Kültür-Sanat

Irak işgali ve Kerküklü güzel bir kadın

Kerküklü bir Türkmen kadını anlatan 'Kocamın Bekçisi' adlı roman, ABD'nin Irak'ı işgaline farklı bir gözle bakmaya neden oluyor.

04 Nisan 2009 03:00

Kerküklü bir Türkmen kadını anlatan 'Kocamın Bekçisi' adlı roman, ABD'nin Irak'ı işgaline farklı bir gözle bakmaya neden oluyor.

Cemal Subaşı / Tempo24





Çok güzel bir kadındı Naza. Kerküklü tanınmış bir ailenin kızıydı. Evliydi, kocasını seviyordu, iki çocuğuna tapıyordu. Hayatta tek isteği eşi ve çocuklarıyla mutlu bir hayat sürmekti. Ama!..

ABD’nin Irak’ı işgaliyle Ortadoğu’nun kaderi gibi onun da hayatı değişti. Çok sevdiği eşi öldürüldü. Babasını, kardeşini ve daha birçok yakınını kaybetti. Artık tek amacı kalmıştı; çocuklarına bakabilmek ve koruyabilmek. Ama hayatın onu rahat bırakmaya niyeti yoktu. Bu kez karşısına gelenekler çıktı. Kayınbiraderiyle evlenmesi gerektiği söylendi. Artık Irak’ta, Kerkük’te yaşayamazdı…

Türkiye’ye kaçtı. Kendisinden önce gelen kardeşinin yanına sığında. İş aradı, bulamadı… çocuklarının karnını doyurabilmek, eğitimlerini sağlamak için yine Irak’lı olan biri ile evlendi. Ama ikinci eş ‘sapkın’ çıktı. Naza bir süre dayansa da küçük bir kızı vardı, sevdiği ilk kocasından…

Olmadı… Yine kaçtı. Mülteci olarak Viyana’ya… Yine evlenmek zorunda kaldı. Kurslara gitti, dil öğrendi, iş edindi… Bir gün karşısına çıkacak bir adamı; kocasının, babasının, kardeşlerinin ve akrabalarının katili, ölüm emrini veren kişiyi beklemeye başladı… İşte o an dünya başına yıkıldı.

Bu hikâye gerçek

Her ne kadar inanılmaz gibiyse de bu hikâye gerçek. Kahramanı hala hayattı ve 4. eşiyle Viyana’da yaşıyor. Bu hikâyeyi romanlaştıran ise yine Viyana’da yaşayan bir türk olan Semra Beken. Romanın adı ‘Kocamın Bekçisi’. Beken, romanına ilişkin yaptığımız röportajda Tempo24’e şunları söyledi.



'Kocamın Bekçisi' romanının yazarı Semra Beken.


Naza kimdir?


Iraklı bir Türkmen kadın. Kürkük’ün yerlilerinden, tanınmış bir aileden geliyor. Ama korktuğu için gerçek adını açıklamak istemiyor.

Siz nasıl tanıştınız?

Viyana’da bir derneğe ziyarete gitmiştim, o da Almanca kurs için gelmişti, orada tanıştık. Hikâyesini bana, ilk kez orada anlattı.

Hayatını yazmaya nasıl ikna ettiniz?

Kitaplar yazdığımı, hikayesinin çok ilginç olduğunu söyledim. Herhalde Türk ve Müslüman olmam nedeniyle güvendi ve kabul etti.

Kitabın yazımı ne kadar sürdü?

Bir buçuk yıl kadar sürdü.

Hikâyesinde kullanmanızı istemediği bölümler oldu mu?

Bir iki kısım vardı, onları çıkardım. Geri kalanına olduğu gibi yanıt verdim.

Romanın yüzde kaçı gerçek?

Anlattıkları 25 sayfa kadar çıktı. Ama ben onu 400 sayfaya çıkardım. Hikâyeleştirdim. Çok üzüldüm ifadesi en fazla iki sayfada anlatılır. Ben ‘çok üzüldüm’e duygu katarak yazdım. Ama hikâyedeki vurucu noktaların hepsi ona ait.

Sizi en çok etkileyen bölümü ne oldu?

Cesetlerin mezardan çıkarılması sahnesi, her okuduğumda beni etkiliyor. Hayatında çok fazla iniş çıkış var. Okuyanların çoğu ‘insanlığımızdan utandık’ dedi. Böyle şeyler nasıl yaşanabilir diye…

Naza, gerçek ismi değil; şu an ne yapıyor?

4. eşi (Tunuslu) ile evli, çalışıyor. Yabancılara yönelik sosyal danışmanlık yapıyor. Türkçe, Arapça, biraz da Almanca biliyor. 41 yaşında. Problemlerinin çoğunu aşmış vaziyette.

Kitabın bir mesajı var mı?

