Gündem

İnsanlar, yalancı olduğunu bildikleri politikacıların peşinden neden gidiyorlar?

"Tartışma programları kimsenin fikrini değiştirmez"

22 Şubat 2017 16:25

Cemal Tunçdemir*

Orlando’da bir gece kulübünde eşcinsellere yönelik katliamı takip eden iki günde yapılan iki konuşma, ABD’deki 2016 başkanlık seçiminin, basitçe bir Demokrat Partili – Cumhuriyetçi Partili veya sağ – sol politik ayrışması olmadığını bir kez daha gözler önüne serdi.

Cumhuriyetçi Partinin başkan adaylığını fiilen kazanmış durumda olan Donald Trump, kameralar karşısına geçtiğinde apaçık yalanlarla dolu yeni bir konuşma daha yaptı. En amatör gündem takipçisinin bile basit bir Google aramasıyla ulaşabileceği gerçekleri çarpıttı. Yalanlarını komplo teorilerine bezedi ve destekçileri için hep yapageldiği gibi halüsinatif bir ‘biz ve onlar’ ikilemi yaratmayı yine başardı. Slate yazarı Fred Kaplan, “Donald Trump’ın terör konuşması tamamıyla yalanlardan oluştu ama destekçileri için bu hiç farketmeyecek” diye yazdı. Nitekim yalanlarla dolu bu konuşmayı dinleyen destekçileri coşkuyla alkışladı.

Fakat Trump’ın destekçilerindeki coşkuyu bütün Cumhuriyetçi Partililerin yaşadığını söylemek imkansız. Örneğini kendisi de Cumhuriyetçi Parti başkan adaylığı mücadelesi veren Ohio Valisi John Kasich’in kampanyasının yöneticisi John Weaver, söz konusu terör konuşmasından sonra Trump’ı, “yalanların, fantezilerin ve çiğ komplo teorilerinin işportacısı” diye nitelemekten çekinmedi. Yine birçok önde gelen Cumhuriyetçi isim, Amerikan tarihinde nadiren görülen bir şekilde kendi partisinin fiili adayına destek açıklaması yapmayı reddediyor.

ABD’de haftaya damga vuran bir diğer konuşma ise ünlü belgesel yapımcısı Ken Burns’ın Stanford Üniversitesi mezuniyet törenindeki konuşması oldu. Burns, ABD’nin 216 yıllık demokratik yarış sürecinde görece ehil adaylar çıkardığını hatırlattıktan sonra şöyle konuştu:

“Bu yıl öyle olmadı. Bir aday, apaçık şekilde ehil değil. Politik görüşünüz ne olursa olsun, hak ettiğiniz diplomanızla hayata atılmadan önce, demokratik işleyişimizi işgal eden ve ülkemizi, evlerimizi bölen bu gerici gücü, diktatoryal eğilimleri olan bu kifayetsizi yenmek için elinizden geleni yapın. Bu şahsın birçok şeye karşı olduğunu biliyoruz. Ama neden yana olduğu belli değil. Somut hiçbir karşılığı olmayan abartılı ve çelişkili vaatlerde bulunan, ürkütücü Orwellian beyanatlar veren bir kişi; Etrafında doğruların hiçbir değerinin kalmadığı bir iklim yarattığı için çok kolayca yalan söyleyebilen bir kişi; Kendinden, kendi çıkarından başka hiçbir şeye ve hiçbir kimseye samimi bir alaka duymayan bir kişi; Gazileri küçümseyen, özgür basını tehdit eden, engellilerle alay eden, kadınları, göçmenleri ve bütün Müslümanları aşağılayan bir kişi; Ku Klux Klan’ın kendisine destek açıklamasını reddetmek için koca bir gün bekleyen bir kişi; Çocuksu, kabadayı ruh haline göre anlık değişen kişiliği ile kadim uluslararası ittifakları, sözleşmeleri, uzun soluklu ilişkileri bir çırpıda alt üst edebilecek bir kişi; Kendilerini aciz görmeleri nedeniyle anlaşılabilir bir korkuyla onu destekleyenler için samimi olarak üzülüyorum. Filmlerde gördükleri şeyin gerçek hayatta da olacağını sanarak, yani bir kişinin bütün çetrefilli sorunlarını, çok basit şekilde çözebileceği yanılgısını yaşıyorlar. Bu mümkün değil. Politik bir saadet zinciri dolandırıcılığı ile karşı karşıyayız.

