Kültür-Sanat

Gülriz Sururi anlatıyor: Şu veya bu şekilde tiyatro ve tiyatrocu hep darboğazdadır Türkiye'de...

Gülriz Sururi'nin sanat hayatını aktardığı anı kitabı Bir An Gelir tekrar akıllara geldi

06 Ocak 2019 14:01

Gülriz Sururi 31 Aralık’ta 90 yaşında hayatını kaybetti. Sanatçı 2013 yılında yazdığı anı kitabı Bir An Gelir ile yıllar süren sanat serüvenini okurlara aktarmıştı. Sururi, anılarında, Türk tiyatrosu ve çevresinde bulunan Türk edebiyatçı ve aydınlarının tarihlerine de ışık tutuluyordu.

Ölümünün birinci haftasında Sururi'nin çocukluğundan sanatçılığına, tiyatro, edebiyat, müzik dünyasından efsanelerle tanışmalarına ve tüm bunlar yaşanırken arka planda Türkiye hafızasına değindiği kitabı tekrar akıllara geldi.

Gülriz Sururi’nin Bir An Gelir kitabından bazı alıntılar şöyle:

İki kadın, altı erkek

Beş altı yaşlarında anca vardım o zamanlar. Kalamış’ta tramvay yolundan denize kadar set set inen güzel bahçemizin ortasına pasta gibi oturmuş beyaz köşkün içinde sekiz kişi yaşardık. İki kadın, altı erkekten oluşurdu bu aile. İki kadından biri yetmiş yaşındaki babaannem, ikincisi ise beş altı yaşlarındaki Gülriz.

Dedem eski Şûrayıdevlet azalarından Nazif Sururi Bey’in elde kalan son servetiydi bu köşk.

Eşi Faika Hanımefendi’den altı evladı olmuştu. Bir kız, beş erkek. Manzume ismindeki kız on altı yaşında ince hastalıktan ölmüş. Sonra sırayla Yusuf Sururi: Bibili Amca, Osman Sururi: hukukçu (tek tiyatrocu olmayan amcam), Celal Sururi: komik amca, Lütfullah Sururi: Altınbaş Lütfullah. Yani babam. Ve kazandibi Ali Sururi Amcam.

***************************************************

Daha sonra annemi hatırlayıp hatırlamadığımı soranlara “Rüya gibi” diyecektim. Çok küçüktüm. Rüya gibi, anımsayamıyorum.

Annem ben üç yaşındayken öldü. Ama ben onun ölümünü ancak altı yaşımda öğrenebildim. Babamın ailesi de, anneminki de büyük bir başarıyla sakladılar bunu benden. Ancak, annemin ölümünü öğrendiğimi ben de uzun bir süre onlardan saklayabilmiştim. Bir gün, galiba bir parkta veya bahçede, iyi hatırlayamıyorum, anneannem, Rum bir hanımla ahbaplık ediyordu. Rum hanım beni sevip okşadı, “Annesi nerede?” yahut “Ne yapıyor ?” gibi bir soru sormuş olmalı ki, anneannem, “Annesi petane” dedi ve sözü değiştirdi.

– Anneanne, petane ne demek ? diye tutturdum.

Rum hanım birden ağlamaya başladı, anneannem de ardından. Ve ben ancak iki sene sonra Kalamış’taki Kayıkçı Niko’ya “Petane nedir?” diye sorup öğrenebilecektim.

Suzan ve Lütfullah’ın büyük aşkı

Babam denizi çok seven, iyi yelken kullanan, Ticareti Bahriye son sınıf öğrencisi bir genç. Güzel yeşil ela gözleri var, altın sarısı dalgalı saçları. Kemerli bir burnu. Çok güzel dans ediyor. O zamanlar, yani 1928-30 arası, dans salonları yeni açılmış. Ve Kadıköy’de de bir tane çok moda olanı var. Devrin en seçkin kızları ve gençleri orada toplanmış, Batı dünyasına danslarla ayak uydurmaya çalışıyorlar. İlk kez tangolar, çarlistonlar, bolerolar, blackbottomlar, şimilerle birleşiyor kızlarla oğlanların elleri topluluk içinde. Kızlar babamın peşinde. Babam çok güzel dans ediyor, çok da güzel sesi var.

Annem Kadıköy Dame de Sion’a gidiyor o zamanlar. Abdülhamid’in kilercibaşısı İbrahim Efendi’nin torunu. Avukat Mahmut Refik Beyefendi ile Zeynep Hanım’ın küçük kızı Suzan. O da birçok kız gibi, evden gizli kaçarak geliyor bu dans salonlarına, arkadaşı Melek’le. Âşık oluyorlar birbirlerine Lütfullah ile Suzan, romanlardaki gibi. Ve gene tıpkı romanlardaki gibi, iki aile de evlenmelerine razı olmuyor. Cumhuriyet’le birlikte servetini kaybeden Abdülhamid yanlısı Nazif Sururi Bey, eli ekmek tutmayan oğlunun bir de çocuk yaştaki karısını eve alıp besleyecek güçte değil.

– Olmaz, önce mektebini bitir, diyorlar.

Annemin ailesi de aynı şeyi savunuyor.

– Önce mektebini bitirsin de sonra gelip kız istesin. Hem kızımız daha küçük, okuyor.

Ama aileleri dinleyen kim! Öylesine seviyorlar ki birbirlerini, bu yakışıklı gençle, saz benizli, sarı saçlı, uzun boylu, madonna yüzlü, iri gözlü, kusursuz ince vücutlu ve de o günlere göre pek “Avrupaî” diye çevresinde ün yapmış güzel Suzan, çareyi kaçmakta buluyorlar. Ancak nereye, nasıl? İşte bunu ikisi de bilemiyor. Ama Suzan’ın en iyi arkadaşı Melek, harika bir çare buluyor genç âşıklara. Babası Muhlis Sabahattin Bey’e tanıştıracak arkadaşlarını. Mademki ikisinin de güzel sesi var, mademki ikisi de böylesine güzel uyuşup dans edebiliyorlar, babasının kurmak üzere olduğu operet heyetine girip hem Anadolu seyahati yapar, hem para kazanırlar. İkisinin de aklı yatıyor bu fikre. Ama acaba Muhlis Bey beğenecek mi onları? Bir korkudur alıyor ikisini de. Oysa Muhlis Sabahattin Bey görür görmez o kadar beğeniyor, o kadar beğeniyor ki ikisini de, yazıp bestelemiş olduğu Ayşe operetindeki, devrin ünlü muganniyesi Fikriye Hanım için düşündüğü Ayşe rolünü Suzan’a veriyor, Tenor Ahmet rolünü de Lütfullah’a.

İlk kez Samsun’da başlayacak olan oyunun provaları Kadıköy’de Muhlis Sabahattin Bey’in evinde yapılıyor. Kadrodaki bazı isimler şunlar: Reşit Gürzap, Şevkiye May, Salah Cehdi, Mlle. Toto (Karaca), Ömer Aydın, Lütfi Ay, Muammer Ruşen (Karaca), Refik Kemal ve Melek M. Sabahattin.

Suzan Lütfullah Hanım ve Lütfullah Bey başrollerde. Orkestrada kimler yok ki. En başta Muhittin Sadık Bey (Sadak).

Abdülhak Hamit koyuyor ismimi

Evde doğmuşum. Merhum Tevfik Remzi Kazancı Bey doğurtmuş beni. Babam annemin elini tutuyormuş ben doğarken. Hiç sesim soluğum çıkmamış dünyayla karşılaşınca. Tevfik Remzi Bey ayaklarımdan tutup baş aşağı, limonlu, tuzlu ve de inşallah bazı dezenfektan ilaçların da içinde bulunduğu ılık su dolu leğene daldırıp çıkartınca hem gözlerimi açmış, hem de basmışım feryadı.

Tevfik Remzi Bey anlatırdı bunu bana, uzun uzun her gördüğünde. Ve her seferinde eklemeyi unutmazdı:

– Daha o zaman anlamıştım, güzel sesin olacağını.

İsim konusunda epey güçlük çekilmiş, anladığıma göre. Annem “Özhan olacak” diye tutturmuş, büyükbabam ölen halamın anısı için “Manzume koyalım” demiş. Allah’tan aile dostu, ünlü yazar Abdülhak Hamit halletmiş meseleyi.

– Gülriz, deyivermiş, dava bitmiş. Yani Farsça “gül dağıtan”, “gül saçan” olmuş ismim.

Baba

Ben uyurken kaçıp gidiverecekmiş gibi gelirdi hep. Onu bir daha kim bilir ne zaman görürdüm sonra. Bazen bana bakarken, güzel gözleri dolu dolu olurdu babamın. Beni öper öper, sonra birden çıkar giderdi odadan. Anlayamazdım ama çok hoşuma giderdi nedense, bana bakarken babamın gözlerinde biriken yaşlar. Garip duygular sarardı içimi. Hem üzülür, hem de çok sevdiğimi düşünürdüm onu. Eğer sabah erken gitmiyorsa bayram var demekti.

