Gündem

İslamcılık Türkiye’de devletle doğdu

Yeni Şafak gazetesi yazarı Ergün Yıldırım: İslamcılık yargılanıyor mu? İftira taarruzlarıyla mı karşı karşıya?

14 Temmuz 2015 23:58

Ergün Yıldırım

Türkiye İslamcılığı birikimini ve arayışlarını demokrasi içinde ve devletle diyalog çerçevesinde sürdürme imkanı buldu. İsyan ve çatışma yöntemlerine sapmadan muhalefet yapma ve temsil imkanına ulaşıldı.

İslamcılık yargılanıyor mu? İftira taarruzlarıyla mı karşı karşıya? Yoksa reddiyeler savaşıyla mı yüz yüze? Bütün bu sorulara evet demek mümkün. Çok yönlü bir tartışmanın ortasındayız. Tartışılan mesele İslamcılık. Mesele bununla bitmiyor. Çünkü tartışılan meselenin kendisi kadar tartışanların aldığı pozisyon, içinde yer aldıkları çevre, taşıdıkları erek ve tartışmayla içine girilen beklenti çok önemli. Bu açılardan meseleye bakmadıkça doğru bir sonuca ulaşmamız mümkün değil. İslamcılık fenomeni ile kurulan ilişki nedir? Onu öldürmek mi, suçlu sandalyesine oturtup yargılamak mı, idam sehpasında boynuna ip çekmek mi, onunla ilişki kuran aydınları ve siyasileri iftira bombardımanına tutmak mı? Yoksa İslamcılığın kendisiyle yüzleşmesine mi katkı yapmak? İslamcılığın çıkmazları, yanlışları ve eksikliklerini göstererek onu düzelmeye, ıslaha ve bu topluma çeşitli özellikleriyle “hayırlı" olmaya mı çağırmak.

Bahsettiğim iki genel tutum arasında çok büyük bir fark var. Birincisi yıkıcıdır, reddiyecidir ve haricilik kokar. AK Parti siyasetinin çıkmazlarını, yanlışlarını ve kimi çürümüşlüklerini İslamcılığa fatura etmeye çalışır. İslamcıların dinamizmleriyle AK Parti'ye verdikleri desteği kırmak peşindedirler. Siyasal işlev olarak AK Parti'deki İslamcıları AK Parti'den koparmak ve böylece AK Parti'yi güçsüzleştirmek amacı güdülür. Daha uzun vadede ise AK Parti'nin daha muhafazakar ve milliyetçi bir bağlama kayarak İslamcı varlıktan uzaklaşmasına katkı sağlanır. AK Parti, İslamcıların etkisinden tümüyle uzaklaşır. Zaman Gazetesi öncülüğünde yapılan İslamcılık eleştiri reddiye ve iftiralarının önemli bir kısmında bu siyasal işlevler bulunmaktadır. Bu çerçevede “İslamcılık öldü", “İslamcılık devletçi oldu" ve bunun en son aşaması ise “İslamcı ajan ve provokatörler" tanımlamasıdır. Bütün bu reddiye okumaları, Gülen çevresinde üs tutan aydınlar ve gazeteciler tarafından yapılmakta. AK Parti ve Gülen hareketi çatışması ve rekabetinden beslenmektedir. Bu çatışma ve rekabet içinde fonksiyon icra etmektedir.

Gülen medya üssünde pozisyon alan İslamcılık reddiye okumaları, İslamcılığın kendisiyle yüzleşmesine davetiye çıkarmıyor. Mahkum edici ve yargılayıcı, suçlayıcı ve dışlayıcı nitelikler taşıyor. AK Parti'yi, onun içindeki aydınları ve düşünceyi zayıflatmanın peşindedirler aslında. Bundan dolayı bu İslamcılık tartışmasından bir bereket çıkması mümkün değil.

İslamcılığa yönelen reddiye ve AK Parti'ye yapılan taarruza karşı İslamcılardan gelen tepkiler ve verilen cevaplar da büyük oranda siyasal, kişisel ve partisel nitelikler taşıyor. Tartışmayı başlatanların ileri sürdükleri argümanları eleştirmek ve çürütmek yerine, bu tartışmayı yapanların kişisel özellikleri, yöneldikleri erekler ve içinde konumlandıkları bağlam hedefe alınıyor. Paralelcilerle işbirliği temelinde açıklamalar yapılıyor. Para, hırs ve hamaset ile dolu kimi tutumlarla bu İslamcılık saldırılarının olduğu söyleniyor. Bu nedenle entelektüel boyutlar içeren bir cevapla, söylemle, tepkiyle ve açıklamayla karşılaşmıyoruz. Böylece bir kısır döngü ortaya çıkıyor: Saldıranlar ve savunanlar. Bu ikilem içinde İslamcılığı bereketlendirecek, ihya edecek, kendisiyle yüzleşmesine katkı sağlayacak bir fikir çıkmıyor. Sığlık, sığlıkla cevaplanıyor. Saldırı da, saldırıyla. Daha basitleştirirsek, ajanlık suçlamaları yine ajanlık suçlamalarıyla karşılık buluyor.

