Gündem

Hayatını Madımak'ta kaybeden şair Aysan'ın kızı: Hep bu kadar ağır yürek sızısıyla mı yaşayacağım?

'Bize nasip değilmiş ecelinen ölmek'

02 Temmuz 2015 15:32

2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Madımak Oteli'nin yakılmasında hayatını kaybeden şair Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan, katliamın 22. yıldönümünde babasını anlattığı bir yazı kaleme aldı. Eren Aysan"Babam öldürüldüğü zaman, 'hep bu kadar ağır yürek sızısıyla mı yaşayacağım?' diye düşünmüştüm" dedi.

Eren Aysan'ın kaleme aldığı Birgün'de "Bize nasip değil imiş ecelinen ölmek..." başlığıyla yayımlanan (2 Temmuz 2015) yazısı şöyle: 

Çok uzun yıllar önceydi. Artık eskisi gibi hatırlamıyorum. Belki de unutmak istediğimden… Daha fazla acı çekmemek için. Ama zorlayınca bütün ayrıntılar ince işlenmiş bir resim gibi yerini buluyor. Sonra öylece kalakalıyorum. En azından hâlâ öylece kalabiliyorum. Bu, iyi bir şey… Nefes aldığımı duyumsatıyor bana. Bundan sonrası boşluk… Koca koca bulutlar geçiyor gözlerimin önünden. Onları aralamaya çalışınca boğazım düğüm düğüm oluyor, ağlıyorum. Başlangıçta o düşsel büyük tabloda babam yok. Hatta ilk aşamada zihnimde görüntü de yok. Ama soğukluğunu günbegün hissettiren derin bir duygu var: Korku… 2 Temmuz gecesi semah ekibinde on altı çocuğun yanarak öldüğünü öğrendiğim andayım şimdi. Ağır acıyla birleşen derin bir ‘geleceksizlik’ kaygısıyla kavruluyorum önce. Dişlerimi sıkıyorum. Canım ülkemde yaşamaya devam edeceğim, her şeye rağmen. Bizi karanlığa boğmak istemelerine rağmen…

Bizdeki karanlık, güneşe doğru yanarak gidenlere rağmen hiç bitmez. Bu ülkede zincire vurulmuş saadetin sona ermeyeceğine dair su götürmez bir inanç vardır nedense. Çünkü yaratıcılar korkutucudur. Özellikle ruhlarındaki ışığı, kendi kurdukları zihinlerinin izbe koridorlarına hapsedenler için yaratıcı insan yok edilmesi gereken bir umacı gibidir.

 

Ezberlenmiş hikaye

 

 

Yaşadığımız coğrafyada yaratıcılar hep baskı altına alınmaya, yok sayılmaya ve yok edilmeye çalışıldı. Şaşırtıcı olansa yıllardır devam eden bu yok etme girişimlerine karşın yaratıcılar ısrarla, inatla ışıklarını saçmaya ve hayatı var etmeye devam ediyor. Belki de bu nedenle babam Behçet Aysan ‘Sesler ve Küller’ kitabını, “Yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere, bütün acılara” adamıştı.

