15 Temmuz Darbe Girişimi

Gezi'den demokrasi nöbetlerine değişen meydan siyaseti

Bu yeni dönemde hangi ilke ve prensipler üzerinden yeni bir mutabakat rejimi inşa edilecek?

12 Ağustos 2016 22:10

Buket Türkmen – Bülent Küçük

Türkiye’de darbeler tarihi bakımından 15 temmuz “hyper-real” darbe girişimi sıra dışı bir yere sahip. Türkiye tarihinde ilk kez sivil yurttaşlar bir darbe girişimine karşı sokakta direnerek darbenin püskürtülmesinde önemli bir rol oynadı. Bir kısmı bir yerden bir yere giderken, geri kalanlar evdeyken TV’den darbe olduğunu öğrendiler. Nüfusun bir bölümü her yolu deneyip evine sığınmaya çalışırken, başka bir kesim eve girmedi, sokağa çıktı. Sonraki gecelerde de, “tehlike geçene kadar meydanlarda kalın” çağrısına uyarak her gece meydanları doldurdular. 15 Temmuz darbe girişiminden 10 Ağustos tarihine kadar  Türkiye kentlerinin belli-başlı meydanlarında insanlar her gece demokrasi nöbeti adı altında meydanlara çıkmaya devam etti. 15 Temmuz’dan sonraki süreçte OHAL uygulamaları sebebiyle muhalif sokak protestolarının da sesi fazla çıkmayınca, kent merkezlerinde her daim görmeye alıştığımız Çevik Kuvvet ve Tomaların görünmez olduğu bir “birlik ve beraberlik” ambiansı içinde günlerimizi geçirmeye başladık.

Sosyal hareketler üzerine çalışan iki sosyolog olarak biz de sokaklara ve meydanlara çıkan söz konusu protestocuların nasıl bir profile sahip olduklarını, onları sokağa iten ve bir arada tutanın ne olduğunu, göstericilerin ne ölçüde toplumsal çeşitliliğe sahip olduklarını, ne tür bir eylem repertuvarının kullanıldığını, ne tür temsillerin ve anlatıların bu gösterilerde ön plana çıktığını ve en önemlisi de sokakta eylem tecrübesinin aktörlerin siyasal öznelliği açısından ne anlama geldiğini merak ettik. Meydanları- görünürlük ve karşılaşma mekanları olarak kabul edersek, gittiğimiz meydanların toplumsal çeşitliliklerin kendini ifade etmesine ne ölçüde alan açtığı önemli bir soruydu. Bu meydanlar, toplumsal çeşitliliklere ne ölçüde kaynaşma ve dönüşebilme alanı açmaktaydı?

Bu soruları sorarken elbette aklımızın bir köşesinde Gezi deneyimi vardı. Gezi mücadelesi kimlikleri, toplumsal kategorileri -geçici olarak- ortadan yarmış, gerilimli de olsa ötekine kapıyı aralamıştı. Öteki kimlikler ile temasa geçen, onlarla deneyim paylaşan muhtelif kimlikler aynı zamanda mücadele boyunca kendi kimliklerinin eksikliklerini, sınırlarını ve dar görüşlülüklerini keşfetmiş ve bu ortak heterotopik mekânda ötekiyle uzlaşmak zorunda olmadan, ötekinin radikal farklılığını tanıyan müşterek bir kamusallığın imkânını deneyimlemişti[1] . Gezi sadece farklı görme ve bilme biçimlerini aynı mekânda eş zamanlı görünür kılmamıştı, aynı zamanda kaale alınmamış çeşitli bilgilerin ve hakikatlerin dilendirilmesine söylemsel bir alan açarak, katılımcılara dönüşme ve yeniden konumlanma imkanını sunmuştu.