Yokluk günlerinin başlangıcı

Gene böyle, bütün operet grubunun temsilden sonra bizde kaldığı gecelerden biriydi. Babamın babaannemden para alıp Paycılara birer lira dağıtışını hatırlıyorum. Paycı olan altı kişiydi galiba başrolleri paylaşan şöhretler. Ve paylarına babam da dâhil birer lira düşmüştü o akşam. Ama hangi eski borca yatırılmışsa elde kalan hasılat, babam annesinden alıp tamamlamıştı payları. Bir lira, evet tam 1 Türk lirasıydı, o gece oyunda, seyircinin alkışları, bravoları arasında sahneden ayrılan sanatçının emeğinin karşılığı. Ancak gayet iyi hatırlıyorum, bizim evin günlük mutfak masrafı da, tam 1 liraydı o zamanlar.

Yemek konusunda bolluktan geçilmezdi o yokluk içinde. Ailede herkes boğazına düşkündü. Tavuk varken, balık pişer. Balık yenirken herhangi biri için pirzola yapılırdı. Ve bütün bu yokluk içinde, mutfak düzeni hiç değişmedi dedemin ve babaannemin sağlığında. Sekiz kişinin mutfak masrafının 1 lira olduğu günler, bana alınacak çocuk ayakkabısı 2,5 liraydı, gayet iyi hatırlıyorum. İçkinin pahalı olduğundan söz edilirdi hep, 29 kuruştu Bahçe, Bilecik veya İstafilina rakısının büyük değil, kiloluk şişesi. Sanıyorum, Yusuf ve Celal Amcam rakılarını getirirlerdi eve. Tek katkıları buydu mutfağa. Babaannem ölene kadar, hep bir şeyler satıldı kimseye fark ettirilmeden ve evin her şeyi bir bir eksildi, ama yemek düzeni değişmedi hiçbir zaman.

İstemiyorum, artist olmayacağım

Süreyya Opereti gene isim değiştirmiş. Devrin vekillerinden Şükrü Kaya’nın yardımıyla, şimdiki Fitaş Sineması’nın yerinde olan Moulin Rouge isimli gazinoyu tiyatro haline getiriyor babam. Artık tiyatronun hem oyuncusu, hem yöneticisi Lütfullah Sururi, tiyatronun adı Halk Opereti. Halk Opereti öyle başarılı oyunlar oynuyor ki, yerli yabancı öyle operetler sahneliyor ki, şu, tarifi gayrı kabili mümkün olan, halkın malı oluyor Atatürk Türkiyesi’nde. Halime operetini seyrettiğim gün rüyada sanmıştım kendimi. Zozo Dalmas sarışın, güzel sesli bir kadındı. O Yunanca söylüyordu şarkıları, Ali Amcam Türkçe. Oyunda Celal Amcam, Toto Karaca ve bir sürü tanıdık oyuncu daha vardı. Herkese başka bir hayranlık duyuyordum. En az otuz kere seyrettim herhalde Halime operetini. Bütün şarkıları ezbere biliyordum. Zozo Dalmas’ın Rumca söylediği partileri bile. Sahnede cin gibi bakan Zozo Dalmas, kulise çıkar çıkmaz eline gözlükleri verilmezse önünü bile göremeyecek kadar kördü. Çok şaşırmıştım buna. Babamı en çok Leblebici Horhor operetindeki Sansar Hasan rolünde beğeniyordum. Hiç doyamıyordum seyretmeye. Kulislerde kucaktan kucağa dolaştırılıp şımartılmak olağan bir şeydi benim için. Hemen herkes büyüyünce artist olup olmayacağımı sorardı. “Hayır” derdim, “istemiyorum, artist olmayacağım.” Ama tiyatrodan eve dönünce, bale yapan kızların danslarını tekrarlamaya çalışırdım gizli gizli odamda.

İlk tiyatro denemeleri

Her tiyatrocunun çocukluk anısında vardır gibi gelir bana, yaşadığı bazı şeyler, bazı olaylar. Örneğin, evdeki büyük konsolun ayakları arasına perde gerip bilet keserek tiyatro oynamak. Belli bir repertuvarı tekrarlayıp dururdum hep. Ama ne repertuvardı: Önce Celal Amcamın Leblebici Horhor rolünü taklit ederdim. Sonra Şevkiye Hanım’ın bir şarkısını dans ederek söylerdim: “Beni tutamaaazsın, tutup öpemeeezsin... Yakaladıkça kaçaaarım, başına işler açaaarım...” Bu şarkının hangi operetten olduğunu hatırlayamıyorum. Ama her zaman Şevkiye Hanım gibi cümle sonlarını uzata uzata söylerdim ve güldürürdüm herkesi. Sonra gene bir kuartet söylerdim Leblebici Horhor’dan, Celal Amcam, babam, Toto Hanım, Necile Hanım’ın partilerinin her birinin taklidini ayrı ayrı yaparak. Şarkının sonunda alkışlamaya mecburdu beni herkes. Perdeyi tekrar tekrar açar, uzun uzun reveranslar yapardım yerlere kadar eğilerek. Ve sıra, oyundan sonraki yorgun oyuncuların taklidine gelirdi. Toto Hanım ile Necile Hanım’ın oyundan sonra, sahnedeki gülüşlerini maske gibi çıkarıp bir tarafa asarak yorgun ayaklarını ovmaya başlamalarında çok başarılıydım genellikle.

O “yarın” hiç olmadı

Yaz bitiyordu artık. Sayılı günler de bitiyor demekti. Okul başlayacaktı yeniden. Yeniden birinci sınıfı okuyacaktım. Ama biliyordum, hap diye geçecektim bu kez sınıfı. Babamın beni gelip alacağı gün yaklaşıyordu. Ben, her şeyim hazır, cumbada beklemeye başladım gene. Pat diye gelirse babam beni almaya, hazırlıksız olmayayım diye. (…)Her gün cumbada oturuyorum. Yusuf Amcam okula götürmek istiyor beni. Yeni öğrenim yılı başlamadan okul müdürüne bir merhaba demek uygun olur diye, sınıfta kaldığım için.

– Hayır, diyorum, bu yıl ben bu okula gitmeyeceğim ki, İstanbul’da gideceğim yeni okuluma.

Amcam, “Ha, tabiî Gül Hanım” diyor ama, tavrı bir garip. Günler birbirini kovalıyor. Babam görünürlerde yok. Bazen cumbada otururken birilerini babama benzetir oldum artık. Ama hayır yanlış, o değilmiş. Babaannem daha da sinirli oluyor giderek ve bana daha bir sert davranıyor. Olur olmaz azarlıyor, cezalandırıyor. Oralı değilim ama, artık aramızdaki soğuk savaş dayanılır gibi değil. İnatla uzun uzun oturuyorum cumbada. Sonbahar yağmurlarını seyretmek hoş oluyor aslında. Neler düşünüyor, neler kuruyorum o geçmek bilmeyen saatlerde? Bekliyorum, bekliyorum. Bekliyorum, akşamın alacakaranlığı olup yoğurtçu geçene kadar bekliyorum. Yoğurtçunun hüzünlü sesiyle ayrılıyorum penceremden. Her aşağı inişimde babaannem anlamlı anlamlı bakardı yüzüme, “Bugün de gelmedi baban” gibilerinden. İçimden, “Bugün gelmedi ama, yarın gelebilir babam” derdim. “Söz verdi bana, evet yarın gelecek yarın, yarın.”

O “yarın” hiç olmadı, babam gelmedi beni almaya; ne o gün, ne başka bir gün. Hiç almadı beni babam, hiçbir yerden.

Yaşanmamış çocukluk

Yoğurtçu’daki evimiz de iki yıl sonra satılmış, bu kez Hale Sineması’nın yanındaki Kadife Sokağı’nda, üç katlı, her katında ancak iki odası olan ahşap bir eve taşınmıştık. Evin tek hoşuma giden yanı, Kalamış’taki güzel evimizi hatırlatan beyaz boyalı cephesiydi. İki yanındaki binaların arasında sıkışıp kalmış, dar yüzlü bu yeni evimizde iki yıl yaşadık. Beklemekle geçen yıllarıma eklenen yeni yıllar. Ama artık kimseleri beklemiyordum büyümekten başka. Nitekim uzun sürmeyecekti büyümem: Yaşanmamış çocukluğumu ileride yaşamaya çalışacaktım çok yıllar sonra.

*******************************************

Çok saygılı bir çocuktum. Hiçbir gün bir tek şey istemedim ailemden. “Bir tek kitap alın” bile diyemedim. Onların aldığı, verdiği ile yetindim hep.

Muhlis Sabahattin

Bir akşam eve Muhlis Sabahattin Bey’i getiriyorlar. Birkaç tiyatrocu daha var o akşam yemekte. Muhlis Bey’in gözleri doluyor beni görünce. Dört yaşımdan beri ilk görüşü.

– Tıpkı Suzan, diyor. Hay Allah, tıpkı Suzan’a benzemiş, sesi de benziyor mu annesine ?

– Şaşarsın üstat, diyor Celal Amcam. Ne güzel şarkılar söyler canı isterse, bütün operetleri ezbere bilir.

