Dünya

İngiltere’de herkesin kaybettiği seçim ve ideolojik siyasetin geri dönüşü

Seçim sonucunun şok ve siyasi deprem olarak nitelenmesinin tek nedeni Muhafazakar Parti’nin çoğunluğu kaybetmesi değil kuşkusuz

17 Haziran 2017 03:12

Gülçin Özkan

Son yıllarda birbiri ardına gözlemlenen seçim şoklarından sonuncusu geçen hafta, son üç yılda seçmenin üçüncü kez sandığa gittiği İngiltere’de* yaşandı. 2015 yılında yine bir seçim sürpriziyle tek başına iktidara gelen Muhafazakar Parti’nin, İngiltere’nin Avrupa’dan ayrılma süreci (Brexit) pazarlıkları öncesi  parlementodaki çoğunluğunu artırmak niçin gittiği erken seçimler, partinin var olan çoğunluğunu da kaybetmesiyle sonuçlandı. ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’  deyiminin çok iyi ifade ettiği bu durum sadece Muhafazakar Parti için değil toplumun tüm kesimleri için zaten bir süredir kötü olan gidişatın yeni bir eşik atlaması oldu.**  

8 Haziran 2017 seçimlerinin neden bu şekilde sonuçlandığını ve ülkenin içinde bulunduğu durumun ciddiyetini anlayabilmek için 2010 seçimlerine dönmemiz lazım. 1997’den itibaren peşpeşe iş başında olan  İşçi Partisi hükümetlerinin ardından, küresel finansal krizin kendisini derinden hissettirdiği 2010 yılında sandığa giden seçmen hiç bir partiye tek başına hükümet kurabilecek çoğunluğu vermedi.

Bunun ardından Muhafazakar Parti ideolojik olarak İşçi Partisi çizgisine daha yakın olan Liberal Demokratlar’la sürpriz bir şekilde anlaşarak İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk koalisyon hükümetini kurunca bugünkü siyasi yapının taşları döşenmeye başladı. Böyle uyumsuz görünen iki partinin beraberliğinin uzun sürmeyeceği beklentilerinin tersine koalisyon hükümeti beş yıllık anayasal süresini tamamladı.  2010-2015 Muhafazakar-Liberal hükümetinin simgesi sonuçları uzun yıllar sürecek ve toplumu derinden etkileyecek kemer sıkma politikaları oldu.

Hükümetin 2009 küresel kriz sonrası ciddi oranda bozulan mali dengeleri düzeltme amacıyla başlattığı daralma politikaları, yerel yönetimlere aktarılan kaynağın 2010-2015 arasında reel olarak yüzde 27 azalmasına yol açtı (Joseph Rowntree Foundation Kesintilerin Maliyeti Raporu).1  Bundan en büyük zararı kamu hizmetlerine en çok ihtiyacı olan en alt gelir grubundakiler gördü. Harcamalardaki bu kesintiler bir çok kamu hizmetini özellikle mahrum bölgerlerde sürdürülemez hale getirdi. Aynı zamanda reel ücretlerde neredeyse hiç artış olmaması nedeniyle işsiz olmayan kesim dahi fakirleşti ve dünyanın en büyük beşinci ekonomisinde aşevleri toplumun hatırı sayılır bir kesimine hizmet vermeye başladı.

Dönemin ekonomi yönetiminin dilinden düşmeyen ‘hepimiz aynı gemideyiz’ söylemine rağmen bu politikalar sonucu gelir dağılımının en altındaki yüzde 20’nin finansal varlıklarının değerinde, finansal kriz öncesi döneme göre,  yüzde 57 azalma yaşanırken, borçları yüzde 67 oranında arttı. Aynı dönemde en zengin yüzde 20’nin finansal varlıklarının değeri ise yüzde 64 artış gösterdi. (Social Market Foundation Durgunlukta Kazananlar Kaybedenler Raporu).2

Bu durum zaten küreselleşmenin olumsuz sonuçlarından en çok etkilenen ve 2000’lerdeki ülkeye giriş yapan göçmen sayısındaki rekor artıştan en çok muzdarip olan düşük gelir grubundakileri patlama noktasına getirdi.