Bir tarih meraklısı olarak diyebilirim ki, bu tipi tanıyorum. Her devirde bu tipler ortaya çıkar. Seçim kampanyalarını, faşizme geçiş hevesi, göçmen karşıtlığı, saf ulus teorisi, yargıya saygısızlık, kadınların kendi bedenleri üzerindeki yetkisine itiraz, siyahların hadlerini bilmesi gerektiği, şoven zorbalık histerileri, tarih cehaleti, politik paranoya, bütün sorunların müsebbibi olarak toplumdaki ‘ötekileri’ işaret eden parmakçılıkla donatanlar oldu. Bunlar geçmişte zaman zaman politik hayatımızda hastalıklara neden olan virüsler. Ve bu mikropların hepsi bu kez bir defada yolumuza çıktı. Tarih kitaplarından biliyoruz ki bunlar, uygarlıkları tarihe gömen hastalıklar.

Bunun karşısında nötr kalma, tarafsız kalma ve hatta şaşkınca seyretme lüksümüz bile yok. Medyamız, iyi gazetecilik yapıp bu şarlatanı deşifre etmekle, medya sirkinin peşinde olduğu yüksek reyting arasında ikilemde kalarak bu konuda başarısız oldu. Ona, medyada açlık duyduğu yeri fazlasıyla verdi. Öylesine fazla yer verdileri ki insanların bu tür davranışlara olan doğal tepkisini bile aşındırdılar.”

Ken Burns, bu çok ses getiren konuşmasında, Fransa’da Nazi’lerle işbirliği yapan Fransızlara atıfla ‘Vichy Cumhuriyetçiler’ diye adlandırdığı Trump destekçilerine, desteklerini bir daha gözden geçirmeleri ricası da yaptı:

“Uygarlığın olmazsa olmazı olan nezih bir toplum kalmaya bağlı kalmalı ve Trump’ın Tourette sendromuyla (aynı kelimeyi sürekli tekrar ettiren hastalık-CT) dillendirdiği tedirgin edici kabileciliğini reddetmeliyiz.”

Bizimkiler onlara karşı..!

Ünlü yönetmenin etkileyici konuşmasında ‘tribalism (kabilecilik)’ sözcüğünü kullanması tesadüf değil. Trump’ın destekçileri nerdeyse tamamı ile beyazlardan oluşuyor. Amerikan toplumunun en önemli seçmen kitlesini oluşturan ‘beyaz muhafazakar Amerikalıların’ çoğunluğunun neden Trump gibi birini ABD başkanlığına layık görüp  ne pahasına olursa olsun ısrarla ona bağlı kaldığı, bugünlerde birçok siyaset bilimcinin en fazla kafa yorduğu konulardan biri… ‘Tribalism’ de işte bu ‘neden’ sorusunun yanıtlarından biri… Tribalism, aslında İbni Haldun’un ‘asabiyet’ diye nitelendirdiği şey. İslam Ansiklopedisinde ‘asabiyet’, ‘’aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflerine karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu’’ şeklinde tanımlanıyor.

Bazı toplumlarda, kabilesel, dini, kültürel, mezhepsel, sınıfsal veya etnik gruplaşma çok keskindir. İç politik hareketlerin sınırlarını da bu hatlar belirler. Dünyanın gelişmiş bazı ülkelerinde ise politik grup hissi sosyal, sınıfsal, ırksal, dinsel kimlikler üzerinden değil de gerçekten de politik yaklaşımlar etrafında oluşur.