Savaşın içinden çıkmış bir kadın. Savaşı çıkaranlar genellikle erkekler olmasına karşın en büyük zararı gören kadınlar ve çocuklar. Bu o insanların hayatını son nefesine kadar etkiliyor. Belki çocuğu öldürülmeseydi, Irak’ta mutlu mesut yaşayacaktı, ama hayatı tamamen değişmiş.

Naza kitabı okuyunca ne dedi?

‘Yüreğim kaldırmaz’ diyerek tamamını okumadı; bölüm bölüm okumuş. Bazı bölümleri çocukları okuyunca üzülür diye kitaba koymak istemedi, ama ikna oldu, o bölümler de kaldı. Hikâyeyi yazarken tanıkların da fikri aldım; onlar da çok beğendi.

Başka kitap projeniz var mı?

Var. Yazmakta olduğum başka bir kitap yine gerçeklere dayanıyor. Viyana’ya gelip yerleşmiş ve tutunmaya çalışan insanların hikâyesini yazıyorum. Bulundukları ülkede yaşadıkları zorlukları, sıkıntıları anlatıyorum, o daha ilginç olacak gibi…






Yazar Bekir Coşkun ve Yekta Güngör Özden, romana birer önsöz yazdılar.

Romanın özeti ise şöyle…

Kerküklü bir kadın, üç ülke

Azınlık olmanın insanları her yerde ve her zaman tüm yaşamları boyunca nasıl etkilediğinin gerçek adı Ortadoğu… İnsanların ait oldukları topraklarda olağan koşullarda olsalar dahi yaşantılarını “öteki” olarak sürdürdükleri bir coğrafya Ortadoğu… Bu olağan koşullar değişip olağanüstü koşullara, hatta kendilerine bile ait olmayan bir savaş durumuna döndüğünde, tüm yaşamlar cehenneme dönüşüyor.

İşte Kocamın Bekçisi’nde yazar, Kerkük’te başlayan hikayesinde mekanlar, sokaklar, kentlerden ziyade; insan hayatından, aileden, akrabalıklardan, kişiliklerden, aşklardan yola çıkarak olağanüstü bir dramı tüm çıplaklığıyla insanlığın yüzüne çarpıyor. Genç kızlığın başlarında tutkulu bir aşkla başlayan Naza’nın serüveni; tüm ailesi, akrabaları ve çevresindeki insanlarla gelişen hayat hikayesinin nasıl bir trajediye dönüştüğünü ve savaşın tüm acımasızlığını gözler önüne seriyor. Insanlar arasındaki tüm dayanışma, aile bağları, güçlü tanıdık ilişkiler ve en önemlisi zenginlik bile bu olağanüstü durumda hiç kimseyi kaçınılmaz sondan kurtaramıyor.

Bütün istediği tutkulu bir aşkla bağlı olduğu kocasıyla ve çocuklarıyla kendinin diyebileceği bir evde mutlu bir yaşam sürdürmek olan Naza, bu olağanüstü acımasız savaş koşullarında kurduğu aileyi Amerika’nın Irak’a saldırısıyla birlikte kaybediyor. Kocasını, babasını, kardeşini ve bir çok yakınını savaşa kurban veriyor. Bundan sonra tek hedefi; çocuklarına bakabilmek, onları koruyabilmek…

Çocuklarıyla yaşam savaşı verirken kayınbiraderiyle evliliğe zorlanması sonucu Irak’tan ayrılmaya karar veren genç kadın, Türkiye’ye kaçıyor. Naza’nın Irak sınırında geliş gidişlerde yaşadığı inanılmaz korku dolu anlar, okuyucuya savaşın derinliği ve o bölgede yaşananlara dair ayrıntılı bilgi veriyor.

İstanbul’a varan Naza, daha önce Türkiye’ye kaçan kardeşinin soğuk, rutubetli derme çatma iki göz evine sığınıyor. Çaresizlik, yoksulluk burada da devam ediyor. İş bulamıyor. Kardeşi ve ailesi ile karşı karşıya geliyor. Nihayetinde istemese de sadece çocuklarının karnını doyurmak ve onların eğitimini sağlamak için Kerkük’ten daha önce Türkiye’ye göçen bir Iraklı ile evleniyor. Huzur ve rahat bir yaşam arayışıyla yaptığı bu evlilik onun hayatını tam anlamıyla bir kabusa dönüştürüyor. Artık dönüşü olmayan bir yola girdiğini anlıyor. Fakat çaresizlik ve aileden aldığı eğitim onun bu kaostan çıkmasına izin vermiyor. Üstelik hikayede tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilen sapkın kocasının korkunç davranışlarına boyun eğiyor.