Tutturuyorlar hepsi birden, ille “Muhlis Bey’e bir şarkı söyle” diye. Çok utanıyorum ama bakıyorum başka çare yok, utana sıkıla söylemeye başlıyorum şarkıyı: “Ah, edalı efendim, hoş geldin, sefa geldin.” İkinci kupleye geçmeye vakit kalmadan yerinden hışımla fırlıyor Muhlis Bey. Gözünden monoklu düşüyor sinirden.

– Alçak herifler, diye bas bas bağırmaya başlıyor birden. Alçak herifler, Çuhacıyan’ın boktan acemaşiran müziği ile mi karşılıyorsunuz beni, çocuğa öğretecek doğru dürüst başka bir şey bulamadınız mı ?

Ödüm patlıyor, öyle heybetli bir hali var ki Muhlis Bey’in. “Eyvah” diyorum, “şimdi herkesi dövecek bu dev yavrusu.” Nereden bileyim ben günlük konuşmasının bu olduğunu. Ve Leblebici Horhor operetinin bestekârı Çuhacıyan’ı dinlemeye bile tahammülü olmadığını. Muhlis Bey kendi operetlerinde hem piyano çalar, hem orkestrayı yönetirmiş. Bir gün sahnede oyunculardan biri küçük bir hata yapınca piyanoyu bırakıp ayağa kalkmış, “Alçak pezevenk, olmadı baştan” diye bağırıp yeniden söyletmiş ona. Onca seyircinin önünde.

Türkiye’de tiyatro zor

Aslında kolay bir dönem geçirmedi tiyatro olayı Türkiye’de. Şu veya bu nedenle tiyatro ve tiyatrocu hep darboğazdadır. Babam, “Operette parayı pencereden atmazsan kapıdan gelmez” derdi. Kendi tiyatrosunun patronuyken –Halk Opereti yılları– Türkiye’de doğru dürüst iki arşın kumaş bulunmazken, dekorlarıyla kostümleriyle Şehir Tiyatrosu ile yarışa çıkardı. Daha sonra ortaklık kurarak İstanbul Tiyatrosu adı altında birleşenlerin çoğu aynı oyunculardı. Onlar da korkudan öyle kemerleri sıktılar ki, dekor kostüm hak getire, ama para kazandılar. Babam sahneye çıkmıyordu, yöneticiydi artık. Deliye döner, ağlayacak hale gelirdi derme çatma dekorları görünce. Ama rahmetli Celal Amcam kıyameti koparır, para harcatmazdı. Gene operet yıllarında, babam cömertliği ve sonsuz hayal gücü yüzünden fantastik anlaşmalar yapardı oyuncularla. Ama ay sonunda ödenmesi imkânsız rakamlarla karşı karşıya gelince, başlardı başını kaşıyıp düşünmeye.

Aşk yüzünden tiyatrocu olmuş, aşkını kaybedince yaşama sevincini tekrar yalnız tiyatroda bulmuş ve sonunda da o tiyatroyu yaşatmak için sanatından vazgeçip idare işlerinde kaybolmuş, iyi bir oyuncu ve güzel sesli bir tenordu. Belki de daha sonra pek çoğumuzun yaptığı hatayı yapmamış, seçmesini bilmişti babam; sahne veya sahne gerisi, idarecilik veya oyunculuk. Evet, o yönetici, müdür ve her şey olmuştu İstanbul Tiyatrosu’na ve hiç sahneye çıkmamıştı bir daha, jübilesine kadar. 1953’te kurulan İstanbul Tiyatrosu, Celal Sururi, Toto Karaca, Ali Sururi, Muzaffer Hepgüler, Vedat Karaokçu ortaklığından oluşuyordu. Kadrosunda ayrıca değerli pek çok oyuncu vardı. Yıllarca tam bir halk tiyatrosu olarak yaşamını başarıyla sürdürdü İstanbul Tiyatrosu.

Lütfullah Sururi’nin ardından

 1967 yılının sonlarında öldüğünde henüz 63 yaşındaydı, kimse inanmazdı buna. 1904 doğumluydu. Ölmeden önce onu mutlu eden tek olay, İstanbul Radyosu’nun kendisinden Ayşe operetini yönetmesini isteyişiydi... Onunla iki ay uğraştı, iki ay her şeyin kusursuz olması için didindi durdu. Yanındaydım o günler, ileride anlatacağım gibi...

Yazık oldu Ayşe

Kokulu menekşe

Derdine kimse derman olmaz

Aşk ateşi sönmez

Giden geri dönmez

şarkısı söylenirken prova sırasında her seferinde gözleri doldu ve ağladı. “Anneni hatırlıyorum, dün gibi” derdi yavaşça bana, boğuk bir sesle, “bu şarkıyla anneni ve o günleri yeniden yaşıyorum.”

İkna kabiliyetiyle eski rolü Ahmet’i oynaması için Zeki Müren’i kandırmıştı. Muhlis Sabahattin’in ölümsüz müziğine çok yakışmıştı Zeki Müren’in benzersiz sesi. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu ve İstanbul Tiyatrosu’nun tüm kadrosunun seslerinden oluşuyordu koro. İstanbul Şehir Orkestrası’nı Maestro Karlo Kapoçelli yönetiyordu. Sonuç: O yıl 6 kez çalındı radyoda istek üzerine Ayşe opereti, o güne kadar eşi görülmemiş bir başarı. Hâlâ da çalınıyor ara sıra.

 “Ben tiyatrocu olmak istemiyorum ki”

Sonbaharda hep birlikte dönüyoruz Beyoğlu’na. Okul başlıyor. Değişen bir şey yok. Birbirine benzeyen günler geçip gidiyor. Ancak bir gün babam yemekte:

– Bugün Muhsin Ertuğrul’u gördüm, diyor. Gülriz’i sordu. “Eğer annesi gibi kabiliyetliyse getir de Çocuk Tiyatrosu’nda oynatalım” dedi.

Bir ölüm sessizliği oluyor sofrada.

– Ne demiş Muhsin Bey? diyor babaannem.

Tekrar anlatıyor babam tane tane. Babaannemden önce Celal Amcam patlıyor:

– Olmaz öyle şey, diyor. Okul ne olacak sonra?

– Canım, diyor babam, hemen telaşlanma Celal Bey. Çocuk Tiyatrosu haftada iki gün. Tahkik ettim. Cumartesi ve çarşamba günleri ikide. Okuldan izin almak bile gerekmeyecek.

Babaannem yemeğini yarım bırakıp kalkıyor sofradan.

– Belliydi zaten öyle olacağı, diyor. Oyuncu yapıp çıkacaksınız kızı. Elâleme rezil olacaksınız. Kimse evlenmez artık sahneye çıktıktan sonra onunla. Evde kalacak ve yanınızdaki o süprüntü karılara benzeteceksiniz sonunda. Onun da istikbalini mahvedeceksin demektir ötekiler gibi Lütfullah.

Babam sinirleniyor, bağırmaya başlıyor.

– Ne çirkin sözler bunlar çocuğun yanında. Çocuk Tiyatrosu’nun ne olduğunu bile bilmiyorsunuz. Örümcek kafalılık etmeyin. Her şey değişti artık. Sahneye çıkan kadınlar arasında kimler olduğunun bile farkında olmadan konuşuyorsunuz anne.

– Açtırma ağzımı Lütfullah, diyor babaannem. Açtırma ağzımı. Bu kız sahneye çıkmayacak, ben müsaade etmiyorum.

Celal Amcam puflayıp duruyor.

– Ama ben tiyatrocu olmak istemiyorum ki, diyorum birden. Sahneye çıkmak istemiyorum ben.

– Söz verdim Muhsin Bey’e, diyor babam. Yarın gideceksin Şehir Tiyatrosu’na. Hüseyin Kemal Bey gelip alacak seni. Çocuk Tiyatrosu’nda oynamak tiyatrocu olmak değildir. İstemezsen vazgeçersin.

– Oooh, diyor babaannem, iş işten geçmiş bile.

Ve odasına kapanıyor. Celal Amcam lafı değiştiriyor hemen. Ben aptala dönmüşüm, düşünüyorum. İstemiyorum, gerçekten tiyatrocu olmayacağım. Okuyup tiyatrocudan başka bir şey olacağım herhalde. Ama ne ? Henüz bilmiyorum. Sonra da gelin olacağım, o ayrı ! Ya babaannemin sözleri doğru ise ? Ne demek yani, bir sürü evli tiyatrocu var. Neden tiyatrocu olunca kimse almıyormuş beni ? Ne diye o güzelim artistlere süprüntü diyor babaannem ?

İlk sahneye çıkış

Ve nihayet perde açıldı. Bir cumartesi günü, saat 14.00’te. Şu anda hiçbir şey yok o ilk güne dair aklımda. Alkışlardan başka. Perde açılıp kapandıkça alkışlar yükseliyor. Tekrar tekrar açılıyor perde, tekrar alkışlar. Ferih Egemen sonunda elimden tutup beraber selam veriyor benimle. Sonra yalnız selamlıyor seyirciyi.