Birinci ülkelerdeki politik konuşmalarda, ‘biz’, ‘halkımız’, ‘milletimiz’ denirken genelde sadece kendi kimlik grubu kastedilir. Donald Trump da ‘we (biz)’ zamirini çok kullanan bir politikacı. Atlantic dergisi yazarı David Graham, Trump’ın ‘biz’, ‘biz Amerikalılar’, ‘bizler’ gibi sözlerindeki ‘biz’in, tamamen kendisini destekleyen beyazlardan oluştuğunun açık olduğunu örnekleriyle gösteriyor. Örneğin, Hispaniklerden veya siyahlardan bahsettiğinde, ‘onlarla hep iyi geçindik’, ‘onları işlerimde çok istihdam etmiş biriyim’ gibi sözleriyle ‘biz’in içinde görmediğini belli ediyor. Yahudi ve Müslüman Amerikalılardan da ‘onlar’ diye söz ediyor. Yine örneğin, Trump Üniversitesindeki yolsuzluklar hakkında hüküm veren bir federal yargıcı ‘Meksikalı olduğu için böyle karar almakla‘ suçlamaktan çekinmedi. Oysa ki yargıç Meksikalı köklerden gelse de Meksikalı değil Indiana eyaletinde doğup büyümüş bir Amerikalıydı. Dedesi Alman göçmeni Trump’a göre kendisi Amerikalıydı ama dedesi Meksika göçmeni bir federal yargıç bu kökten dolayı asla Amerikalı olamıyordu, Meksikalı kalmaya devam ediyordu.

Dünyanın en müreffeh ve huzurlu ülkeleri sayılan Kuzey Avrupa ülkeleri gibi ülkelerde ise, ‘asabiyet’ anlayış çok azdır ve ‘vatandaşlık kültürü’ çok yüksektir. Bu durum, İslam Ansiklopedisi’nde, “en ileri derecede ilkel (bedevî) topluluklarda bulunan asabiyet, toplulukların yerleşik ve medenî (hadarî) hayata geçmeleri nisbetinde gücünü kaybeder” şeklinde ifadesini buluyor. Kimlikler etrafında grupçu toplumlar, sonu gelmez iç çekişmelerin veya otoriter rejimlerin döngüsünde sürüklenip giderler. Asla uygarlık kuramazlar.

New York Üniversitesi psikoloji profesörü Jonathan Haidt de, “Hep Haklı Zihin” adlı kitabında insanların politik tercihlerini anlamaya çalışırken, onbinlerce yıl boyunca eğer bir gruba üye olmasalar hayatta kalamayacak bir türün devamı olduğunu akıldan çıkarmamamız gerektiğine işaret ediyor. Haidt, beynimizin, diğer gruplarla rekabet oluştuğunda aidiyet hissetiğimiz grubun çıkarlarına körü körüne bağlanmaya sevk eden çok çeşitli mental mekanizmalara sahip olduğunu yazıyor.

Bu mekanizmalardan biri grubun inandığı şeye, bu ne kadar saçma olursa olsun inanmanın bir yolunu bulmak. Haidt buna, Beyaz Saray basın sözcüsünün işini örnek veriyor. ‘Başkanın politikası ne kadar berbat olursa olsun sözcü bu politikayı övmenin ve savunmanın bir yolunu bulacak’ diye yazıyor ve ekliyor:

“Bazen basın toplantısında sözcünün doğru kelimeyi bulmakta zorlanırken oluşan tuhaf sessizliklere tanık olursunuz. Ama ondan asla duymayacağınız şey şu: ‘Aslında bu dile getirdiğiniz eleştirinin haklı bir yanı var. Mevcut politikamızı bir daha düşünüp gözden geçirelim.’ Sözcü bunu asla söyleyemez. Çünkü politikayı yapacak veya değiştirecek iradesi yok. Sözcülere politikanın ne olduğu tebliğ edilir ve onlardan bu politikayı kamuoyunda kabul edilir hale getirecek doğru argümanları ve delilleri bulmaları beklenir.”