“Naza sonunda kendine asla istemeyeceği bir hayat kurmuş, yaşayamayacağı bir hayata hapsetmişti kendini”

“Onun için Irak ise sadece geçmişin kötü izlerini taşıyan bir hapishaneydi. Orada ne kendine ne de çocuklarına bir gelecek olmadığını son gidişinde açıkça görmüştü.”

“Genç kadın, gel-gitler içinde derin bir kaosa sürüklenirken, sık sık soruyordu kendine: “İnsan kendi hayatından, kendinden nasıl kaçıp kurtulabilirdi?” “Ne çok gardiyan vardı hayatında onu isteyen, yöneten, yasaklar koymaya, sınırlamaya kalkan, yaşamını alt üst edip her şeyini sıfırlayan ne çok insan vardı. Hepsi de sadece kendi istediklerini yapıp sözünden çıkmamasını, bir köle gibi itaat etmesini bekliyorlardı. Onların arasında gerçek bir mahkumdu. Sadece bedenini değil, benliğini, ruhunu da onların emrine sunduğunu, içindeki mahpusun kendi olduğunu bile fark etmemişti yıllardır.”

Ve bizler “yersizlik” denilen kavramı Naza’nın gözünden bakıp çok daha iyi anlıyoruz. Bir yere ait olmanın verdiği güvenin ne demek olduğunu yazar okuyucularına adeta rahatsız edici bir biçimde anlatıyor. Öyle ki suçluluk duygusuna kapılmamak elde değil bu anlatımda. İnsanlıktan utanır hale geliyor okuyucu…. Sadece ayakta kalabilmek, çocukları için bir dam altı bulmak ve sadece onların karnını doyurabilmek kaygısının bedelini bir kadının ne kadar ağır ödediği gözler önüne seriliyor.

Hastalıklı, sakat bir cinsel anlayışı olan kocası ile olan ilişkisi Kerkük’ten İstanbul’a yeni bir hayat adına yola düşen Naza için bambaşka acılara sahne oluyor. Öyle ki, Naza’nın kızı Melek bile bu travmadan nasibini alıyor. Hayat, genç kadın için olduğu kadar oğlu Ali ve kızı Melek için de giderek zorlaşıyor.

İstanbul’da 1999 depremini de yaşadı

Naza’nın güven duyacağı bir yere, korkularından arınacağı bir limana ihtiyacı vardır. Fakat elinde fazla bir seçenek de yoktur. İstanbul’da ki depremi de yaşayan kadın kendi iç çelişkilerinin farkında olarak artık kaderine boyun eğmiş, kurtuluşu tamamen kendi çabası dışında beklemektedir.

Bu kurtuluş ona Avusturya’da yaşayan ablasının eliyle ulaşıyor. Ama bu kurtuluş onun beklediği güven ve korkulardan arınmış yaşamı vermekten uzak olmakla kalmayıp daha kötüsü yeni bir kaos olarak karşısına çıkıyor. İstanbul’dan Viyana’ya gidişi bizlere mülteci hayatının bir başka yüzünü gösteriyor. Özellikle de kadın bir mülteci için durumun ne denli zor ve ağır olduğunu…

İnsan kendi yaşamında durduğu yeri görebilmek için başka hayatlara da bakmak, başkalarının yaşam şartlarını ölçüp tartmak, düşünmek, anlamak hatta zaman zaman belirli bir dayanışma içine girmek zorundadır. Hangi kültüre ait olursak olalım tüm insanlığın günümüzdeki en önemli sorunu, bu gezegende sığınabilecekleri, kendilerini güvende hissedebilecekleri, kendilerine ait küçük dünyalarında korkulardan uzak yaşayabilecekleri bir yer arayışıdır…

Kerkük-İstanbul-Viyana hattında Kocamın Bekçisi romanı ile gerçek bir hayat öyküsü ile yüzleşiyor okur. Savaş dinip de eski topraklara yapılan bir ziyarette, Viyana’da karşısına çıkan adamın; kocasının, babasının, kardeşlerinin ve akrabalarının katili, ölüm emrini veren kişi olduğu gerçeği ise okura yeni bir travma yaşatıyor. Darmadağın hale gelen, her hamlesinde yeni bir kaosla karşılaşan Naza’nın yaşantısı, insanoğlunun kendi eliyle yarattığı savaş karşısında ne denli yalnız olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Üstelik savaşta “öteki” olmak, “yersiz” kalmak, insan olmak boyutunu çok değiştirmiyor ama, bir kadın için ölüm-kalım mücadelesi haline geliyor.

