Spor

Hukukun ve hâkimin “alet” edilmesi

"Üç kuruşluk" bir davaya Türklüğün örf, adet ve terbiyesiyle cevap vermedeki bu hafifliği nereye koyacağımı bilemedim

01 Ağustos 2017 17:29

Akif Kurtuluş*

Başlık yanıltmasın. Son yıllarda kamu oyunda sıkça konuşulan; yargı bağımsızlığı, hukuk devleti gibi kavramların sık tartışılmasına neden olan davalarla ilgili bir yazı değil, okuyacağınız.
Fatih Terim ve Rüştü Reçber'in karşılıklı açtıkları manevi tazminat davaları üzerine bir iki not düşeceğim.

Hukukçular arasında bir tartışma yapmayacağım. Dolayısıyla, her ne kadar hukuki bir dil kullansam da, bunu, olabildiğince bu alanın dışındaki okur ve meraklıların anlayabileceği bir şekilde ifade etmeye çalışacağım.
O zaman, şu manevi tazminat ne demek, oradan başlayalım.

Fiziki bir saldırıya uğradınız, bundan zarar gördünüz, bir yığın tedavi masrafı çıktı, işinizi yapamamaktan dolayı para kazanamadınız... Yani maddi olarak bu eylemden zarar gördünüz. Bu zararı, size saldırandan yargı yoluyla talep edebilirsiniz şüphesiz. Ayrıca bu saldırı ruhsal dünyanızda yatıştırılması çok zor travmayla sizi baş başa bıraktı. Bu kötülük karşısında kendinizi çaresiz hissettiniz, içine saplandığınız öfke batağından bir türlü çıkamıyorsunuz. Maddi zarar gibi değil bu durum. Psikolojik dengeniz bozuldu. Aslında bu berbat ruh hâlinizin onarılmasını istiyorsunuz. En azından size saldıran öyle bir para ödesin ki hiç olmazsa bir daha böyle şeyler yapmaya cüret etmesin.

Ya da maddi bir zarar görmediniz. Siyasi görüşlerinize atfen kahvenin orta yerinde biri, güzel güzel sohbet ederken, birden ortaya fırlayıp "Bunlar var ya bunlar" diye söz başladı. "Bunların alayı vatan hainidir." Ya da şortunuzla çarşıda dolaşırken sözlü tacize uğradınız. Hoş böyle şeyler de olabilir, bu laflara itibar edip bakkalınızdan alışverişi, güzellik salonunuzdan ayağını kesenler olabilir ve böylece maddi zarara da uğrayabilirsiniz. Diyelim ki olmadı. Sonuçta birisi, düpedüz sizi herkesin önünde küçük düşürdü. İşte maddi zararınız söz konusu olmasa da, maruz kaldığınız bu haksızlık sizde kızgınlık ve öfke uyandırdı. Bu lafları eden, sizi taciz eden bundan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edecekse, sizde adalet duygusu yara alacak. Bu incinmişliğinizin mutlaka onarılması gerekir. Böyle düşünüyorsunuz, haklısınız.
Yani mesele sanıldığı kadar karmaşık değil.

Şimdi gelelim Türkiye Futbol Âlemi'nin bu iki aktörü arasında ne olduğuna.

Fatih Terim, Çeşme'de bir et lokantasında kavgalı gürültülü bir olaya karıştı. Olaya karışma ve özellikle sonrasında bunu savunma biçimi, konuyla biraz ilgisi olanlara Hubris Sendromunu çağrıştırıyor. Eski Yunan tragedyalarında, ölümlülerin en büyük hatası, Hubris'e dûçar olmasıdır. Kibrine, ölçüsüzlük düzeyinde hırsına yenik düşmek diye de okuyabiliriz. Türkiye Futbol Direktörü, "Bekle beni geliyorum" diye mekân basmaya gidebiliyor. Sonrasında şöyle olmuş da, böyle olmuş da... Ne önemi var? Bundan daha vahim bir sonuç olabilir mi? "Yeni Türkiye"nin olağan görüntüleri, belki de.

Madem Eski Yunan'dan örnek verdik, Türkiye'de Allah aşkına hangi direktörden artık phronesisbekliyoruz?  O da mı ne diyorsanız, yeni öğrendim, böyle yeni öğrendiğim sözcükleri, anlamını bilip bilmeden cümle içinde kullanmayı çok severim.

Devam edeyim.

Rüştü Reçber, Milli Takım'dan eski hocası Terim'in bu 'vukuat'dan sonra görevinden ayrılması gerektiğini yazıyor. Terim cevaben, -benim yorumum önemli değil- bir kısım yorumcuya ve muhatabına göre, Reçber'i küçük düşüren sözler sarf ediyor, ardından "üç kuruşluk" manevi tazminat davası açıyor.