Daha sonra çok düşündüm. Acaba başrolü oynayacak olan kızı ailesi geri almasa, ben koroda kalsam, gene tiyatrocu olur muydum, olmaz mıydım ? Tiyatrocu oluşumu bu başrole mi borçluyum ? O ilk günün alkışları mı neden olmuştu tiyatrocu olmama ? Bunun cevabını veremedim hiçbir zaman.

Babam ilk oyuna gelememişti. Oysa ben onun salonda olduğuna emindim. Oyunun sonunda kuliste bir bayram havası esiyordu. Herkes birbiriyle öpüşüyor, kutluyordu birbirini, sonunda birer ikişer ayrıldılar tiyatrodan. Ben, bir türlü oturduğum aynanın karşısından kalkamıyordum. Şaşkındım gerçekten. Birden aynada Ferih Bey’in yüzünü gördüm karşımda. Her zaman yakasında Şehir Tiyatrosu’nun amblemi olan çizgilerden oluşmuş minicik altın bir mask taşırdı. Onu bana uzattı.

– Bu senin Gülriz, dedi. İleride çok büyük, ünlü bir tiyatro sanatçısı olacaksın. İşte o zaman beni ve bugünü unutmaman için veriyorum bunu sana.

Birden gözlerim doldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Duygularım karmakarışıktı. Bir şeyler söylemeye çalıştım, ama çoktan uzaklaşmıştı Ferih Bey. Birden o kadar sevdim ki yaşamayı, o günü, o kadar sevdim ki Ferih Bey’i.

Pek bir şey anlamadım ama, tiyatroda kural ve kuraldışı öyle karışmıştır ki birbirine, bir süre sonra hiçbir şeye şaşmamayı öğrenir insan kendiliğinden. Makyaj odasına girdim. Oda pırıl pırıl. Herkes büyük bir özen gösteriyor makyajına. Giderek abartılmış olan makyajlar daha hafif yapılıyor, ilk günkü gibi. Oyun ayakkabılarım yerinde yok. Boyanmaya gitmiş meğer. Aylardır ilk kez. Hay Allah, ne oluyoruz? Nezihe Hanım, “Muhsin Bey geldi” diyor, hafif bir sesle. “Nerede ?” diyorum. “Belli olmaz” diye cevap veriyor gülerek. Oyunu seyredecekmiş. İlk günler heyecanla beklediğim ve sonunda unuttuğum Muhsin Bey’i nihayet görecektim demek. Birden kalbim çarpmaya başladı. Nasıl oynayacaktım onun karşısında? Ya gıcık takılırsa boğazıma, ya gene gülerse arkadaşlar, rezil olurduk Muhsin Bey’e. Elim titriyordu ilk kez yanaklarımı boyarken.

Büyüklerin makyaj masalarında oturuyorduk biz Çocuk Tiyatrosu oyuncuları. Ve etrafı ampullerle çevrilmiş makyaj masalarının çekmeceleri kilitliydi. Yanımızda getirirdik makyaj malzememizi. Bir yanak allığı ve açık renk ruj. Makyaj o kadardı. Ruju parmağımla dudaklarımda gezdirir, yanaklarımı da allıkla pembeleştirirdim. Fazla ışık altında renksiz olmamak, gereken doğal, sağlıklı çocuk görünümünü sağlamak içindi bu makyaj. Oysa herkes büyükler gibi rimeller yapıp pudralar sürmeye başlamıştı çoktan. Bazıları dışarı bile öyle fırlıyordu oyundan sonra, aslında yasaktı bu. Ama bütün uyarılara rağmen değişmeyen makyajlar, bugün kendiliğinden ilk günkü haline dönüşüvermişti.

Oyun çok güzel oynandı o gün. Seyirci çıt çıkartmadan, kulak kesilmiş izliyordu oyunu. Oysa kaç zamandır bir gürültüdür gidiyordu seyirci ve oyuncu arasında. O gün çok şey öğrenmiştim. Seyirci, çocuk bile olsa, gereken saygıyı gösterdiğin zaman sana saygılı oluyordu. Bunu unutmayacaktım hiçbir zaman. Muhsin Bey’i oyundan sonra göreceğimi umuyordum. Ama göremedim. Şapka ve palto yerinde yoktu. Gitmişti herhalde sonunu seyretmeden. Bir dedikodudur başladı kuliste. Muhsin Bey oyunu seyretti mi, seyretmedi mi ? Seyrettiyse beğenmediği için mi gelmedi kulise, vakti olmadığı için mi? Kimisi “Zaten hiç gelmemişti ki tiyatroya” diyor. “Şapkasını, paltosunu yollatıp astırtmıştır. Oyunu seyrediyor sanalım da gülmeyelim diye.” Eğer öyleyse gene beni seyretmedi demek. Düşünmeye başlıyorum yeniden.

İşte oynuyorsun, beğeniliyorsun, kendin de memnunsun yaptığın işten. Baban, amcaların, anneannen hep bayıldılar sana. Tatariko, arkadaşın olduğu için iftihar ediyor okulunda. Muhsin Bey seyrederse ne olacak yani. Çok mu önemli? Evet. Neden? Çünkü tiyatronun simgesi Muhsin Ertuğrul benim için. Onun beğenmesini, bende, oyunumda bir ayrıcalık bulmasını istiyor gönlüm.

İlk maaş

İlk maaşım 28 lira 36 kuruştu. Neler almamıştım o parayla. Babamla çıkmıştık çarşıya. Elbiselik kumaş, ayakkabı, çorap, yün bir ceket, babama hediye bir kravat almıştım. Daha bir sürü ufak tefek. Babam o kravatı “Kızım aldı” diye gösterip dururdu herkese. Eskisi gibi meraklı değildim artık operet seyretmeye. Şehir Tiyatrosu’nun oyunlarını seyrediyordum tekrar tekrar, vakit buldukça. Cahide Hanım’ı ilk görüşüm, sahnede olmuştu. Ne kadar güzel bir kadındı, nasıl güzel oynuyordu. Hiç kimselere benzemiyordu. Sesinin, yüzünün güzelliği, zarafeti. Avni Dilligil’le karşılıklı oynuyorlardı ilk seyrettiğimde, Dostoyevski’nin Aptal’ında. Avni Bey’in en parlak yılları bu yıllar. Sahnede kimleri görmüyordum aynı anda: Talat Artemel, Cahide Sonku, Nevin Akkaya, Necla Sertel, Behzat Butak, İ. Galip Arcan, Mahmut Moralı, Nevin Seval, Süavi Tedü, Cahit Irgat. Dram Tiyatrosu’nun salonunu saraya benzetiyordum ilk görüşte. Altın yaldızlı sahne ağzı, kırmızı kadife perdeler, o güne kadar hiçbir tiyatroda görmediğim yavaş yavaş kısılan ışıklar (reosta) beni büyülemişti.

Nihayet mevsim sonu yaklaşırken Muhsin Bey gelip seyretti oyunu. Oyun bitince seyircinin çıkmasını bekleyip açtık perdeyi, hepimiz sahnedeydik. Muhsin Bey yanında birkaç kişiyle birlikte salonda. Ferih Bey’i çağırıyor yanına, kutluyor onu. Sonra sahneye doğru sesleniyor:

– Gülriz gel bakalım buraya.

Koşarak iniyorum yan merdivenlerden. Çenemi tutup kaldırıyor, yüzüme bakıyor inceden inceye.

– Aferin Gülriz, diyor, çok iyi, aferin.

Kaç yaşında olduğumu soruyor, “On iki buçuk” diyorum. Yaşımı buçuklu söyleyince başlıyor gülmeye. Okulumu, dersleri soruyor.

– Boş vakitlerinde Dram Tiyatrosu’ndaki provaları izle, diyor. Olur mu ?

– Olur, diyorum.

Başımı okşuyor. Koşarak dönüyorum sahneye. Uçmak istiyorum, mutluyum. Muhsin Bey provaları seyretmemi istiyor. Bu aferinden daha önemli benim için. Çünkü biliyorum ki her Çocuk Tiyatrosu’nda oynayana tanınan bir hak değil bu. Bu bir ayrıcalık. Kuliste makyajlarımızı silerken, “Muhsin Bey seni çok beğendi” diyor herkes. “Belki de büyüyünce Dram Tiyatrosu’nda rol verir sana.” Muhsin Bey’i ilk görüşümden aklımda kalan tertemiz bakımlı elleri, o zaman henüz kimsede olmayan kahverengi süet, altı krep ayakkabıları ve bej Prince de Galles elbisesiydi. Başımı kaldırıp yüzüne bakamamıştım demek heyecandan.