Kitaptan bir alıntı: Naza yemiyor, içmiyor

Ramazan bitiyor, ertesi gün bayram. En büyük kayınbiraderi Yusuf geliyor. Görüyor ne kadar perişan bir halde olduğunu, annesinin ısrarlarına rağmen yemiyor, iyice zayıflamış, doğru düzgün uyumuyor, yıkanmıyor, sadece arada bir çocuklarını alıyor kucağına, ağlıyor. Yusuf,
-Naza yarın bayram, bu gece bize gel, annem senin için yemek hazırlattı, bak biliyorsun ne halde olduğunu ama yine de senin sevdiğin yemeği yaptırdı gelesin diye. Banyo yap, biraz rahatla. Çocukları da özledik, bir iki gün kal, ben ne zaman istersen seni geri getiririm, diyor.
Annesi de gitmesini, biraz değişikliğin iyi olacağını, bu kadar kendini harap etmemesini söyleyince kalkıp bir çantaya çocuklar ve kendisi için bir iki parça elbise alıp gidiyor kayınbiraderiyle.

Anlaşamadığı büyük görümcesi diğer kardeşlerinden birine gitmişti. Elem ve kocası Vahid oradaydı, Elem’le sarıldılar birbirlerine, birbirlerini teselli edecek bir şeyler söylemek istediler, göz göze baktılar, kim kime teselli edecek bir şey diyebilirdi ki, Elem’in en sevgili kardeşi, Naza’nın her şeyi...

Tekrar sarıldılar, birbirlerinin hıçkırıklarına boğuldular.
Naza banyo yaptı, elbiselerini değiştirdi, biraz rahatlamıştı. Evdekiler çocuklarla ilgileniyor, kayınvalidesi bebeği kucağından bırakmıyordu. Yemek yediler.

Bu ailede herkesi seviyordu Naza, büyük görümcesi hariç herkes ona çok iyi davranıyor, Orhan’ın abilerini bir abi, ablaları gerçek bir abla gibi görüyordu. Kayınbiraderlerinin eşlerinin hepsi kendinden büyüktü. Hepsini de bir abla gibi kabul ediyor çok seviyordu. O güne kadar aralarında hiç bir tatsızlık, kötü bir şey olmamıştı.

Yemekten sonra televizyonu açtılar. Bir film başlamıştı. Vakit geçirebilmek için seyrettiler. Filmin sonuna doğru başroldeki kadının kocası öldü, Naza ağlamaya başladı. Kendini o kadar yalnız, kimsesiz hissediyordu ki. Bütün dünya yüzünde tek başına kalmış gibiydi. Buraya, bu insanların yanına sadece onun ailesi oldukları, ondan bir şeyler taşıdıkları için gelmişti ama onun olmadığı hiç bir yer teselli değildi. Baktığı her yerde ondan bir iz, bir anı vardı, ama o yoktu. Bu yüreğini dayanılmaz biçimde acıtıyordu.

Gece ona verilen odada çocuklarına sarılıp yattı. Sabah erkenden uyandı, aşağı mutfağa indi, eltisi kalkmış kahvaltı hazırlıyordu, ona yardım etti. Hep beraber kahvaltı ettiler. Salonda otururken dışarıda sesler duydular, birisi bahçeden koşarak geliyordu, hemen ardından kapı vurulmaya başladı.

Eltisi koşup kapıyı açtı. Kapıda Turay duruyor, bir şeyler anlatıyor, ağlıyordu, eltisi de ağlamaya başladı.
Naza seyrediyor onları, anlıyor. Turay arkadaşının arabasıyla onları almaya gelmiş, hiç bir şey söylemeden koşup biniyor arabaya.
Eve nasıl gitti, o yol nasıl geçti, hiç hatırlamıyordu, sadece anlamıştı.
Öldüler.
Çocukları falan düşünmüyordu, orada bırakmıştı. Arada bir soruyordu,
-Ne oldu abi, söyle bana, ne oldu. Turay sadece ağlıyor ve,
-Gel, diyor, gel. Başka bir şey çıkmıyor ağzından.

Eve varıyor iniyorlar arabadan, mahallede herkes ayakta, onların evinin önünde yada bahçede. Kapıdan giriyor, annesi ve komşulardan bir kaç kadın, çamura bulanmışlar, annesinin elbiseleri parçalanmış, deli gibi koşuyor, nereye belli değil, sadece koşuyor, insanlar onu tutmaya çalışıyor, annesi göğsüne dizlerine vurarak, saçlarını yolarak, boğulur gibi sesler çıkararak kurtulup ellerinden koşuyor, kendini duvara çarpıyor.
Kımıldayamıyor, olduğu yerden taş gibi annesini seyrediyor.