Peki demokrasi nöbetleri bu anlamda nasıl bir görüntü veriyordu? İstanbul’da Saraçhane, Taksim ve Kısıklı meydanlarında tutulan nöbetlere yukarıda formüle ettiğimiz sorular eşliğinde katıldık ve gözlemler yaptık. Bu meydanlarda yaptığımız gözlemlerin ve az sayıda da olsa bazı katılımcılarla yaptığımız görüşmelerin yanı sıra Taksim’de yapılan CHP mitingine bir grup akademisyenle birlikte katılarak gözlemlerde bulunduk. Ve nihayet Üsküdar meydanında bir grup “beş benzemez” kadının[2] organize ettiği ve  darbe gecesine dair kişisel deneyimlerin aktarıldığı “Darbelere Karşı Forum”a katılarak  yukarıda sorduğumuz sorulara yanıt aradık. Bu nöbetler üzerine daha geniş değerlendirmelerimizi kapsayan akademik çalışmamızı başka mecralarda yayınlayacağız. Burada kısa bir değerlendirme yazısı ile ilk gözlemlerimizi paylaşmak istiyoruz.

Alan gözlemlerimiz

Sokağa çıkanlar ve çıkmayanlar

Nöbetlere sağ muhafazakâr kesimlerden farklı kimlikler, meslek grupları ve cemaatlerin katıldığını görsek de bu katılımcıların profilinin mekânsal olarak görece farklılaşabildiğini gözlemledik. Mesela Saraçhane’de daha çok AKP belediye çalışanları ve aileleri ve belediye gençlik kolları, AKP’ye yakın kimi meslek örgütleri ve sendikalar, ülkücü gençler ve bir grup Afrikalı göçmen ve öğrenci ön plana çıkarken, Taksim’de hem kenar mahallelerden gelen alt sınıflar, hem orta sınıflardan gelen AKP ve MHP tabanı, hem de merkezi bir alan olması sebebiyle az sayıda da olsa seküler orta sınıf insanların olduğu çok daha karışık bir profil göze çarpıyordu. Kısıklı meydanına gelenlerin daha ziyade dindar gruplar ve muhtelif cemaatlerden kişiler ve şık giyinmiş başörtülü AKP’li genç kadınlar, daha yoksul sınıfa mensup, ailece katılan, genellikle varoşlardan gelen MHP’liler olduklarını gözlemledik[3].
Tümünde başat olan grupların ise orta ve alt gelir gruplardan gelen muhafazakâr-milliyetçi kesimler, orta-üst sınıf yeni nesil AKP’liler ve farklı dini cemaatlerden erkekler, öğrenciler, memurlar, belediye çalışanlarından müteşekkil görece bir çeşitlilik içinde olduğu göze çarpıyor. Bunun dışında sokaklarda hareket halinde eski model TOFAŞ araçlarıyla dolaşan alt sınıfa mensup lümpen milliyetçi (ekseriyetle ülkücü kurt işareti yapan) erkeklere ve yabancı markalı arabalar ve cipler içinde, pencerelere asılı bayraklar, yüksek volümlü çalan marşlar ve Recep Tayyip Erdoğan seçim kampanyası müziği eşliğinde gezen üst sınıftan kadınlar ve erkeklere de rastlamak mümkün.

Nöbet meydanlarının yakınlarına büyükşehir belediyesince gezici tuvaletler konmuş. Nöbet alanlarının hepsinde yemek ve su dağıtan  belediye araçları var, bütün hizmetler, yemek ve içecekler büyükşehir belediyesi ve onunla anlaşmalı şirketlerin promosyonları sayesinde ücretsiz sağlanıyor. Mekânlar farklılık gösterse de bütün mekânlarda bir gösteriden çok bir piknik havası, mevlitler eşliğinde kadınlı-çocuklu bir ramazan şenliği, kimi zaman bir seçim mitingi, kimi zaman 23 Nisan ulusal bayramı, uzaktan bakınca – bayraklar sebebiyle- tamamında bir cumhuriyet mitingi havası hakim. Marşlar, şarkılar ve barkovizyon ekranda gösterilen görüntüler, darbe karşıtı gösteri olma niyeti ile çelişir şekilde, meydana militarist bir havanın hakim olmasını sağlıyorlar. Diğer taraftan alanda erkekler kadar kadınlar da var: nöbetler kadınların ve çocukların geceleri sokakta olmasını sağlayan bir meşruluğa da sahip. Kadınların ekseriyeti başörtülü, az bir oranı özellikle Kısıklı ve Saraçhane’de kara çarşaflı, yine az bir kesimi başı açık olarak gelmişler. Kadınların eylemlerdeki varlığının eylemlerin erkek-milliyetçi dilini kırması beklenebilecekken, kadınların eylem diline muhalif bir müdahaleleri olmadığını görüyoruz.

