 

'Şevket Kazan’ın duruşmaya girmesi
başka acım oldu'

 

Sivas Davası’nın ilk başladığı gün, Madımak Oteli’ni ateşe verenlerin yanında dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın duruşmaya girmesi bir başka acım oldu. Sanıkların başta örgütsüz olduklarını iddia etmeleri, ardından af çıktıktan sonra örgütlü olduklarını dile getirmeleri hiç aklımdan çıkmadı. Aradan geçen yıllar boyunca kırmızı bültenle aranan sanıkların ehliyet aldıklarını, resmi nikah kıydıklarını ve hatta askerliklerini yaptıklarını gördük. Yangından kısa bir süre sonra annemin hastalanmasını ve ardından ölümünü de hep içimde taşıdım. Sivas davasında suçluların zaman aşımından yararlanması ise adalet inancımızı neredeyse tamamen ortadan kaldıran, keder verici bir durumdu şüphesiz. 

 

'Mahkeme salonunda dudaklarımızı ısırarak kararı bekledik'

 

O gün, zaman aşımı kararının verildiği gün, mahkeme salonunda dudaklarımızı ısırarak bir kararın çıkmasını bekliyorduk. Çok yakın arkadaşlar bir arada, mahkeme salonunda öyle çıt çıkarmadan oturuyorduk. Yanımda her zamanki gibi derin ailemiz, toplumsal bellek platformunun üyeleri vardı: Hrant Dink’in eşi Rakel Dink, İlhan Erdost’un eşi Gül Erdost, kızı Alaz Erdost, Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan Kaftancıoğlu, Metin Göktepe ailesinden Meryem Göktepe, Zeki Tekiner ailesinden Bülent Tekiner şimdi ilk aklıma gelen isimler... 90’lı yıllarda öldürülen avukat Yusuf Ekinci’nin oğlu Sertaç Ekinci sağımdaydı. Sertaç avukat olduğu için her şeyi ona soruyordum. Bu sırada polis adeta mahkeme başkanını korumak için bir duvar ördü. Artık sanık sandalyesinde oturuyor gibiydik. Sertaç döndü, “Erenciğim sakin ol, hukuk aldığı kararla kendi bacağına kurşun sıktı” dedi. 

 

'Biz, can alınan bir ülkede yaşayanların çoğalttığı bir aile olduk'

 

Gerçekten de siyasi cinayetlerde dosyalarımızın çoğu kapatıldı, zaman aşımına uğradı. Hrant Dink cinayeti ise henüz örtbas edilme sürecinin içinde. Devletin kendi içine sızmış yıkıcı odakları ayrıştırabilmesi, açığa çıkarabilmesi için çok geç de olsa, bir fırsatı var. Bu kadar çok üstü örtülmüş cinayeti, cinayetler sonrasında işlenen cinayete iştirak suçlarını, bu devlet ayıbını bizden sonrakilere miras bırakmayalım diye hala fırsatımız var. Kinle, öfkeyle, intikam duygularıyla değil, yurttaş sorumluluğuyla ve asla son bulmayacak adalet talebimizle bunları seslendiriyorum. Çünkü biz, sürekli olarak can alınan bir ülkede yaşayanların, çoğalttığı bir aile olduk. Artık çoğalmak istemiyoruz. Bizi öldürenlerin ardındaki örgütlenmeyi ortaya çıkarmakla yükümlü olan bütün devlet kurumlarını sorumlu sayıyorum. Bunu yerine getirmedikleri sürece, onlar gözümde hep suçlu olarak kalacaklar. Ve her an bu suçun rahatça işlenebileceği düşüncesini iletmiş olacaklar. Çünkü yıllardır, “mevcut yasalar ölülerimizi savunma yetkisini bize vermedi” demek zorunda bırakıldık. Oysa yurttaşını bu kadar savunmasız bırakabilen kurumların, kendi suçlarını örtbas etmek için ne kadar çok çaba harcayabildiklerini defalarca gördük. Üstelik suçluların korunup kollanmasında ne kadar çok resmî sıfatlı kişinin seferber olduğunu gördük. Bu görüntüler nedeniyle gözümde devlet defalarca aşağılanmış oldu. Bundan daha büyük bir aşağılamanın, daha ağır bir hakarete uğramanın olabileceğini düşünmüyorum.