Psikolojide bu davranışı açıklayan bir kavram var: ‘güdülenmiş muhakeme’. İnsanlar kanaatlerini destekleyecek bilgilerin, haberlerin takipçisi oluyor. Kanaatlerini çürütecek bilgi ve haberlere ise kendilerini kapatıyor.

Partim ne diyorsa o..!

Standford Üniversitesi psikoloji profesörü Geoffrey Cohen güdülenmiş muhakemenin insanları nasıl etkisi altına aldığını gözlemlemek için Yale’de asistan profesörlük yaptığı 2003 yılında öğrencilerine bir deney yaptı. Deney için rastgele öğrenciler yerine parti politikalarını çok yakından benimseyip savundukları varsayılan partili öğrencileri seçti. Denek olarak seçtiği muhafazakar ve solcu öğrencilerine, deneyin gerçek amacından bahsetmedi, gündemle ilgili hafızalarını test etmek istediğini söyledi.

Her denek öğrencisine, iki köşe yazısı okuttu. Gündemdeki haberleri yorumlayan birincisinin deney açısından önemi yoktu. Cohen’in sonucunu merak ettiği asıl köşe yazısı ikincisiydi. Bu köşe yazısının içeriği Amerikan politikasındaki temel fay hatlarından biri olan bir sosyal yardım programı teklifiydi. Geleneksel olarak Cumhuriyetçiler sosyal yardım programlarının kısılması yanlısı iken Demokratlar ise güçlü sosyal yardım programlarını savunur. Cohen, her hangi bir siyasi kimlikte olmanın, duyduğu yeni bir teklife bakışta etkisini gözlemlemek istiyordu. Bunun için de köşe yazısının birkaç farklı versiyonunu hazırladı. Bazı öğrencilerin okuduğu bir versiyondaki sosyal yardım teklifi, Amerikan tarihinde hiç olmadığı kadar cömert bir teklifti. Diğer öğrenciler ise biraz daha cimri bir yardım teklifi okudu. Deneyin can alıcı müdahalesi de bu noktada yapıldı. Bazılarına ‘cömert yardım’ yasa teklifinin Cumhuriyetçi Parti liderliğince sunulduğu söylendi. Bazılarına da ‘cimri yardım’ teklifinin Demokrat Parti liderliğince sunulduğu söylendi. Bundan sonra öğrencilere okudukları teklifle ilgili düşünceleri sorulduğunda, hem solcularda hem de muhafazakarlarda aidiyet hissettikleri gruba referansın, teklifin içeriğinin önüne geçtiği gözlemlendi. Sırf kendi partilerinin desteklediği söylendi diye Cumhuriyetçi öğrenciler son derece cömert bir teklifi savunurken, sırf kendi partilerinin desteklediğini öğrendiler diye Demokrat Partili öğrenciler çok kısıtlı bir sosyal yardım programını desteklediler. Profesör Cohen bunun devamı olarak bir deney daha yaptı. Sadece Demokrat Partili olduğunu söyleyen öğrencileri kendince ikiye ayırdı ve bir kısmına, Demokrat Partinin desteklediğini söylediği bazı ekonomi politikalarını okuttu. Diğer kısmına ise aynı ekonomik paket teklifi haberlerini okuturken, ‘Demokrat Partinin desteğinden‘ hiç söz etmedi. Kendisine partisinin desteklediği söylenen öğrenciler, okudukları teklif kendi politik çizgilerine aykırı olmasına rağmen partilerinin desteklediğini öğrendikleri için desteklediler. Her hangi bir parti desteğinden söz etmediği Demokrat Partili öğrenciler ise, teklifi eleştirerek çok daha cömert olması gerektiğini belirttiler.