Muammer Karaca

Muammer Karaca, Şehir Tiyatrosu’ndan ayrılıyor. Ve yeni bir grup kuruluyor. Halk Opereti binasında yeni operetler oynamaya başlıyorlar. Eski Halk Opereti oyuncuları Muammer Karaca ile birlikte. Muammer Bey, Şükran Hanım’la evli. İki kızları var. Eski İzmir Valisi Kâzım Dirik Paşa’nın kızı olan Şükran Hanım’ı kaçırdığı zaman Süreyya Opereti’nde oynuyormuş Muammer Bey. Şükran Hanım’ın kaçırılmasına annem ve babam yardım etmişler ve nikâh şahitleri olmuşlar. Günün gazeteleri uzun uzun yazmış bu olayı. Daha sonra Şükran Hanım’la tiyatronun fuayesinde tanıştım. İnce, ufak tefek, esmer bir hanımdı. Oyunun sonunda Muammer Bey’le çıkıp gitmişlerdi. Muammer Bey’in Şehir Tiyatrosu’nu bırakıp çıkmasına çılgınlık diyenler de vardı, akıllılık diyenler de. Henüz aklım ermiyordu bu sözlere, ama bildiğim tek şey, Muammer Bey sahnede ağzını açar açmaz güldüğümdü. Ne söylese gülerdim onu sahnede seyrederken. En beğendiğim taklit yapan sanatçı oydu. Kürt ve Ermeni taklitleri gerçekten eşsizdi. Fuar Yıldızı isimli bir operette anımsıyorum onu. Sahnede seyrettiğim ilk kadın kıyafetindeki erkek de oydu. Sonra günümüze kadar tiyatroda, sinemada kadın kılığına girmeyen erkek oyuncu kalmadı. Ancak hiçbiri Muammer Karaca’nın yarattığı Fuar Yıldızı operetindeki Arşaluz Çıtırpıtıryan rolünün yarısı kadar başarıya ulaşamadı. Hatırladıkça hâlâ gülüyorum, bir gemide yapılan güzellik yarışmasında birinci olan Arşaluz Çıtırpıtıryan’ın maceralarını.

“Bu meslekte şımarmak her şeyin sonu”

O yıl Şehir Tiyatrosu, Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü isimli oyununu oynayacak. Küçük bir kız rolü var oyunda. Dört kız kardeşin en küçüğü. İlk başta küçük bir çocukken daha sonra serpilip büyüdüğünü göreceğiz sahnede. İşte bu role kadroda uygun oyuncu bulunamayınca benim oynamama karar veriliyor. İsmim yazılmış karatahtadaki rol dağıtımına. Şaşkınım, babam izin verecek mi, babaannem ne yapacak ? Oysa çoktan babamdan izin almışlar bile. Çok heyecanlıyım ilk gün. Gece sabaha kadar uyumuyorum. Erkenden gidiyorum provaya. Herkes, Dram Tiyatrosu sahnesine sıralanmış. Sandalyelere oturmuş. Muhsin Ertuğrul ve Reşat Nuri beyler salonun ilk sırasındalar. “Gel bakalım Gülriz” diyor Muhsin Bey. Çok güzel söylüyor ismimi. Benim ismimi güzel söylemek kolay değil. Herkes bir başka türlü söyleyip durur. Hoşuma gidiyor Muhsin Bey’in “Gülriz” diye çağırışları. Beni Reşat Nuri Bey’le tanıştırıyor. Lacivert paltosu omuzunda, dudaklarının arasına kıstırılmış, külü düştü düşecek sigarası ağzında, zayıf, küçük bir adam Reşat Nuri Bey, annemi babamı iyi tanıyor. Muhsin Bey başarı diliyor ve sahneye yolluyor beni. Sahnede kimler yok ki: Hadi Hün, Necla Sertel, Nevin Akkaya, Sami Ayanoğlu, Nevin Seval, Nezihe Becerikli, Suavi Tedü, Talat Artemel, Sadettin Erbil, Mehdi Yeşildeniz, Salahattin Moğol, Necmi Oy, Perihan Tedü, Gülistan Güzey ve daha bir sürü oyuncu. Sadettin Erbil de ilk kez bu oyunla giriyor tiyatroya. Herkes “Hoş geldin” diyor. Rolüm gerçekten önemli. Çok dikkatliyim provalarda. Hiçbir şeyi iki kere söyletmiyorum. Bir gün Muhsin Bey, prova izlemeye gelmiş olan Reşat Nuri Bey’e, baba rolündeki Hadi Bey’le oynadığımız bir sahneyi tekrarlamamızı istiyor. Sahneyi tekrarladığımız zaman, Muhsin Bey, “Nasıl fıtrî bir istidat var Gülriz’de değil mi ?” diyor Reşat Nuri Bey’e.

– Muhsin Hoca seni çok beğeniyor, diyor Perihan Tedü yanıma gelip bir ara, istikbalin parlak.

– Ne demek istedi ? diye soruyorum. Fıtrî ne demek ?

– Doğuştan kabiliyetli demek istedi, diyor Perihan Tedü.

– Sakın beğeniliyorum diye şımarma, diyor Nevin Akkaya. Bu meslekte şımarmak her şeyin sonu demektir, unutma. Her zaman, her rolü daha iyi oynayacak biri vardır bir yerlerde. Aklından çıkarma sakın bunu.

Hayır Nevin Hanım, sözlerinizi hiçbir zaman unutmayacağım. Yıllar sonra bile zaman zaman hatırlayacağım bu sözleri. Söylediğiniz günkü gibi güzel sesinizle birlikte. 

Cahide Sonku ile aynı sahnede

Cahide Hanım o zamanlar henüz 30 yaşlarında var yok. Oyun elbiselerini kendi hazırlatıyor. Ödenekli bir tiyatroda çalıştığı halde. Bu da en büyük dedikodu konularından biri. En ilgisiz bir hanım oyuncu bile, “Şekerim ben de giysem o elbiseyi, ben de öyle dururdum sahnede” diyor. Ve buna benzer bir sürü laf kalabalığı. “Eğer İhsan Bey olmasa, eğer parasız olsa...” falan filan. Sahnede ilk büyük hayranlığımı Cahide Hanım’a duydum. Provalarda seyrederken onun gibi bir oyuncu olabilmeyi düşlerdim hep. Çok sonra alıştım, gerçek sanatçıların başarıları için başka nedenler aranmasına. Nerdeyse zavallı Cahide Hanım’ın sahnedeki tüm başarısı kocası Tütüncü İhsan Bey’e mal ediliyordu. Oysa İhsan Bey’in zenginliği ile Cahide Hanım’ın üstün sanat yeteneği arasında hiçbir bağ kuramıyordum ben.

Nitekim yıllar sonra, Ayten Gökçer’in başarılarını bazı sanat çevreleri kocası Cüneyt Gökçer’e bağlamaya kalktığı zaman, “Bir oyuncuya bütün olanakları sağlayabilirsiniz. İyi bir oyun, kusursuz bir prodüksiyon, parlak bir rol, ama işte o kadar. Ona yetenek sağlayamazsınız hiçbir zaman” demiştim. “Ama eğer doğal yeteneği varsa bir sanatçının, üstelik bunu aklı ve bilgisiyle değerlendirebiliyorsa, ne kadar karşı koymaya çalışsanız da bir taraftan yırtar geçer öteki tarafa.”

Ayrıca başka bir şeye daha inanıyorum. Sanat alanında iki insan düşünün, tiyatrocu, ressam, balerin, yazar gibi. İkisi de eşit yetenekte. Aynı eğitimi görmüşler, aynı olanaklar sağlanmış ikisine de, olur a. İkisinden biri daha çabuk ulaşmışsa başarıya, ya da doğrudan doğruya ikisinden biri ulaşmışsa başarıya, bu hangisidir? Ben daha akıllı olandır derim. Bence bilmecenin cevabı budur. Ancak, akıllı olmak, hiçbir zaman, o kişinin ileride tutkularının esiri olmayacağı anlamına gelmez. Karşı konulmaz tutkular da, yaşam boyu ele geçirmek için savaş verdiğimiz şeyi kısa sürede alır götürüverir insanın elinden.

Turneden kazanılan para

Babamın turnede ilk günler verdiği 20 liraları biriktirmiştim. Bu benim gündeliğimdi. 15 gün alabilmiştim. Ondan sonra vermemişti babam. Olsun, gene de çok paraydı o gün 300 lira. İstanbul’a gelirken hediyeler aldım bu parayla. Anneanneme, dayıma, babaanneme, Tatariko’ya, Şükran Hanım’a ve Ferih Bey’e. Mevsim başında vermek üzere saklayacaktım Ferih Bey’in hediyesini. Bir de evimize hediye almıştım. Kütahya işi kahve fincanları. Çok hoşuma gitmişti. Ankara’dan ayrılmadan Halide Yengeme de hediye götürmüştüm. İlk hediyelerimi verirken çok mutluydum. Her zaman hediye vermek almaktan daha çok sevindirecekti beni.

Gerçek bir yuva özlemi

Bütün çocukluğum boyunca, babam evlenirse yalnızlığımdan kurtulacağımı, bir eve, gerçek bir yuvaya kavuşacağımı sanmıştım. Başka çocukların yaşamının özlemini çekmiştim tüm çocukluğumda. Ve tam her şey gerçekleşecek derken, birden dank ediyor kafama. Evet, anlıyorum, nihayet gerçeği görebiliyorum. Treni kaçırmışım. Ben çocuk değilim artık. Çocuk gibi yaşamanın özlemini çeken, saçma bir genç kız olmuştum. Oysa hâlâ bebeklerle dolu bir çocuk odasının rüyasını görüyordum zaman zaman. Galiba geri zekâlıydım ben. Okuduğum ucuz roman kahramanlarından farkım yoktu. İntihar etmeyi on dakika kadar ciddi ciddi düşündüğümü anımsıyorum. Anneannemin evinin önündeyim. Ne kadardır kapının önünde duruyorum, hatırlamıyorum. Çaldım kapıyı.