Bir an gözü bahçe kapısına kayıyor.
O anda görüyor, arka kapıda bir araba duruyor, arkası açık mavi skoda gibi bir şey, arkasında büyükçe bir battaniye örtülü, her şey çamur içinde. Üstü örtülü ceset, battaniyenin altından fark ediliyor. Hatta o an battaniyenin kenarından görünen babasının ayağını tanıyor.
Aslında onun babası olmadığını, sadece elbiselerinin benzediğini öğreniyor çok sonraları.
Naza kendini kaybediyor bir an, midesi ağzına kadar geliyor, boğulacak gibi oluyor, ağlayamıyor, bağıramıyor, onlar gibi üstünü başını yırtamıyor. Ama yuvalarından fırlamış gözleriyle annesine bakıyor, onun nasıl kendini oradan oraya çarptığını gördükçe üstüne dev bir kazandan kaynar katranların boşaldığını hissediyor, hiç bir yere kaçamıyor. Arkasını dönüyor, kapıdan dışarı fırlayıp koşmaya başlıyor. Neden, nereye gidiyor, kimden kaçıyor bilmiyor, sadece çılgın gibi koşuyor. Turay ve komşu çocuklarından birileri koşup yakalıyorlar, tutmaya çalışıyorlar, ama tekrar kurtuluyor, gözleri kapalı, her yer, her şey simsiyah, kapkara, hiç bir şey görmüyor, sadece koşuyor. Turay tekrar yetişip yakalıyor kolundan,
-Dur Naza nereye gidiyorsun, yalan, yaşıyor Orhan, yapma, onlar benzetmişler, bulacağız onu, ben bulacağım, söz veriyorum, o değil, benzetmişler, inan bana. Bir başkası o.
Naza konuşamıyor. Kusmaya başlıyor. Sonra yığılıyor yere.
Sonrasını hiç hatırlamıyor, o gün nasıl geçti, ertesi gün neler oldu, çocuklarını kim getirdi, nerede, ne yapıyor, hiç bir şey bilmiyor. Sadece arada bir dövünen annesini görüyor, bir anlam veremiyor, komşular gelip gidiyor, ağlıyorlar, neden bilmiyor. Bir odada oturuyor, birisi çocuklarını kucağına veriyor, çocuk ağlıyor, oda ağlıyor, sonra gülmeye başlıyor, kahkahalarla, katılıncaya kadar gülüyor. Bir şeyler söylüyorlar, dinlemiyor, anlamıyor, inanmıyor. Babasının odasında camın önündeki koltukta oturuyor, hiç kalkmıyor, sadece gülüyor yada ağlıyor.
Bir akşam Turay ve kayınbiraderi onu hastaneye götürüyorlar, orada iğneler yapılıyor. İğnelerin etkisiyle uyuyor. Ne kadar, kaç gün hastanede kalıyor, bilmiyor. Hep uyuyor. Bazen uyanıkken Turay ya da başkaları geliyor,
-Yaşıyor o, merak etme, gelecek, biz sorduk, hapishanedeymiş, başka yere götürmüşler, bulacağız onu. Diyorlar.
Kim yaşıyor, nerede yaşıyor, kimi bulacaklar bilmiyor.
Daha sonra öğreniyor. Sabahın erken saatlerinde Altınköprü’deki halanın komşusu kapıyı çalıyor, halanın oğlunu ve babalarını bulduklarını, halanın perişan halde olduğunu, gelemediğini, ama belki kendi ailesi gömmek ister diye babalarını getirdiklerini söylüyor. Arabada sarılı cesedi gören anne kendini kaybediyor.
Naza baygın yatarken zaten perişan durumda olan cesedi bahçeye gömmek istiyorlar ama battaniyeyi açınca babaları olmadığını görüyorlar.
Ertesi gün halanın uzaktaki büyük oğlu Mesut geliyor sabahın ilk saatlerinde.
-Turay giyin benimle gel,
-Ne oldu Mesut, nereye gideceğiz,
-Sorma, giyin gel,
Ayşe hanım fırlıyor yerinden geliyor yanlarına,
-Mesut söyle ne oldu, nereye götüreceksin Turay’ı?
-Yok bir şey yenge, biraz işimiz var,
-Tamam anne ben hemen dönerim, Mesut nasıl giyineyim, sivil mi askeri mi?
-Askeri giyin,
Araya giriyor Ayşe hanım,
-Bak Mesut, eğer söylemessen ölürüm yine de yollamam onu, söyle bana ne oldu? Yoksa bulundular mı?
Mesut ağlamaya başlıyor,
-Ben dün kardeşimi buldum Dibis’deki toplu mezarda, gelin sizde kendinizinkilere bakın. Herkes gelip kendi ölüsünü çıkarıp alıp götürüyor, gömüyor, Sizde gelip bakın.
O sırada Turay askeri pantolonunu ve gömleğini giyiniyor hemen.
Annesi çıldırmış gibi fırlıyor, koşup gidiyor onlarla beraber.
Altınköprü’ye varıyorlar. Altınköprü mahşer. Herkes Dibis’e gidiyor.
Turay,
-Anne sen burada halamla kal, önce ben bir gidip bakayım, gerekirse gelip seni alırım, diyor, Ayşe hanım itiraz ediyor,
-Bende geleceğim, ne olursa olsun onları bulacağım, diyor.
Turay gözlerinden ateş saçarak,
-Anne bir defa da denileni yap, burada kalacaksın, ben gerekirse seni gelir alırım, anlamıyor musun?
Yaşlı kadın,
-Turay, geleceğim, istersen öldür beni, daha ilerisi var mı bunun oğlum?
Çaresiz susuyor genç adam, halanın oğlu içerden bir kaç çarşaf battaniye alıp geliyor, biniyorlar tekrar arabaya.