Tartışma programları
kimsenin fikrini değiştirmez

Deney gösterdi ki politik tartışmaları en yakından takip eden insanlar için bile gerçekte çılgınca tartıştıkları bu politikaların içeriğinin çok belirleyici bir etkisi yoktu. Aidiyet hissetikleri grubun pozisyonu onlar için daha belirleyiciydi. Tartışmaların ve tartışma programlarının bugüne kadar bir gruba üye tek bir kişinin bile fikrini değiştirmemiş olmasının nedeni budur. Kişi, aidiyet hissettiği grubunun varlığı, çıkarı, gücünü artırması için, apaçık bir yalanı bile savunabilir. Tıpkı avukatlar gibi… Avukat, kimi savunacağına baştan karar vermiş insandır. Jüri gibi delilleri görüp tanıkları dinleyip kafasında vicdanında tartıp bir hükme varmaz. Savunduğu görüşü destekleyen delil ve tanıkları öne çıkarırken, kaybetmesini istediği tarafın delil ve tanıklarını itibarsızlaştırmaya çalışır. İnsanların bunlara kuşkuyla bakmasını sağlamaya çalışır.

İşte bu düzeydeki insan kendisine yapıldığında canhıraş tepki vereceği davranışları bir başkasına yaparken bunu meşrulaştıracak bir yığın gerekçe bulabilir. Futbol fanatiklerinin beyni de böyle çalışır. Maç sırasında kendi takımına yapılan basit bir faulü oldukça abartıp buna faul vermemiş haken etrafında takımına komplo kurulduğunu savunurken, birkaç dakika sonra kendi takımının yaptığı çok daha sert hareketin faul olmadığını aynı şiddetle savunur. Donald Trump hakkındaki gerçeklerin, ona kabilesinde hiç destek kaybettirmemesinin bir nedeni de budur.

Yalancı olduğunu bile bile destekliyorlar

Donald Trump, Muhafazakar yazar Rod Dreher’in de belirttiği gibi ‘eğer başkan olursa, Richard Nixon’ı bile bir sağduyu ve makuliyet timsali gibi görmemize yol açacak’ bir isim. Kendi kişisel ve politik kazanımlarından başka hiçbir derdi olmayan bir narsist o… Onlarca kişinin öldürüldüğü Orlando katliamı gibi bir trajedi karşısında bile öncelikli düşüncesi ‘bundan ne kazanacağıydı’. Olaydan sonra attığı ilk Tweet’te, ‘Radikal İslami terörizm konusunda haklı çıktığımdan dolayı gelen tebrikler için teşekkür ediyorum’ diye yazabildi.

Trump, sahip olduğu desteğin savunduğu politikalarla bir ilgisi olmadığının çok farkında olduğu için politikadaki asgari standartlara sahipmiş gibi yapma gereği bile duymuyor. Dün beyaz dediğine bugün aynı rahatlıkla siyah diyebiliyor. Birgün bir politik yaklaşımı vatan-millet meselesi sayarken, kısa süre sonra o politikaya karşıtlığı vatan-millet meselesi gösterebiliyor. Ve elbette, onu geçmiş bütün adaylardan ayıran en temel özelliği, yani her konuda yalan konuşmaktan çekinmiyor … David Frum, ‘yalan tahteravallisi’ diyor Trump’ın yalan döngüsüne. Tartışılan bir yalanını, bir başka yalan açıklamayla gündemden kaldırıyor.

Müslümanların, 11 Eylül 2001 günü New Jersey’de kutlama yaptığını ve bunu televizyonda gördüğünü söyledi örneğin. Kendisini destekleyenler de dahil bütün Amerikan medyasının arşivleri tarandığı halde böyle bir şeye rastlanmadı. Ama o bunun gerçek olduğundan ısrar etti. Derken Afganistan ve Irak savaşlarına karşı çıktığı yalanını söyledi. Derken serveti hakkında yalan konuştu. Çok geçmeden hayırseverliği ve bağışları hakkında yalan söyledi. Sevgilisi olan kadınlar hakkında yalan söyledi. Kampanyasını sadece kendi parasıyla finanse ettiği yalanını söyledi. Kurduğu üniversite ile ilgili yalan söyledi. Adaylık yarışındaki en güçlü rakibi Ted Cruz, Mayıs ayında, ‘yalanı söylediği anda kendisi de o yalana inanıyor’ diyecek ve ekleyecekti; ‘Tamamı ile moral değerlerden yoksun bir insan. Ahlak bu adam için yok’.