 

'22 yıl bir katliamın zihinlerde ‘eskimesine’ yetecek kadar uzun'

 

Bununla birlikte yirmi iki yıl çok uzun bir süre. Bir cinayetin, katliamın zihinlerde “eskimesi”ne yetecek kadar uzun bir zaman. Peki bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bir parça da olsa ümit etmekle mi geçer? Bu yolda devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Geçermiş meğerse… Daha önümüzde uzun bir süreç var üstelik. Sızıyla yaşayacağımız bir süreç…

 

Özgecan Aslan da yakılarak katledildi. Böyle bakıldığında ödüllü bir roman yazarı olarak bize ‘yakılarak’ katletmenin ne olduğunu değerlendirir misiniz?

Çok severim Ingebourg Bachmann’i… Anlamlı romanı Malina’yı, şiirlerini, geçtiğimiz günlerde yayımlanan Paul Celan’la yürekten yüreğe seslendiği o canım mektuplarını… Bachmann’ın sigarasından çıkan ateşle can vermesi ise acımı daha da artıran bir olgu şüphesiz. Çünkü bir insanın ölümüyle onca yıl biriktirdikleri, deneyimledikleri de kayboluyor. Bachmann’ın trajik ölümünde ülkemizin derin yazgısı yok belki. Çünkü bizler, vurmaya, yakmaya, yıkmaya alıştık yıllar boyu. Kadınlara son yıllarda artan şiddet de yaşamımızın olağan bir parçası haline dönüştü, ne acı ki… Ama bu şiddeti dindirecek olan “fıtrat” değil, biat değil, eğitim elbette. Annesinin eteği azıcık sıyrılırsa tahrik olacak ilkellerin toplumu tektipleştirmek için baş hedefi eğitim sistemi üstelik. Bu ortaçağ zihniyeti, “mini etek giyersen, başına gelene razı ol!” mesajı vermekten çekinmiyor. Sıvas’ta ayaklanmaya kalkan cehaletin yaptıklarıyla gencecik bir kızı taciz etmeye çalışıp, öldürmek, sonra dayanamayıp yakmak arasında çok büyük bir ayrım yok. Bu noktada şunların da altını çizmek isterim: Hayatım boyunca bir bilim adamı, yazar ve şair olan babam Behçet Aysan’ın yaşamında salık verdiği değerlere sadık kalmaya çaba gösterdim. Bilenmedim. Öfkelenmemeye, tersine anlamaya çalıştım. Hınçla büyümedim. O meşum günde bile katilden nefret edemedim. Çünkü ayaklanmaya kalkan cehaletin neler yapabileceğini görmek, anlamak, bu sağduyuyla yaşamak zorundaydım. Düşmanım otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehaletti. 

 

Madımak Katliamı'na ilişkin hukuki süreçte sizce hala yapılacak bir şey var mı?

13 Mart’ta mahkeme kararını açıkladığı anda… Önce büyük bir boşluk hissettim kalbimde. Sanki elimi kalbime götürdüğümde yerinde durmuyor gibiydi. Soluksuz kalmıştım. Nefes almıyordum. Öylece gelip geçenlere bakıyordum. Üstelik hukuk sürecinin derdime derman olmayacağını bile bile bunları yaşıyordum. Türkiye’de hangi siyasi cinayet çözüme ulaştı da babamınki tamamlansın? Üstelik yanı başımda hukuk defterinin çoktan kapatıldığı derin ailem vardı. Onların bir kısmı platform kurulmadan önce de eş, dost, tanıdık, kardeşti. Dışarı çıktım. Gökyüzüne baktım. Dünya dönüyordu. Şu bir gerçek artık: Biz konuşuyorsak, adalet yoktur! Şimdi artık bana düşen görev babamın yarattıklarını bu dünya döndüğü sürece yaşatmak için çalışmaktır. Bu ülkenin öldürümlere duyarlı, vicdanlı insanlarının da öldürülenlere sahip çıkarak, gelecek kuşaklara aktararak ancak gönüldaşlık kurabilirler.