Şu çok açık ki, öldürülenler çoğaldıkça artık büyük bir yalnızlığa gömülüyorum. Yaşadığımız coğrafyada binlerce faili meçhulün olduğunu bilmek ıssızlığımı daha da artırıyor artık. Üstelik bu öldürümler sonrasında aynı davaların peşinden sonuçsuzca gitmek bir işe yaramıyor. Yani Fuzuli’nin “söylesem tesiri yok/ sussam gönül razı değil”ini içselleştiriyoruz, günbegün… Ezber edilmiş bir hikâyenin içinde gibiyiz. Çünkü bizler bu süreçte, Abdi İpekçi’nin, Cevat Yurdakul’un, Kemal Türkler’in katillerinin salıverilmesini, Yusuf Ekinci’nin katillerinin müebbet hapisle tutuksuz yargılanmalarını, Hrant Dink davasında hak ve hukukun ayaklar altına alındığı o duruşma salonlarını, öfkeye ve umuda kesmiş haykırışları duyduk. Zulmü duyduk o sözlerde... O sözlerde yıllardır kırmızı bültenle aranmasına rağmen yakalanamayan, hatta onlara ehliyet, evlilik cüzdanları verilen tetikçilerimizin umursamazlığını duyduk. Yargılamalara rağmen birkaç yıl sonra gülümseyerek gazetecilere poz veren katillerimizin bizde bıraktığı yürek sızısını duyduk. İlhan Erdost, Ümit Kaftancıoğlu, Musa Anter, Metin Göktepe, Turan Dursun ve birçok siyasi cinayet davasındaki adaletsizliği duyduk. Faili meçhul kalan canlarımızın, Sabahattin Ali’nin, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un toprak altından, “artık yeter, daha fazla ölüm olmasın” diyen haykırışını duyduk. Sivas davasında zamanaşımı kararının çıktığı gün gözü yaşlı annelere gaz bombaları atılmasının derin sızısını duyduk.

Bu sene Walter Benjamin’in sözündeyim adeta. “Umut dediğimiz şey umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” demiş ya, orada dönüp duruyorum kendi kendime. Anlam bulmakta zorlanıyorum artık birçok şeye. Daha fazla acıyor canım. Sivas’ta yakılarak öldürülen, on bir yaşındaki Koray Kaya’nın resmi düşüyor aklıma. Annesinin, “Ben her gün bir fotoğraftan oğlumun tozunu alıyorum” haykırışı! Sonra Eskişehir’de dövülerek öldürülen Ali İsmail yanına geliyor Koray’ın… ‘Artık kardeşsiniz siz, ne çare!’ diyorum. Yankılanıyor bu söz bin kere, milyon kere…

 

'Bugün çabuk bitsin'

 

 

Geçtiğimiz 24 Ocak’ta babası Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde canım arkadaşım Özge demişti: “Bugün çabuk bitsin!” Aynı duyguyu 7 Kasım’da Alazımın babası İlhan Erdost’un yanı başında da yaşamıştım. Ben de, “bugün çabuk bitsin” diyorum artık. Bu sözde aynı acılara akraba olmuşluğumuz var, biliyorum. Belki de her birimiz babam Behçet Aysan’ın dizeleri gibiyiz: “Kırgınım saçılmış bir nar gibiyim/ Git dersen giderim / Kal dersen kalırım / Git dersen / Kuşlar da dönmez/ Güz kuşları (…) Aynı gökyüzü / aynı keder/ değişen bir şey yok hiç/ ölüm hariç”deyiz. Metin Altıok’un “Ömrümce kendimi hep sözde buldum /Söz cehennemdi yanıp kavruldum. /Yeniden doğdum kendi külümden, / Ben anka’ydım konuşuldum” çığlığındayız.

Babam öldürüldüğü zaman, “hep bu kadar ağır yürek sızısıyla mı yaşayacağım?” diye düşünmüştüm. Biliyorum, kimse anlamak istemez, Sabahattin Ali öldürüldükten sonra uyuyamayan eşinin kızı Filiz’i de akşamdan sabaha ayakta durmaya zorladığını… Kimse bilmez, Ümit Kaftancıoğlu’nun çocuklarına bağlanması gereken maaşı devletin esirgediğini ve bu paraya kavuşmak için ailenin ne çilelerden geçtiğini… Kimse görmez, eşi öldürüldükten sonra iki yavrusuyla baş başa kalan Gül Erdost’un her hafta sonu kızlarından gizli İlhan Erdost’un sevdiği türküleri dinleyip ağladığını… Bizim kardeşim Zeynep’le bir araya gelip babalarımızla ilgili yaptığımız her etkinlik öncesinde derin nefes alışlarımızı… Gözlerimiz kan çanağı…

Çünkü babalarımız için yakılmış o güzelim Nevşehir Türküsü... Bir zamanlar : “Al kana dolanmış don ile gömlek / Bize nasip değil imiş ecelinen ölmek.”