2016 Mart ayında Washington Post’un anketine katılan Cumhuriyetçi tabanın ve politikacıların yarısından fazlası onu ‘sahtekar’ olarak nitelemişti. Ama, işte yalancılığını kabul ettikleri, güvenilmez buldukları, tarih, uluslararası ilişkiler, siyaset tarihi ve teorileri hakkında en ufak bilgisi olmadığının farkında oldukları bu Trump’ı yine de hararetle destekliyorlar. Çünkü, Trump politik sahadaki bütün kifayetsiz muhterisler gibi politikalara, ilkelere ve değerlere değil ‘grupçuluğa’ oynuyor.

Beyaz adamın nafile isyanı

1780’lerde köleler ve yerliler hariç, Amerikan nüfusunun yüzde 99’unu Protestan beyazlar oluşturuyordu. 1965’te yasalaşan tarihi göçmen reformu, kapıları sadece Avrupalı göçmenlere açan kota sistemini kaldırdı ve küresel göç dalgasını başlattı. Son 50 yılda gelen 60 milyon göçmenin çok büyük bölümü Avrupalı olmayanlardan oluşuyor. ABD’ye 1965’ten beri gelenlerin yarıdan fazlası Latino ve dörtte biri ise Güney ve Doğu Asyalı. 1965 yılında bile Amerikan toplumu Avrupa kökenli bir topluluktu ve nüfusun yüzde 84’ünü Avrupa kökenli beyazlar oluşturuyordu. Günümüzde Avrupa kökenli beyazların oranı yüzde 62’ye geriledi. ABD Nüfus Dairesinin 2015 Eylül ayında yayınladığı rapora göre yüzyılın ortasında Avrupa kökenli beyazlar yüzde 50’nin altına düşerek azınlık olacak. Rapor şu çarpıcı tespiti yapıyor: ABD, en fazla 30 yıl içinde hiçbir ırk ve etnik topluluğun çoğunluk olmadığı bir sosyal yapıya kavuşacak. Bu son derece radikal demografik değişime ek olarak, beyaz yerleşim birimlerindeki ekonomik gerilemenin baskısı da onlar da Trump’ın değişim getirebileceği yanılgısını besliyor. Son çeyrek yüzyılda medyanın, akademinin, sporun, federal makamların, politikanın kesin beyaz hakimiyetinden çıkarak grileşmesi hatta bazılarında esmerleşmesi, beyazlarda psikolojik bir ‘kaybediyoruz’ korkusunu ve paranoyayı besliyor. Anketler Amerikan tarihinde ilk kez siyahların ülkenin geleceğinden umutlu olma oranının beyazları geçtiğini gösteriyor. David Frum şöyle yorumluyor:

"Trump, her kesimden Amerikalının başkanı olmaya değil, beyazların klan lideri olmaya aday. Onun çağrısına kulak veren Amerikalılar, Trump’ın ötekilerine hakaretlerini, aşağılamalarını, sözlü tacizlerini, onun ABD başkanlığına ehil olmadığının göstergesi olarak değil, kabileye yani kendilerine sadakatinin ispatı olarak görüyor."