 

'Dava, Anayasa Mahkemesi’nde'

 

 Öte yandan Sıvas Katliamı davasının hukuki süreci şu anda Anayasa Mahkemesi’nde… Peki umudum var mı? Yok… En azından babam hayattayken W. Benjamin’in “umut için tasarlanan her şey umutsuzlar adınadır” sözüne dair bir gelecek planım vardı. Ancak umut için hayata ilişkin özel kuralların az da olsa belirgin olması gerekir. 2 Temmuz 93 günü on altı yaşındaki bir çocuğun kalbinde onulmaz yaralar açtı, kafasında da bir çok soru işaretleri bıraktı. Bugün hâlâ o sorular geçerliliğini koruyor.

 

Babanızla ilgili neler kaldı elinizde? Neler düşünüyorsunuz?

Babam tam bir aydındı. Bu ülkede mumla aranan insanlardan biriydi. Ayrıca edebiyatçılığının yanında bir de bilim adamıydı, doktordu. Yalnızca çevresindekilere değil ailesine nasıl yaklaşması gerektiğini çok iyi bilirdi. Birkaç satırla büyük bir yaşantıya dair söz söylemenin acısı içindeyim. Babamla o kadar çok anım var ki… Hangi birini anlatayım? Kızamık olduğumda her şeyi es geçip beni oyun parkına götürmesini mi, yoksa kapıyı her defasında üç kere çalmasını mı? Babamın “zambak dur sana da bulaştı kan” diye çok sevdiğim bir dizesi var. Ne yazık ki bu ülkeyi kanlı bir zambağa çevirmeye çalışanlar, bu yaptıkları katliamı gelecek kuşaklara nasıl aktarırken bile kalbimizin dağlanacağını göremiyorlar. Bugüne bakalım… Ben şimdi çocuğuma “senin deden şairdi, yazardı, doktordu, bu ülkenin aydınlık yüzüydü ama yakıldı” nasıl diyeceğim? Ona “hiçbir şey ayaklanmaya kalkmış cehalet kadar korkunç olamaz” derken aynı zamanda insanların bir gün tekrar diri diri yakılmayacağına nasıl inandıracağım? Çünkü, eğer kimlik bir vatandaşlık belgesiyse, babamın yanmış kimliği hala çalışma masasında duruyor. Eğer kimlik devletin resmi belgesiyle babamın yanmış kimliği her gün bana bakıyor. Ne yazık ki bizim gibi ülkelerin tarih sayfalarında aydınların nasıl hunharca yok edildiği yazar. Babam da “Sesler ve Küller” kitabını “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere” adamıştı. Kendisinin de aynı acılar ve kıyımlar yolunda gittiğini görmek bu ülkenin kaderinin hiç değişmeyeceğini düşündürüyor bana.

 

'Biz koca acılar ülkesiyiz'

 

Neler biriktirtiniz babanız öldükten sonra?

Babam öldürüldükten sonra ülkece çok şey biriktirdik. Doksanlı yıllarda on yedi bin beş yüz faili belli meçhul cinayeti biriktirdik mesela. Evladını yitiren anaların gözlerinden akan kan damlalarını biriktirdik. Lice’de, Kulp’ta her evden çıkan birden fazla öldürümü biriktirdik. Ebabil kuşları cesetleri kaçırıp, yok edip asit kuyularına atmasını biriktirdik.. Kimsesizler mezarlığının bile kendini çaresiz hissetmesini biriktirdik. Her Cumartesi Galatasaray Meydanı’ndaki kayıp yakınlarının isyanını biriktirdik. Sıvas 93’ünden sonra öldürülen Onat Kutlar’ın, Yasemin Cebenoyan’ın, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Hrant Dink’in acısını biriktirdik. Gezi’de toprağa yüzü düşen gencecik çocukların masumiyetini biriktirdik. Şimdi soruyorum size: Hukuksuzluk dört yanımızı sarmışken, nedir ki benim acım? Adaleti arayanlar soruşturuluyorsa, yıldırılmaya çalışılıyorsa, nedir ki benim acım? Babasıyla bir fotoğrafı bile olmayan can arkadaşlarım varken, nedir ki benim acım? Biz koca bir acılar ülkesiyiz artık.

İlgili Haberler