Böyle bir ortam, varlık nedeni İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılması olan Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) için altın tepside sunulmuş bir fırsat yarattı ve parti 2015 seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 13’ünü alarak büyük bir çıkış yaptı. İngiltere’nin dar bölge seçim sisteminin bir sonucu olarak bu oy oranı parlementodaki sandalye dağılımına yansımasa da UKIP tehdidini ensesinde hisseden Muhafazakar Parti’nin AB’den çıkış konusunda referandum taahhüd etmesi ülkenin siyasi ve ekonomik tarihinin akışını değiştirdi.

Bundan sonrası birçok kişi için ucunda ışık görünmeyen ve büyük bir ihtimalle de uzun süre görünmeyecek olan karanlık bir tünelde yolculuk. Malum Brexit referandumu Haziran 2016’da şok bir kararla AB’den çıkma yönünde sonuçlandığından bu yana tüm ülke büyük bir belirsizlik çemberiyle sarılmış durumda.

Referandum kararının açıklanmasından saatler sonra referandumda AB’den ayrılmama yönünde propaganda yürüten Başbakan David Cameron’un istifa etmesiyle boşalan koltuğa ülkenin ikinci kadın başbakanı olarak oturan Theresa May, Brexit sürecini resmi olarak 29 Mart 2017’de başlattı. Yüzlerce önemli konuda AB ve İngiltere arasında anlaşma gerektiren ve oldukça zor geçmesi beklenen pazarlıklar önümüzdeki hafta başlayacak. Bu pazarlıklarda elini güçlendirmek isteyen Theresa May kamu oyu yoklama anketlerinde popüleritesinin zirvesindeyken geriye kalan üç yıllık hükümet süresini heba ederek erken seçime gitti.

Nasıl oldu da bu kararın alındığı Nisan ayında parlementodaki sandalyeleri silip süpüreceği tahmin edilen Theresa May 8 Haziran’da böyle bir yenilgiye uğradı? Seçimden önceki hafta tahminini açıklayan ve bir çok kişi tarafından alay konusu edilen YouGov kamu oyu araştırma şirketi dışında kimsenin öngöremediği bu sonucu hangi faktörler hazırladı?

Seçim sonucunun şok ve siyasi deprem olarak nitelenmesinin tek nedeni Muhafazakar Parti’nin çoğunluğu kaybetmesi değil kuşkusuz. Theresa May’in büyük bir sandalye çoğunluğu ile parlementoya geri döneceği beklentisi, İşçi Partisi’nin ve partinin en solunda yer alan lideri Jeremy Corbyn’in seçimde büyük hezimete uğrayacağı varsayımına dayanıyordu.

Niçin tam tersi oldu? İlk ve en önemli neden iktidar partisinin vizyonsuz ve bir halkla ilişkiler felaketi olan kampanyasıydı. Öncelikle, başbakanın güçlü ve istikrarlı bir liderlik sunacağı temasıyla yürütülen kampanya süresince yapılan U dönüşleri bu temanın ciddi olarak sorgulanmasına neden oldu. Başkanlıkla yönetilen ülkelerde yürütülen seçim kampanyaları gibi tasarlanan ve başbakanı merkeze alan seçim programı kendisi oldukça utangaç bir kişiliğe sahip olan ve kitlelerle rahat iletişim kuramayan Theresa May’e hiç uymadı. Daha da önemlisi, AB’den ayrılmanın yumuşak geçiş mi yoksa keskin ayrışma mı olacağı konusunda giderek katı mesajlar veren başbakanın, bunu gerçekleştirmek için icazet istediği toplumun - AB referandumunda ayrılma yönünde oy verenler de dahil - ancak küçük bir oranının böyle sert bir boşanmadan yana oluşuydu.

Tabii İşçi Partisi’nin ve özellikle Jeremy Corbyn’in, basının büyük kesiminin muazzam bir karalama kampanyasına rağmen niçin beklenenin çok üzerinde bir performans gösterdiğinin yukarıdaki faktörlerden bağımsız önemli nedenleri var. Chris Stephenson’ın T24’te 9 Haziran’daki yazısında detaylı bir şekilde analiz edilen bu faktörlere burada tekrar  değinmeyeceğim fakat ideolojik siyasete niçin geri dönüldüğünü açıklamaya yönelik bazı gözlemlere dikkat çekmek istiyorum.