Trump’ı sevmiyorlar,
düşmanlarından nefret ediyorlar

Korku ve paranoya, düşmanlık ve nefret duygularını besler. David Frum, 19’ncu yüzyılda Tammany çetesi karşısında aday olduğunda Grover Cleveland’ın destekçilerinin, ‘onu en çok da ona düşman olanlar yüzünden seviyoruz’ dediklerini hatırlatıyor ve ekliyor:

"Bu duygu aslında genel olarak politikada rol oynar. Muhafazakarlığın politik yaklaşımı demode oldukça, savunucularına ve destekçilerini bile doğru dürüst ikna etmeye yetmeyeceği ortaya çıktıkça, bu kesim muhafazakarlıklarını, artan oranda inandıkları değerlerle değil de karşıt oldukları düşmanlarla tanımlamaya başlıyor. Donald Trump da onlar için çok sayıda düşman üretiyor."

Destekçileri, çoğunlukla Trump’a hayran değil. Ama göçmenlerden nefret ediyorlar, Müslümanlardan nefret ediyorlar, Yahudilerden hazzetmiyorlar, medyadan nefret ediyorlar, solculardan nefret ediyorlar. Siyahların ve kadınların toplumdaki yerlerini bilmesi gerektiği düşüncesindeler. Trump, onların bu nefretine hiçbir politik doğruculuk yapmadan açık şekilde tercüman oluyor. Trump karşıtlarının, Trump’tan çok destekçilerini aşağılaması da bu kesimdeki düşmanlık duygusunu pekiştiriyor. Medyaya, akademiye, nefreti derinleştiriyor. Sonunda Trump’ın hanesine kazanç olacak bir döngü oluşuyor.

Karşıt parti kazanmasın da
kim kazanırsa kazansın

Son dönemde yeniden yükselen negatif partizanlık da Trump’ın bulduğu katı destekte rol oynayan sebeplerden biri. ABD’de en Cumhuriyetçi eyaletin bir Demokratı vali seçmesi, en liberal şehirde bir muhafazakarın belediye başkanı olması, Kongrede çoğunluğun sık sık el değiştirmesi 20’nci yüzyıl boyunca sıkça görülen bir şeydi. Ancak son dönemde negatif partizanlık derinleşti. Çok sayıda insan kendi partisini veya adayını çok beğendiği için değil, karşıt partinin adayı kazanmasın diye günün sonunda kendi partisine oy veriyor. Donald Trump’tan nefret ettiği halde ona oy vereceğini söyleyen bazı Cumhuriyetçilerin, aynı anda da ‘Trump, Obama’nın eseri’ iddiasında bulunması bu psikolojinin ibretlik bir örneği.

Gerçekten bir politikayı savunan ve bu politikaların başarısına inanan politikacılar, farklı sosyal kesimlerden ve kimliklerden insanlarla diyaloga karşılıklı fikir alışverişine açık olur. Kifayetsiz bir muhterisin tek başarı şansı ise, ‘kabile’ye, grupçuluğa oynamaktır. Bu yüzden kifayetsiz muhteris politikacılar, eşit vatandaşlık kültürü yerine, toplumda kutuplaşmayı derinleştirmeye çalışırlar. Çoğu insanın, ayrışmanın kendi grupları ile karşı taraf arasında olduğu hissine kapıldığı anda, ne kadar eleştirirse eleştirsin sonunda kendi grupları ile hareket edeceğini bilirler. Önemli bir seçmen kitlesi, politikalarını aklına yatkın bulduğu değil, kimliği, yaşam tarzı ve fiziksel özellikleri ile kendilerine en çok benzeyene oy verir. Çok az insan politik alanda özgürce hareket edebilecek kadar olgunlaşmıştır. Çoğunluk, grubu kaybedince kendisi de kaybedeceği vehmiyle gruba bağlılığını daha da derinleştirir. Komplo teorileri ile korkutulup, paranoyak hale getirildikçe de gerçeklerle bağı tamamen kopar.

Gerçeklerin, doğruların, ilkelerin, ahlakın, evrensel değerlerin, Donald Trump’a beyaz muhafazakar desteği karşısında düştüğü acziyetin bir nedeni de bu.


Bu yazı 4 Temmuz 2016'da Amerika Bülteni için kaleme alınmıştır