Dibis’e yaklaştıkça insanların yüzündeki ifade merak ve üzüntüden kahroluşa, yıkılışa, perişanlığa kayıyor.
Nehrin kenarına yaklaşınca durup iniyorlar arabadan.
Mezarların açıldığını duyan koşup gelmiş.
Aslında zaten çoğu açık. Dibis’deki nehrin kenarına dizmişler hepsini sıra sıra. Sonra kurşuna dizmişler. Nehre düşerler diye düşünmüşler ama hemen hepsi oldukları yere yığılıp kalmış.
Elleri arkalarından bağlı. Gözleri bağlı hepsinin de.
Bir kısmının üstüne toprak atmışlar, çoğu açıkta. Günler boyu orada kalmışlar. Çoğu köpekler, kargalar tarafından parçalanmış. Köpekler günlerce parçalayıp yemişler. Halen de oradan ayrılmayan köpek sürüsü toprağın altında kalanları didikleyip çıkarmaya çalışıyor.
Nehrin kenarından düşenlerin, yada itilerek üstüste yığılanların yarı toprak altında, yarı açıkta kalıp hayvanlara yem oldukları koca bir çukurdan oluşan bir toplu mezar orası.
Bütün kadınlar mezara girmişler, elleriyle kazıyorlar, bazıları battaniye, temiz çarşaf getiriyor ölüsünü sarmak için. Herkes ağlıyor. Kimi arabalara ceset yüklüyor, kimi indiriyor. Bazıları cesetlere sarılmış, ağlıyor, her yer çamur, ağıt, hıçkırık, gözyaşı.
Çürümeye yüz tutmuş, çoğu parçalanmış, tanınmaz haldeki cesetleri üstündeki elbiselerden, cebinden çıkan kimlik, resim, anahtarlıklardan tanımaya çalışan, elleri, yüzleri, yürekleri parçalanmış insanlar.
Canlıların ölülerden tek farkı hareket edebiliyor olmaları. Bazılarının katılarak, bazılarının hıçkırarak, bazılarının boğulur, ulur gibi acıdan kahrolarak çıkardıkları sesler onların hayatla olan tek bağları.
Büyük kalabalığın üstünde, çürümüş insan etinin, kızgın güneşin altında çamura bulanmış ölülere yapışmış paçavraların, gözyaşı ve terin ağır kokusunun oluşturduğu kara bir bulut asılı duruyor sanki.
Suratları sararmış, sakalları uzamış, günlerce kaybettikleri evlatlarının, eşlerinin, sevdiklerinin acısıyla yemeden içmeden kesilmiş, gözlerinin altı göçmüş, avurtları çökmüş insanların gözlerinde bütün kasabayı saran derin keder ve acının yarattığı uğultuya rağmen kızgınlık ve hiddet değil, acı, çaresizlik ve sadece yarınını bilemeyen insanların gözlerinde görülebilen türden büyük bir korku var.
Bu vahşete şahit olduktan sonra kendileri için değil kalan çocukları, yakınları için korkuyorlar. Acının sonu yok, ama daha ne kadarına dayanabilirler, kimse bilmiyor.
Ellidokuz kişilik bir toplu mezar orası. Hepsinin ailesi, anası, babası, çoluk çocuğu deli gibi tırnaklarıyla eşeleyip kazıyorlar.
Hemen hepsi Altınköprülü.
Turay’ın arkasından Ayşe hanım’da iniyor arabadan.
Ne yapacağını, kime, ne soracağını bilemeden taşlaşmış gibi bir müddet kımıldayamıyor, inleyerek bakınıyor sadece, o sırada görüyor, on metre kadar ötede iki kadın Orhan’ı tutmuş çıkarıyorlar, uzaktan ona benzetiyor, koşup gidiyor, ama o değil. Onun boylarında, giydikleri benzeyen genç bir çocuk.
Başucundaki kadının akıttığı gözyaşları, kucagindaki cesedin olmayan yüzünün altındaki çürümeye yüz tutmuş boynuna düşüyor, kadın elleriyle sanki bir ipeğe dokunuyormuş gibi incitmemeye gayret ederek yüzü köpekler tarafından yenmiş kollarindaki suratsız başın saçlarının arasındaki toprakları temizlemeye çalışıyor.
Ayşe hanım kalkıyor, kenardan hiç birine basmamaya gayret edip gözleriyle çıkarılmakta olanları yoklayarak bir iki adım atıyor, her gördüğü cesede önce korku, sonra arayan gözlerle bakıyor, ilerde bir kaç kişinin vücudunu çıkarmaya çalıştığı bir ayakta Orhan’ın yanları kırmızı çizgili spor ayakkabısını görüyor, o tarafa koşuyor, hemen yanlarına çöküp üstündeki toprağı elleriyle açmaya başlıyor. Orhan o. Saçlarını, bıyıklarını, o zor günlerde bile her gün traş ettiği tertemiz ama yer yer çürümeye başlamış yüzünü tanıyor. Üstündeki elbiselerde onunkiyle aynı zaten. Allahtan altta kalanlar sadece çürümüş, üstekiler gibi köpekler tarafından parçalanmamış.
Bir süre boğulur gibi ağlıyor. Turay geliyor, yanına diz çöküyor, hıçkırıkları birbirine karışıyor bir müddet, sonra biraz toparlanıyor, cebinden cüzdanını çıkarıyor, kimliğini alıyor, çocuklarının resimlerini alıyor. Sonra oradakilerin yardımıyla kenara çıkarıyorlar.
Çıkartılan ölüleri diziyorlar, herkes kendininkini alıyor, tanımadığı birini çıkarttıysalar diğerlerinin yanına taşıyıp koyuyorlar sahibi gelip alsın diye. Turay onlara bakıyor, babasını bulmak umuduyla.