Öncelikle,  kem küresel krizden , hem de mali daralma politikalarından son derece bunalmış alt gelir gruplarının çareyi AB’den ayrılmakta görerek 2015 seçimlerimde UKIP’e verdikleri destek tamamen buharlaştı. Bunda İşçi Partisi’nin 1990’lardan bu yana en sol manifestosunu sunmasının etkisi büyük. İngiltere’de çok uzun süredir ilk kez tek başına iktidar şansı olan bir parti kemer sıkma yerine alternatif önererek pozitif bir gelecek vizyonu sundu. Diğer bir çok faktör arasında İşçi Partisi’nin sosyal medyayı çok iyi kullanıp özellikle genç seçmene ulaşabilmesi, Jeremy Corbyn’in kişisel performansı ve İşçi Partisi üyesi ve aktivisti  akademisyen bir meslektaşımın ifadesiyle ‘hayatını kurtarmak için bile yalan söyleyemeyecek’ bir kişinin siyesetçilere güvenin dibe vurduğu bir dönemde seçmene çok çekici görünmesini sayabiliriz.   

Seçimin önemli ironilerinden biri de hem Muhafazakar hem de İşçi Partisi’nin  aldıkları oylarda önemli sıçrama yaptıkları halde mutlak çoğunluğu sağlayamamaları. Bunun nedeni ise 8 Haziran’da küçük partilerin neredeyse sahneden silinmesi ve bunun dar bölge seçim sistemi içindeki sonuçları.  Ancak aradaki partilerin hatırı sayılır sandalye kazandığı zamanlarda iki büyük partiden biri çok yüksek oy almadan tek başına iktidar olabiliyor, 2015’te yüzde 37 ile iktidara gelen Muhafazakar Parti gibi. 8 Haziran’da Muhafazakar Parti’nin 1987’ten bu yana, İşçi Partisi’nin de 2001’den bu yana partilerinin aldığı en yüksek oy oranını yakalamalarına rağmen – sırasıyla yüzde 42 ve yüzde 40 -  hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamadılar.  Diğer bir ironi ise 8 Haziran seçiminin kadın, LGBT ve etnik azınlıklardan miiletvekili sayısı açısından bir küresel rekoru beraberinde getirmesine rağmen hükümeti desteklemeleri için pazarlıkların sürdüğü Demokratik Birlik Partisi’nin Avrupa’nın en muhafazakar ve tutucu partisi olması.  

Özet olarak Muhafazakar Parti beklenmeyen seçim hezimetiyle parlemento çoğunluğunu kaybetti, İşçi Partisi beklenenin çok üzerinde performans göstererek başarılı olsa da sonuçta seçimi kaybetti. Küçük partiler büyük oranda kaybettiler.  Hayati önem taşıyan Brexit  pazarlıklarının başlamasına sadece günler kala hükümetin kurulup kurulamayacığının bile belirsiz olduğu bu ortamda herkes kaybetti. Küresel finansal kriz ve sonrasında uygulanan ekonomi politikalarıyla iyice kutuplaşan  toplumun geldiği nokta iki kutuplu siyasete geri dönüş oldu.


*Bu yazıda ‘İngiltere’ , Türkiye’de  yaygın olduğu üzere  ‘Büyük Britanya’ ve yine aynı anlamda ‘Birleşik Krallık’ yerine kullanılmıştır.

** Aynı terim Ahmet İnsel’in Cumhuriyet Gazetesi’ndeki 10 Haziran tarihli yazısında da İngiltere’ deki seçim sonuçlarını tanımlamak için kullanılmıştır.  

Joseph Rowntree Foundation raporuna ulaşmak için bağlantı https://www.jrf.org.uk/sites/default/files/jrf/migrated/files/Summary-Final.pdf

Social Market Foundation raporuna ulaşmak için bağlantı http://www.smf.co.uk/publications/wealth-in-the-downturn-winners-and-losers/