Ara Güler

Geceleri Cyrano’dan eve, incecik, esmer bir Ermeni genci ile dönüyorum artık. Evlerimiz çok yakın. Beni kapıma kadar bırakıyor. Cyrano’da, kâh Gaskonya beylerinden biri, kâh tiyatro seyircisi, kâh meyhanede şarap içen adam filan olan bu genç, öylesine tutkun ki tiyatroya, eğer dili çalmasa üstün bir tiyatro sanatçısı olurdu bugün. Olurdu da ne olurdu, o başka mesele. Ben ne olmayacağını düşünüyorum şimdi. Eğer tiyatrocu olabilseydi, ünü dünyayı dolaşan, Türkiye’nin en değerli fotoğraf sanatçılarından biri olamazdı herhalde. Ara Güler’di bu incecik, açık yürekli, saz benizli, o zamanlar tiyatrodan başka şey konuşmayan gencin ismi. Ara Güler’le çok çabuk dost olmuştuk bu tiyatro dönüşlerinde.

Anneannem bekliyor pencerede. Yemek yiyorum ve giriyorum anneannemin kocaman ceviz karyolasının içine. Sokuluyorum çocukluğumdaki gibi. Elimi yanağının altına koyuyorum, ama uyumak kolay değil. Kendimi kaçıncı kez aldatılmış ve terk edilmiş hissettiğimi düşünüyorum. Ama bu başka, ötekilere benzemiyor. “Babam yok artık, evim yok artık” diye düşünüyorum. “Kendi kendine savaşacaksın bundan böyle, haberin olsun Gülriz” diyorum. Her şeyin çok zor olacağının bilincindeyim.

Yaşanmayacak genç kızlık

Yaşanmamış çocukluğumdan sonra, yaşanmayacak genç kızlığa hazırlık tamamdı. Yaşam sürecimin en zor döneminin eşiğindeydim. Üstelik bilincinde. O yıllar, o yılları kovalayan yıllar, anımsamaktan bile korktuğum, ancak hiçbir zaman da unutmayı başaramadığım yıllar olarak kalacak.

Babamı bir yıl sonra, babaannemin cenazesinde gördüm. Teşvikiye Camii’nde. Ailemin diğer üyelerinin çoğunu da. Babaannemi son kez gördüğümde komadaydı. Şükrü Paşa Apartmanı’nda, yüksek tansiyondan felçle birlikte komaya girmişti. Ben onu gördüm ama o beni hiç görmedi bir daha. Teşvikiye Camii’ndeki cenaze töreni çok sadeydi. Aile üyeleri mezarlıkta veda bile etmeden ayrıldık birbirimizden. Hiç ağlamadığımı anımsıyorum, ama çok üzgündüm öldüğüne. Onunla konuşmak isterdim daha sonraki yıllarda. Belki biraz anlayabilir, daha hoşgörülü olabilirdim, eğer katı bir insan haline gelişinin nedenlerini düşünebilecek yaşa geldiğimde beraber olabilseydik.

Adile Naşit

Çocuk Tiyatrosu’nda Şadıman Ayşın ve Adile Naşit’le arkadaşlık ediyordum. Şadıman Ayşın tombul bir kızdı. Adile ise tostoparlak vücudu, güleç yüzü ile herkesin sevgilisi. Daha o zamanlar kuliste Bedia Hanım’ın, Vasfi Bey’in taklitlerini yapar, Muhsin Bey’i kendine özgü sesiyle konuşurdu Adile. “Sen benim komiğimsin” derdim ona. Çünkü kulislerde doğup büyüdüğümden midir nedir, kolay kolay gülemezdim seyrettiğim oyunlarda, en ünlü komiklere bile.

Muammer Karaca tiyatrosunda

Ertesi günü gidip Muammer Karaca ile anlaştım. Günde 15 lira alacağım. Ayda 450 lira. O zaman Nişantaşı’nda bir apartman dairesinin kirası 75 lira. Provaya başladığım gün, içimden bir şeyler koptu. Amcalarım, tekrar birlikte çalıştığımız için çok sevindiler. Ve inanılmayacak bir şey seyrettim o provada: 12 birbirinden güzel kız sahnede kusursuz dans ediyordu. Gerçekten o güne göre, ilk gerçek operet dans grubuydu bu. Kadınlardan Serap ve İfi’yi anımsıyorum ilk anda. Yanılmıyorsam bu grubun erkek dansçıları arasında Eşref Kolçak, Yılmaz Duru, Mehmet Özekit de vardı.

Orhan Veli ile tanışma

Ankara turnesindeki en güzel anım, Orhan Veli ile tanışmamdır. Oynadığımız bahçenin arkasına gelirdi akşamları. Beni beğeniyordu. Ben de onun şiirlerini. Turgut Boralı ile ve bazı oyuncularla dosttu. Oyunda anlamsız bir düet söylerdik Turgut’la birlikte. “Gece gündüz yat / o may hart may hart / bu hayat rahat / o may hart may hart.” Bir dergi ya da gazetede bu şarkının eleştirisini yapmış Orhan Veli. Anımsıyorum, çok sıkılgandı. Ağacın dibinde oturur oturur, tam gidecekken söze başlardı. Hacettepe’de bir açık hava sinemasında veriyorduk temsilleri. Kulisten güzel bir bahçeye açılıyordu kapı. Bir dut ağacı vardı kapıya yakın. İşte orada otururdu bazı geceler Orhan Veli, orada beklerdik sıramızı çay kahve içerek. Sıkılgandı, ama gözlerimin içine içine bakmaya sıkılmazdı.

Taksim Belediye Gazinosu’nda unutulmaz isimlerle

Gene o yıllar, Vural Kakmacı, Taksim Belediye Gazinosu’nun altındaki pavyon kısmını 3 ile 9 arası kiralamış, bir gençlik kulübü yapmıştı. İsmi yoktu kulübün. Ancak o günün gençliği akşamüzerleri orada toplanır olmuştu. Bir tek önemli şey vardı okuldan sonra herkes için: dans, dans, dans. Akademililer, kolejliler her gün orada buluşuyorlardı. Kaya, gene kızların paylaşamadıkları tek dansördü aramızda. Kimler devamlısı olmamıştı ki o kulübün? Bugün Türkiye’nin en iyi tiyatro kostümlerini gerçekleştirenlerden biri olan Sevim Çavdar’ı orada tanımıştım. Daha sonra Direklerarası müzikalinin kostümlerini yapacaktı. Kocası Tuncay Çavdar da dekorlarını. Leyla Belli, Hamit Belli ile ilk yanak yanağa danslarını gene bu kulüpte yaptı sanırım. Şirin Devrim-Muhtar Kocataş çifti, uzun boylarıyla dans ederken dikkatimi çekerlerdi. Betül Mardin, Akgün Usta da orada flört etmeye başlamışlardı herhalde. Kısmet İpekçi en güzel kızlarından biriydi kulübün. Rahmetli Mehmet İpar, Meyla Cabiri ile gene bu kulüpte yaşarlardı büyük aşklarını. Güneri Artunkal, Cüneyt Ölçer, Ahmet Bahaeddin hemen hemen her gün gelirlerdi kulübe ve daha pek çokları. O zamanlar yabancı bir orkestra vardı Belediye Gazinosu’nda. Sanırım bir İsveç orkestrasıydı. Geceleri kurtlarını dökemeyen orkestra, gündüzleri çok az bir para karşılığı bizlere özlediği coşkun müziği yapabiliyordu. Günün modası “Tea For Two”, “Too Young”, “Unforgettable”, “Sentimental Reasons” gibi slowların yanı sıra “Give Me Five Minutes More” gibi parçalarla bizi coşturuyordu. Boogie Woogie, Jeeterbug, Samba günün en hareketli dansları. Ve ben piste çıkınca, bir daha masama dönemiyordum artık. O günlerin modası, kavalyenin omzuna dokunup damını elinden almak.

İlk evlilik

Beyoğlu Evlendirme Dairesi’nde evlendim bir gün. Kısa gelinliğim, kısa tül duvağımla. Tatariko dikmişti gelinliğimi. İlk kısa gelinlikti belki de o gün giyilen. Papatyalar dökülüyordu elbisenin bir yanındaki cepten, eteğine doğru. Gene başımda papatyalardan oluşmuş ufak bir kepin etrafından omuzlarıma kadar uzanan tüller fışkırıyordu duvak olarak. Kendim çizmiştim modeli. Zaten değişik şeyler giymekten, modaya uymamaktan özellikle hoşlanır olmuştum.

Yeni bir dönem başlıyordu benim için. Artık evli bir kadındım. Çocukluğunu yaşamak hasreti içinde evli bir kadın. Bir sürü yeni-eski dost içinde yaşıyorduk. Her gece dans ediyorduk gene. Davetler, partiler.