Devlet ve İslamcılık ilişkileri üzerinden “harbi laflar" ediliyor. Bu lafları edenleri sanırsınız ki ne bu devletin belediyelerinden ihale almışlar, ne okullarında hocalık yapmışlar, ne de meclisinde vekil olmuş kişiler. Büyük bir cehalet ortasındayız. Oysa İslamcılık, Türkiye'de devletle doğdu. Said Halim Paşa sadrazamdı ve saray çevresinde yetişmişti. Mehmet Akif devlet memuruydu ve de Teşkilat-ı Mahsusa'nın adamıydı. Devletin medrese ve mekteplerinde çalışanları da söylemiyorum. II. Abdülhamit, İslamcılık siyasetini desteklemek için şeyhler, aydınlar, alimler, gazeteler, mecmualar, kitaplar vs. etrafında büyük bir kamuoyu ve platform meydana getirmişti. Ancak 1924 yılında İslam tasfiyesine İslamcılık da eşlik etti. Devlet ile derin mesafeler oluştu. Bu mesafe, DP ile beraber çözülmeye başladı. Özal döneminde birçok İslamcı aydın Ankara'nın merkezinde bürokrattı. Devlet ve İslamcılar ilişkisi, karşılıklı etkileşimlere yol açtı. Devlette çalışan, onunla ihaleler yürüten, parti kurarak meclisine giren, belediyeleri yöneten kadrolar içinde İslamcılar çoğalmaya başladı. Önce RP ve daha sonra AK Parti ile beraber daha da arttı. Bu ilişki tarzında İslamcılar iddialarından tümüyle vazgeçip dünya ve ikbal peşinde mi koştular, yoksa mücadele tarzları ve ilişki biçimleri mi değişti? Bu soru önemli. Cevabı belki de iki sorunun birlikte düşünülmesinde. İslamcı hareketler, aydınlar ve partiler, devletle kendi iddialarını tümüyle terk ederek etkileşime girmiyorlar. Devleti de dönüştürüyorlar. AK Parti siyasetinde yapılanlarda bunu görüyoruz. İslamcılık ve devlet ilişkisini ne milliyetçilik gibi “kutsallık", ne de liberaller gibi tamamıyla sivil düşünebiliriz. İslamcılar, liberaller gibi devlete bakmazlar. Onlar için asıl olan “ortak iyi akıl"dır. Devlet önemlidir, ümmetin başıdır. Meydan okudukları devletin kendisinden çok onun İslam'la kurduğu dışlayıcı, tasfiyeci ve tahakkümcü özellikleridir.

Devlet ve İslamcılık ilişkisinde çıkış noktası şudur. İslamcılığın iddialarında neler vardı, hangi ilkeler öne çıkıyordu ve iktidarla çalıştıklarında bunlara ne oldu? İslamcılar, tıpkı Muaviye döneminde olduğu gibi(büyük İslam düşünürü Muhammed Cabiri'nin kavramlaştırmalarıyla konuşursak) iktidarla tanışınca “kabile"( akrabalık ve yakınlar) ve “ganimet"i (dünyayı) öne çıkarıp “akide"yi (temel İslami ilkeleri, davayı ve ana iddiayı) es mi geçiyorlar? Bu sorular üzerinde düşünmemiz gerekir. Bunlarla yüzleşmeden sağlıklı bir İslamcılık tartışması yapılamaz. İslamlaşmayı ihya ve ıslah ederek yolumuza devam etmek istiyorsak İslamcıların kabile ve ganimetle kurdukları yeni ilişki tarzlarını gözden geçirmeliyiz. İslamlaşma hareket ve düşüncesini eleştirmek AK Parti'yi reddetmek ya da yıkmakla bire bir değerlendirilmemelidir. Elbette bu eleştiri ve yüzleşme AK Parti'yi çökertme operasyonuyla da bütünleşmemeli. Bu iki stratejinin dışına çıkarak daha entelektüel bir pozisyon almalıyız.

Bugün İslam coğrafyasındaki İslamcılar diktatörlerle ve birbirleriyle savaşıyorlar. Özellikle İslamcıların cihadist gruplarında bunu görüyoruz. Bunları sorgulamak, İslamcılıktan vazgeçmek anlamına gelmez. Çünkü İslamcılık, meşrutiyet( bugün demokratikleşme) tartışmaları içinde doğdu. İstibdat eleştirileri üzerinde yükseldi. İttihad-ı İslam'ın en önemli siyasal ayakları arasında bunlar vardı. Bediüzzaman ve Said Halim'in ve hatta Mustafa Sabri'nin istibdat eleştirileri, İslam dünyasında hükümdarlık kurumlarının ürettiği sorunları aşmak konusunda hala önemlerini korumaya devam ederler. Gannuşi, bir açıdan bu yaklaşımın günümüzdeki temsilciliğini yapıyor. AK Parti, İslamcıları demokrasi içine taşıdı, devletle tanıştırdı ve “cihadist" yönelimlerin oluşmasının önüne geçti. Türkiye İslamcılığı birikimini ve arayışlarını demokrasi içinde ve devletle diyalog çerçevesinde sürdürme imkanı buldu. İsyan ve çatışma yöntemlerine sapmadan muhalefet yapma ve temsil imkanına ulaşıldı.

İslamcılık en az yüzyılı aşan bir fikriyat, doğu ve batıyı kucaklayan, İslam'dan ilham alan ve toplum/siyaset meselelerimize duyarlı olan bir harekettir. Onun varlığını devlet ya da AK Parti'ye mahkum ederek konuşmak büyük bir haksızlık. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti doğmadan da bu fikriyat vardı, AK Parti kurulmadan önce de. Partilerin, iktidarların ve rejimlerin ötesinden beslenmeye ve ihya olmaya devam ettikçe de varlığını sürdürecektir.

 

*Bu yazı, Yeni Şafak gazetesinin bugünkü nüshasında (14 Temmuz 2015) yer almıştır.