İbrahim’i arıyor, belden üst kısmı tamamen yenmiş, ama pantolonu aynen abisininkine benzeyen birini buluyor. Daha doğrusu kendi pantolonu. Haftalar önce eve gelip üstünü ıslattığını söylediğinde getirip kendi pantolonlarından birini veriyor giysin diye. Tanıyor. Ayakkabıları çamura bulanıp toprağa gömülmüş. Annesi görmeden ayakkabısını çıkartmak istiyor. Bağını çözdüğü ayakkabıyı ayağından çekince günlerdir çürümüş bileğinin tutamadığı ayak kopuyor. Birden sanki onun canını yakmış gibi bir hançer saplanıyor yüreğine, daha fazla dayanamıyor, sarılıyor, kapanıyor üstüne, aklı erdiğinden beri onu koruyup kollayan, her istediğini yapan, koruyucu meleği, canının parçası abisi kollarının arasında, hayvanlar tarafından yenmiş, paramparça, çürümüş, bitmiş bir insan kalıntısı. Hayatta en sevdiği can parçasını o halde görmeye yüreğinin dayanması imkansız. Kime ne desin, ne yapsın, haykırarak, bağırarak ağlıyor. Etraftan bir kaç kişi gelip onu kollarının arasındaki çürümüş insan kalıntısından ayırmaya çalışıyorlar. Birisi bir çarşaf seriyor yanına, uyandırmamaya çalıştıkları bir bebek gibi yavaşça, incitmeden koyuyorlar çarşafın üstüne. Sarıyorlar. Cebinden çıkan kimliğini üstüne koyuyorlar. Taşıyorlar kenara.
Ayşe hanım uzakta, kendinden geçmiş gibi ağlayarak kocasını arıyor, bütün ölülere tek tek bakıyor, yirmi kadar henüz sahibi gelip almamış ölü var. Bulamıyor onu. Çukura iniyor, oda başlıyor elleriyle kazmaya. Hiç bir şey düşünemiyor, taşlaşmış gibi sanki, sadece sık sık nefes alıp veriyor ve boğulur gibi bir ses çıkıyor gırtlağından. Çıkarttığı ayakta hiç bilmediği bir pantolon var, bırakıyor. Pek çok ölünün eli, kolu, bacağı toprağın üstünde ama sadece kemikleri var, etleri yenmiş. Hepsine bakıyor. Yok, bulamıyor. Diğer tarafa geçiyor. Orada yarısı çıkmışlardan birini görüyor, iki yaşlı kadın üstündeki toprağı açmaya çalışıyorlar. Koşuyor, tanıyor Muammer beyi geçen sene aldığı kareli gömleğinden. Eşiyor toprağı, çıkarıyor, diğerleriyle beraber taşıyorlar çukurdan dışarı.
Turay halen İbrahim’in yanına diz çökmüş, ağlıyor. Onu görünce yanına koşuyor yaşlı kadın,
-O’mu Turay, abin mi?
Konuşacak, bir şey söyleyecek durumda değil delikanlı, sadece başını sallıyor.
Ayşe hanım diz çöküyor, çarşafı açmaya başlıyor. Tek istediği son bir kerecik oğlunu görebilmek. Ellerine sarılıyor Turay,
-Hayır anne açma, açmayacaksın.
Çekiyor ellerini, biliyor, göreceği şeye dayanamaz yüreği.
Ağlıyor Ayşe hanım, katıla katıla ağlıyor, bir yanında onaltısından beri hayatını verdiği kocası, bir yanında canının parçası o güne kadar bir dediğini iki etmediği, diğerlerinden apayrı bir yere sahip, huyuyla, efendiliğiyle, herşeyiyle bambaşka, biricik evladı, oğlu, İbrahim’i, bir tarafta daha bir kaç sene önce gelip kızını ona versin diye karşısında ağlayan, kızının taparcasına sevdiği damadı...
Ne yapacağını bilemez halde, çıldırmış gibi bağırarak ağlıyor yaşlı kadın. Sesi diğerlerininkine karışıyor.
Görümcesi ve damadı geliyorlar.
Alıp götürmeden önce ceplerine bakıyorlar yanlışlık olmasın diye. Muammer bey sandıkları cesedin cebinden başka birine ait kimlik çıkıyor. Gömleğini benzetiyor Ayşe hanım. Bırakıyorlar geri.
Sonradan öğreniyor ki kardeşinin evinde banyo yaptığı son gece değiştiriyor gömleğini. Görümcesinin verdiği kocasının gömleklerinden birini giyiyor.
Orada çıkartılıp sahipsiz bırakılanları tekrar gömüyorlar köpekler eşelemesin diye, kimliğinde bulunan ismini de bir tahta parçasına yazıp başucuna sokuyorlar ki daha sonra yakınları gelince tanıyıp alabilsinler.
-Yenge, kalk, götürüp gömelim bir an önce, haydi, olan oldu artık, elden bir şey gelmez. Biz biraderi arka bahçeye gömdük, istersen onları da yanına gömelim. Diyor halanın damadı.
Bir şey diyecek halde değil Ayşe hanım, halanın elindeki çarşaflara tekrar sarıp delikanlının getirdiği arabaya yüklüyorlar Orhan’la İbrahim’i.
Eve vardıklarında komşu çocuklarından bir kaç kişi daha geliyor, hemen mezarları kazıyorlar. Kazılan iki mezara İbrahim ve Orhan’ı koyuyorlar.
Orhan’ın ailesi Ayşe hanımın Orhan’ı bulup gömdüğüne inanmıyorlar. Elinde cebinden çıkan çocuklarının resmi, kimliği var ama yine de inanmıyorlar görmeden.