Kısa süre sonra kocamın ailesi barışmıştı bizimle. Daha çok gençtim, sahneye çıktığım unutulabilirdi onlara göre. Eh söylenecek bir şey yoktu bu söze. Çok değişik gruplarımız vardı. Ancak hepsi de küçük veya büyük burjuva gruplarıydı bunların. Evimi seviyordum, ortaya çıkmıştı bu. Ev tanzimi, güzel sofralar, misafir ağırlamalar, değişik yemekler yapmak hoşuma gidiyordu. Boş vakitlerimde Tatariko ile dikişler dikiyorduk, birbirimize prova yaparak. O ara taksitle bir dikiş makinesi aldık. Ayrıca Singer Dikiş Kursu’na devam edip birincilikle bir tayyör dikerek mezun oldum. Hocalık teklif ettikleri zaman şaşırmıştım. Boş vakitlerimde kurslara devam edip İngilizcemi ilerletmeye çalıştım. Ayrıca yemek, pasta kurslarına devam ediyordum. Boş oturmaktan hoşlanmıyordum. İpek Film Stüdyosu’nda dublaj yapmaya başlamıştım. Ferdi Tayfur Bey’le sokakta karşılaşmam sonucu olmuştu bu. Birkaç yıl önce ölen Melek Teyzemden konuşmuştuk uzun uzun. Nevin Akkaya, Adalet Cimcoz, Orhan Boran ve Ferdi Tayfur Bey’le hemen her gün dublajda beraber çalışıyorduk. 75 Türk lirası ev kirası, günde 10 lira yemek masrafı. Koca bir daveti 30 liraya çıkardığımı hatırlıyorum. Bu konuda büyük bir becerim vardı. Herkesin yüz liraya yaptığı şeyi yarı fiyatla halletmek özelliğimdi. Her işimi kendim yapıyordum. Tek sevmediğim bulaşık yıkamaktı. Çocukluğumdaki gibi. Ama çaresiz onu da yapıyordum, sevmeden.

Evcilik oyunu bitiyor

Dünyaya gelen ilk insan önce yiyecek aramış, karnını doyurmak için. Sonra soğuktan, düşmandan korunmak için barınak, ev aramış. Bu ikisini bulunca eş aramış, sevgi aramış, sevmek, sevilmek istemiş. Onu da bulduktan sonra sıra başarıya gelmiş. Bir şeyler yapmak, üstün olmak, yararlı olmak, kendisi ile iftihar etmek, kendini yüceltmek insanın dördüncü isteği olmuş. Bir anlamda şöhrete dördüncülüğü vermiş insan, yaşamı boyunca. Ara sıra düşünüyordum, “Ben kaçıncıdayım?” diye. Ve evlendikten sonra genç kızlığımı yaşayacaktım. Ne garip, yani üçüncüyü. Eve girip çıkan bir sürü arkadaştan bazıları hemen âşık olurdu bana. İtiraf edeyim bu da çok hoşuma giderdi. Onlarla öyle, sade suya sekiz saat konuşmak eğlendirirdi beni. Erkeklerin sözleri hiç değişmezdi. “Senin gibisine rastlasaydım 40 kere evlenirdim. Kocanı kıskanıyorum. Nerde bende o talih” gibi sözlerdi bunlar. Aslında alıştığım operet repliklerinden pek farklı değildi bu sözcükler. Ancak inanmayı bir yana bıraksam bile duymak hoşuma giderdi. Sevilmek istiyordum daha çok, daha çok sevilmek ve meğer aşk diye bir şey varmış.

Evet, ben de seviyordum ilk kez. 21 yaşımın bütün saflığı ile. 21 yaşındaki Gülriz’in bütün görmüş geçirmişliği ile. Ve yaşam boyu düşlediği sevgiye hasret, sevilmeye hasret Gülriz’in açıklığı, dürüstlüğü ile. İlk aşkım kocamın arkadaşı. Meğer benim Romeom kocamın arkadaşı olacakmış. Düşünemezdim bunu. Ama oldu işte. Karşı koymama imkân olmayan duyguları ilk kez tanıyor, öğreniyorum. Mutluydum, seviyordum, seviliyordum da. Bir sanatçı kadar heyecanları ile yaşayan, duyguların uç noktasına erişebilen bir zenginliği vardı. Tiyatroyu benim kadar, belki o gün için daha fazla seviyordu. Esprili, şakacı, cin gibi zeki bir insandı. Beni küçüklüğümden tanıyordu Zeki. Florya Plajı’nda Seska’yla güneşlendiğim günleri anlatıyor, “Leylek gibi uzun bacaklı, şekilsiz bir şeydin, ama ben birkaç sene sonra çok güzel bir vücudu olacak demiştim senin için” diyordu. Saatlerce konuşuyorduk bıkmadan, her konuda. Her konuda konuşmak istiyordu benimle. Ben de bıkmadan, saatlerce konuşuyordum onunla. Öylesine seviyorduk ki birbirimizi, bu yasak aşk, bu gizlilik, inanılmaz bir biçimde etkiliyordu bizi. Gizli buluşmalar yerine, el ele kırlarda koşmak, güneşin altında kumlarda yan yana uzanmak istiyorduk.

Bir akşam, Belediye Gazinosu’nun pavyonunda on kişilik bir grup dans ediyorduk. Uzun uzun dans ettik konuşmadan ikimiz. Müzik bittiğinde yerimize oturacağımız yerde elimden tutup orkestraya yürüdü Zeki. Kuzu gibi gittim peşinden. Sevdiğim bir parçayı çalmalarını istedi. Tekrar dans etmeye başladık. Koca pistte ikimiz vardık yalnızca.

– Benimle gelir misin bütün bir ömür boyu ? dedi.

– Evet, dedim.

– Sana hiçbir şey vaat edemem, sevgimden başka, dedi.

– Yeter, dedim.

– Gel öyleyse, dedi, elini tuttum ve çıktık gazinodan.

Kaçmıştım. Her şeyi geride bırakıp. Masadaki mantomu bile. Masada Şeyma Mahmut Resne, Şadıman Ayşın, Ahmet İpeker, Leyla Resne, Refik Lostar ve kocam vardı. Kaçtığımız gece, Boğaz’ın kuytu bir köşesinde güneşin doğuşunu seyretmiştik el ele. Sonra kırlarda koştuk, çocuk gibi oynadık doyasıya. Mutluydum ilk kez. Yaşamım boyunca, böylesine mutlu olunabileceğini düşünmeyecek kadar mutluydum.

Engin Cezzar’ı ilk görüş

Kimler yok o sıralar Tarabya Plajı’nda. Muhtar Kocataş Meral ile nişanlanmış, İlhan Sarvan güzel Nejla ile nişanlı, Rus Leyla’nın güzel kız kardeşi İren, bazı eski ve yeni yüzücüler, Kerim Kerimol, Rıza Dedehayır, Adalet Hanım ve çevresi, Vâlâ Hanım, Ziyad Ebüzziya’nın eski karısı. Bu ara ilk bikiniyi giyiyor Nana isimli, Ermeni asıllı, güzel bir dansöz kız plajda. Herkesin gözü onda. Mayosunda Galatasaray arması olan gencecik bir çocukla dalıp dalıp denizin gibinde Tarzan ve Jane numaraları yapıyorlar. Bu kocaman kara gözlü, atlet vücutlu, esmer gencin ismi Engin Cezzar. Kolej öğrencisi. Herkes ikisinin deniz dibi numaralarını seyredip duruyor. Erdoğan ve Aydın Tanbay da plajın gediklileri. Necla Ergeneli’nin güzel vücudu gözümün önünden gitmiyor hâlâ. Şadıman Ayşın, Altan Karındaş hep oradan giriyorlar denize.

Nahit Hanım’ın evinde

Nahit Hanım, edebiyat öğretmeni. O günlerde orta yaşın üstündeydi sanırım. Orhan Veli’nin deli gibi âşık olduğu bir kadın. Hasan Âli Yücel’in adına şiirler, şarkılar yazdığı kadın. Çevresinde şairler, yazarlar, ressamlar, sanatçılar, aydınlar toplanıyor. Evi her akşam dostlarına açık. İçkisini alan geliyor, ama ancak seçtiği dostlarına açık evi. Orada Arif Damar’ı (az sonra evlenmişlerdi Nahit Hanım’la), Vedat’ın amcaoğlu Avukat Muvaffak Şeref’i tanıyorum. İlk türküyü Muvaffak Şeref’ten dinliyorum Nahit Hanım’ın evinde ve çok seviyorum, öğreniyorum bu türküleri. Ben de onlara, bildiğim eski Rum türkülerini söylüyorum. Eski arkadaşım İfi’den öğrendiğim yanık eski Rum türküleri. Muvaffak’ın güzel bir sesi var. Çok içten, çok bilerek söylüyor türküleri. Pir Sultan Abdal’ı seviyorum özellikle. Şerif Hulusi Bey’i tanıyorum gene Nahit Hanım’da. Şerif Hulusi Kurbanoğlu. Çeviriler yaparak sürdürüyor yaşamını. Sonra Şair Nevzat Üstün’ü görüyorum sık sık ve sevgilisi Ayfer Feray’ı. O aslında Maya Galerisi’nden tanışım. Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar yeni tanışlarım. Gene kitaplar okuyorum, bu kez değişik şeyler. Elime geçeni değil de Şerif Hulusi Bey’in önerdiklerini okumaya başlıyorum sırasıyla.