Üç kuruşluk manevi tazminat davasını öyle kolay atlamayalım. Cumhurbaşkanı başbakanken Avustralya'da bir radyo programında "şehitler"den "kelle" diye söz ettiği için şehit aileleri üç kuruşluk manevi tazminat davası açıyor, mahkeme bu davayı kabul ettiği gibi, Yargıtay 3. Hukuk (bu aralar üç'ten gidiyoruz) Dairesi, 2008 yılında kararı tasdik ediyor. Başbakan buna tepki gösteriyor: "Eğer ben bir manevi tazminata mahkum edileceksem, bunun hakkı verilir, öyle mahkûm edilir. Ama ben de buna layık olduğumu kabul ederim. Yoksa nefislerimizi tatmin için bu tür kararlar verilmez."

Başbakan bence hiç de haksız sayılmaz. Üç kuruşluk dava, ancak nefsi tatmin eder, Başbakan da olsa, yurttaş da olsa, nefsi tatminin bu şekilde muhatabı olmamalı.

İzninizle devam ediyorum.

Terim dava açmıştı ya! Reçber tam 1070 lira 97 kuruş fazlasıyla, 1071 TL'lık davayla eski hocasına cevap veriyor. Ne demişler "Ağanın eli tutulmaz."

Sonra efendim Reçber, davayla ilgili "O bize açtığı davayla "Üç kuruşluk adamsın" muamelesi yapıyor" dedi. Bu noktada Türklerin Anadolu'ya girdiği 1071 Malazgirt Meydan Muhaberesi'ne gönderme yapan eski milli kaleci, "Ama bizim örfümüz adetimiz, terbiyemiz aynı şekilde karşılık vermeye müsaade etmez" sözleriyle meseleye açıklık getirdi.

Fatih Terim'in üç kuruşluk davasında - hadi niyet okumayalım- bu üç kuruş, hangi haksızlık duygusunu giderebilir? Yargılamayı yapan hâkim, tazminata esas oluşturacak kusurlu eylemi tespit ederse; hukuken, talepten daha fazlasına karar veremeyeceğine göre, beni hangi üç kuruş için uğraştırıyorsun, demeyecek mi? Kişilik haklarına saldırıldığını iddia ediyorsan, şahsi ceza davası hakkını kullanabilirsin. Ama hâkim olarak, senin üç kuruşunun peşine düşmemi istiyorsan, haydi başka kapıya demesi gerekmez mi? "Yok öyle üç kuruşa beş köfte" lafını böyle yerli yerinde kullanmak fırsatı, insan ömründe kaç kere önüne gelir, meseleye bir de buradan bakalım.

Gelelim Rüştü Reçber'e! Talep ettiği tazminat miktarı gerçekten ilginç. 1071 TL, aralarındaki didişmenin sembolik yüzünü göstermesi bakımından 'zekice' bulunabilir. Ben, muhatabı Terim'den bağımsız olarak çok sakil, dahası çok acımasız buldum.

Sakil buldum; "Üç kuruşluk" bir davaya Türklüğün örf, adet ve terbiyesiyle cevap vermedeki bu hafifliği nereye koyacağımı bilemedim. Zamanında koluna geçirdiği üç hilalli kaptanlık pazubandı gibi sırıttı durdu.
Acımasız geldi! Anadolu terbiyesinde, yol yordamında Türklerden öncesini yok sayan, ihmal eden bu ezberin cehaletle bir ilgisi vardır şüphesiz, ama çok acımasız bir ezber bu! Ne demek istediğimi Karac'oğlan anlatmış işte, ben ne ekleyeyim: "Karac'oğlan der ki, bakın geline / Ömrümün yarısı gitti talana / Sual edin bizden evvel gelene / Kim varmış biz burada yoğ iken"

Neyse!

Başladığım yere döneyim.

Bu tür davalarda hâkim, hükmedeceği tazminat için her iki tarafın mali durumunun araştırmasını yapar. Birinden alıp öbürüne verilmesine karar vereceği para, birini yoksullaştırmasın, öbürünü de zenginleştirmesin gibi bir ölçüt kullanır. 1071 TL, böyle bir araştırmaya gerek duymadan çok kolayca her ikisi için de komik bir miktardır. Üç kuruşu sayabilecek olan da, zamanı varsa sabaha kadar saysın.

Demek ki ikisi de eski topçu Terim ve Reçber, giriştikleri bu Ego Savaşı'nda yargıyı malzeme yapmaya karar vermişler.

Diyeceksiniz ki "Akif Kurtuluş, yargıyı imtihan etmek bu davaya mı kaldı?"

İyi de top önüme yuvarlanmış bir kere, vurmayayım mı?


*Bu yazı, Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'te yayınlanmıştır.