Yazar Semra Beken kimdir?

Semra Beken, ilk, orta ve lise öğrenimini Merzifon'da tamamladı. Üniversite eğitimine Ankara Üniversitesi'nde devam eden Beken, Fen Fakültesi Biyoloji bölümünden mezun oldu. 1984 yılında evlenen yazar, İspanya'ya yerleşti. İspanyol dansları ve müziğin toplum yaşamına etkileriyle ilgili araştırmalar yapıp hikâyeler yazdı. Aynı yıllarda resim de yapmaya başlayan Semra Beken, 1992 yılında Viyana'ya taşındı. Aldığı resim, moda ve yabancı dil derslerinin ardından Viyana Üniversitesi'ne devam etti. Aynı günlerde Türk toplumunun içinde varolan sosyal baskıların ve toplumsal geleneklerin de ayrıntılı olarak işlendiği, bir Anadolu kadınının hayatını anlatan ilk kitabını yazdı.

Yurt dışındaki Türklerin yabancı toplum içindeki yerinin ve gelişiminin sosyal ve kültürel değişimini, iki toplum arasındaki karşılıklı iletişim ve algılama bozukluklarını inceleyen bir araştırma yaptı. Dinlerin tarihini, İslam'ın Avrupa'da yayılma nedenlerini ve diğer dinlerle etkileşimini araştırdı. Bu araştırmasının ardından dinler tarihini de kapsayan, bir başpiskoposun hayatını anlatan ikinci kitabını yazmaya başladı. Aynı yıllarda Avusturya'da Türkçe yayınlanan bir gazetede çocuk, aile, eğitim, sosyal ve kültürel konuları içeren köşe yazıları yazdı. Ve aynı gazetenin sanat danışmanlığını yürüttü. Bir yandan da Viyana Sanat Akademisi'ne devam eden yazar, resim çalışmalarını da sürdürerek Avusturya, Fransa ve Türkiye'de sergiler açtı.

Halen Viyana’da yayınlanan bir gazetede köşe yazılarına devam eden yazar, Türkiye’den Hürriyet gazetesi yazarı Bekir Coşkun’un da yazılarının yer aldığı efecehaber.com adlı internet gazetesinde de yazmaktadır. Son olarak üçüncü kitabı "KOCAMIN BEKÇİSİ"ni kaleme alan Beken, iki çocuk annesidir ve yaşamını Viyana'da sürdürmektedir.