Muammer Karaca’dan

Tiyatro alanında bir yerlere varabilmişsem eğer, bunda Muammer Bey’le çalıştığım bu üç yılın önemli payı vardır. Kuşkusuz sahne rahatlığına onun yanında vardım. Karşımdaki oyuncuya saygıyı onun yanında öğrendim. Muammer Bey’le bu iş tek taraflıydı, ama olsun. Elime aldığım bir karakteri incelemek filan gibi bir derdim yoktu oynadığım rollerde. Bu nedenle daha çok sahnede nasıl en güzel durulur, en iyi konuşulur, nasıl anında susulur gülme alması için bir esprinin. Ya da nasıl zamanlamasını kaçırmadan seyirciye bakılır, gibi dertlerim vardı. Üç ay, değişik seyirciye, değişik şehirde oynamanın yararları da sonsuzdu. Ayrıca Anadolu’yu ilk kez tanıyordum. Bazen otel odalarındaki sac sobaları yaktırmak için cebimizden para verirdik. Oldum bittim sıcağı severim, çabuk üşürüm. Kimi oyuncu yastığı çarşafıyla geziyordu o günler haklı olarak Anadolu’yu. Kirli çarşafları gösterince, “Sadece üç kişi yattı bunda” diye çarşafın henüz kirlenmediğini anlatan otelciler gördüm. Kütahya, Ayfon gibi yerlerde otelde soba parası vermekten Adile’deki kasama başvurmak zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Bazı şehirlerde yemek de imkânsızdı. Pis bir ahçı dükkânının kapısında elma yiyerek arkadaşları beklediğimi çok bilirim. İçeri giremezdim kokudan. Beni biraz hanım evladı buluyorlardı bu yüzden. Alay konusu oluyordum. Daha sonra Dormen Tiyatrosu’nda çalışırken de böyle olacaktı bu. Boğazıma çok düşkündüm, inceliğime rağmen güzel ve çok yemek yemeyi sevdim her zaman. Bir kavanoz bal ve elma taşıyordum yanımda. Öyle günlerde aç kalmamak için.

Yaşar Kemal

Bir gün Taksim’den dolmuşa bindim, Nişantaşı’nda dublaja gideceğim. Birden fark ettim, yanımda oturan adam üstüme düşecek neredeyse. Biraz kaçınıyorum, daha bir abanıyor. Hay Allah ne yapsam! Gövdesinin görebildiğim kadarı, iriyarı bir insan izlenimi uyandırıyor. Yüzüne bakmaya korkuyorum. Tam o sırada, iki kişi kalıyoruz dolmuşta. Adam büsbütün sıkıştırıyor köşeye beni. O sıralar şoförler gaza basınca kadın kaçırıyorlar İstanbul’da. Trafik bugünkü gibi olmadığından, gaza bastı mı Hacıosman Bayırı’nda kaldırıyor ayağını pedaldan şoförler. Hemen bir hikâye yazıyorum kafamdan. “İster misin” diyorum, “bu adam şoförle birlik olsun da kaçırsınlar beni.” O korkuyla, “Bir dakika” diyorum, “ben burada ineceğim.” Nişantaşı’na varmadan atıyorum kendimi dolmuştan aşağıya. Adam da arkamdan iniyor, başlıyor peşimden yürümeye. Dönüp yüzüne bakıyorum ilk kez. Anadolulu olmalı. Gözlüklerinin altından iyi seçilmiyor gözleri, ama birini kısarak bakıyor insana. Bembeyaz, pırıl pırıl dişlerini görüyorum. Çok esmer. “Kürt’tür belki” diye düşünüyorum. Açıyorum arayı, neredeyse koşacağım.

– Hişt... hişt... küçükhanım, diyor iriyarı adam. Tanışabilir miyiz?

Artık hışımla dönüyorum.

– Sen peşimi bırakacak mısın, yoksa polis çağırayım mı ? deyiveriyorum ve hızlı hızlı uzaklaşıyorum dolmuş çapkınının yanından.

Gene o yıllar Küçük Sahne’nin altında sanatçıların uğrak yeri olan Kulis diye bir lokal var. İlk o yıl gidiyorum ben, oysa Küçük Sahne’yle birlikte açılmış çoktan. Kulüp gibi bir yer. Ressamlar, şairler, tiyatrocular, tüm sanatçılar hep Kulis’te. Ayrıca işadamları öğle yemeklerine geliyorlar. Provadan çıkan biz tiyatrocular da, çoğu kez, matine varsa orada yiyoruz öğle yemeğini. Yemek yiyorum bir öğle vakti Kulis’te arkadaşlarla, birden kapıdan dolmuşta peşime takılan iriyarı Anadolulu çapkın giriyor içeri. Ve doğru bizim masaya geliyor.

– Bu küçükhanımla tanıştırmayacak mısınız beni ? diyor yanımdakilere.

– Yaşar Kemal, diyorlar.

– Gülriz Sururi.

Katıla katıla gülüyor Yaşar Kemal.

– Ne korkak şeymişsin sen be, diyor.

Anlatıyor meşhur hikâyemizi herkese yüksek sesle ve her fırsatta.

Her fırsatta anlattı bu hikâyeyi yıllar yılı Yaşar. Bana kalırsa biraz süslüyordu son zamanlarda. Güya, “Sen hiç aynaya bakmadın mı ?” filan gibilerinden bir şeyler daha söylemişim, ama işte vallahi de yalandı bu. Ben böyle bir şey söylemezdim kimseye hiçbir zaman, hele gerçekten güzel bir erkek olan Yaşar Kemal’e. O yıl basılmıştı üç kez okuduğum İnce Memed.

– Bana “hişt, hişt küçükhanım” diyeceğine, “İnce Memed’in yazarıyım” demeyi düşünseydin, sonuç başka türlü olurdu belki, dedim Yaşar’a.

– Vay canına, dedi, bu kız cadılar padişahı yahu.

Ve adım o günden beri Cadılar Padişahı kaldı aramızda.

İzmir’de 6-7 Eylüle tanıklık

Bir akşam oyun oynarken garip gürültüler gelmeye başladı fuarın içinden. Birden bir haber geldi, “Gençler Yunan pavyonunu yaktı” diye. “Ne oluyoruz?” demeye kalmadan, ellerinde Türk Bayrağı taşıyan 50-60 kadar genç, kim oldukları, ne oldukları belirsiz bir çapulcular grubu girdi bahçeye. Yan merdivenlerden sahneye çıkmaya başladılar. Oyun durdu, biz yana çekilip sahneyi bu gençlere bırakmak zorunda kaldık. Muammer Bey sapsarı olmuştu. Ne istedikleri belli değildi kalabalığın. Seyirci paniğe kapılmıştı. Üstelik İzmir seyircisi uyanık, cin gibi bir seyirci. Gençler bir şeyler söylediler, “Yaşasın Türkiye, kahrolsun Yunanistan” gibi bir şeyler gevelediler ağızlarında. Gevelediler, çünkü hiçbirinin ağzı laf yapmıyordu. Oyun yarıda kaldı, fuarın içi kaynıyor. Güç bela dönebildik otelimize.

Harap olmuştu fuar, içindeki pavyonlar. Yağmacılar canına okumuştu yabancı ve yerli pavyonların. Ayrıca Kordon’daki Yunan Konsolosluğu’nun camı çerçevesi kalmamıştı kırılmadık. 6 Eylülü 7 Eylüle bağlayan gece oluyordu bunlar.

Gönül Yazar tiyatro sahnesinde

O sırada Özcan Tekgül, hem sevgilisini hem tiyatroyu aynı anda bırakıp dansöz olmaya karar veriyor ve o gece, aynı küçük hizmetçi rolüne Gönül Yazar çıkıveriyor birden. Muammer Bey’in hem arkadaşı hem avukatı olan Burhan Apaydın’ın sevgilisi o sıralar Gönül Yazar. Bir akşam evvel beraberlermiş. Muammer Bey, “Şimdi işin yoksa bu saatten sonra üç kelimelik rol için yeni oyuncu ara” deyince, “Sen üzülme Muammer Abicim” diyor Gönül Yazar, “ben gelir oynarım yarın akşam.” Ve böylece, nefis bir siyah ipek tuvalet, mücevherler içinde, önünde beyaz dantel önlüğü ve sapsarı saçlarının üzerine yerleştirdiği beyaz bonesiyle on beş gün küçük hizmetçi kız rolüne çıktı Gönül Yazar. Çok matrak, tatlı bir kızdı. Espri üstüne espri yapıyordu, kendisiyle alay etmesini iyi biliyordu. Acıkınca, karşıdaki kebapçıdan kulise fasulye piyazı ve kebap getirtiyor, kuliste hem yiyor, sırası gelince de lokmasını yutmadan sahneye fırlıyor, çıkınca gene yemeğine devam ediyordu. Gelişiyle renklenmişti kulisimiz. Her gece de Burhan Apaydın kuliste Muammer Bey’le çene yapıp bekliyordu sevgilisinin işinin bitmesini.