Alanlarda yaygın olarak atılan sloganlara baktığımızda çok zengin bir repertuar göremiyoruz: ülkücü tekbir, klasik tekbir ve “hoop ninnayi ninnayi gel oynayi oynayi” şarkısından türetilen maç sloganının Recep Tayyip Erdoğan ismine uyarlanmış halinin bütün nöbetlerdeki ortak atılan sloganlar olduğunu söyleyebiliriz. Bu sloganlara eşlik eden beden dili, genellikle el işaretlerine dayalı: kurt işareti, rabia işareti ve işaret parmağı havada tekbir işaretinin alandaki kitlelerce içiçe ve yan yana benimsendiğini görüyoruz. Eylemlerdeki bedensel performans el işaretleri, giyilen giysi, takılan aksesuar, elde taşınan bayrak ile sınırlı.

Nöbetlere hakim olan bu dil, darbe gecesi MHP ve AKP tabanının beraberce tanklara direnmiş olması ve bu kesimlerin kendisini ifade edebilecek başkaca ortak bir direniş diline sahip olmamasına bağlanabilir.

Bunun dışında meydanlara çağrıyı yapanın hükümet olması hemen hemen sadece sağ muhafazakar cenahtan müteşekkil partiküler bir kimliğin meydana gelmesine sebep oluyor. “Sünni olmak ortak payda. Orada Sünnilik ve milliyetçiliğin iç içe geçtiğini hem ilk gece köprüde hem sonraki nöbetlerde görüyorsunuz. İlk günden beri salalar tekbirler bu iç içe geçmenin en düz ifadesi oldu. MHP ile AKP tabanının içiçe geçmesini ifade etti. Bir yandan da bir çoğunluğu ifade etti ve “halk çoğunluğu biziz” hissi oluştu.” (yüksek lisans öğrencisi, erkek, Kısıklı, 31.07.2016).

Dolayısıyla bu nöbetlere kimlerin katıldığı sorusu kadar, kimlerin neden katılmadığı da önemli. Zira bu soru hem içinde bulunduğumuz toplumsal kutuplaşma hakkında hem de darbe sonrasında yeniden inşa edilmeye çalışılan milli mutabakat rejimi hakkında bize önemli bir ipucu veriyor. Her ne kadar nöbetlerde sürekli “Türküyle, Kürdüyle, Alevisiyle, Sünnisiyle, Lazıyla, Çerkeziyle hepimiz buradayız” denilse de, bunun bir temenniden öteye gidemediği de herkesin malumu.  Tanklara direniş ve sonraki nöbetler sırasında sokağa çıkmayanların neden çıkmadığını açıklamak için, toplumsal hafıza ile meydanlardaki eylem dilinin çakıştığı noktaya bakmamız gerekiyor. Bir yandan nöbetlerde “halkın çoğunluğu”nun Sünni ortak paydaya dayanan milliyetçiliği atılan tekbirler, camilerden okunan salalarla güçlendirilirken, diğer yandan bütün “hepimiz beraberiz” söylemine rağmen ömrü darbelere, tanklara direnmekle geçmiş grupları sokaklardan uzaklaştırmakta. Bütün bu kimliksel simgelerin darbe karşıtı gösterilere hakim olması, 12 Eylül’ü, 12 Mart’ı, Madımak Katliamı’nı, Cizre’yi yaşamış olan veya bu acılı miras ile yetişmiş grupların nöbetlere mesafeli bakmasına yol açtığı görülüyor. Geçmişle yüzleşmeye değil, onun silinmesine odaklı bir “milli irade” söyleminin göz ardı ettiği gerçek, o hafızanın iyileşemeyen yaralarının insanların eylemliliğini ve seçimlerini büyük ölçüde etkilediği, kimlik inşalarını belirlediğidir.

“Tekbir bizler için Sivas’tır” diyen, kendisini 78’lilerden diye tanıtan ve ömürlerinin darbe yasalarıyla mücadele içinde geçtiğini, onlar bu mücadeleyi verirken çok yalnız bırakıldıklarını ifade edenler, şu anda sokakta hakim olan sloganların ve protesto kültürünün onları endişelendirip durdurduğunu, katliam ve pogrom hafızası ile  zihinlerine kazınmış tekbirleri darbe karşıtı eylem fikri ile bağdaştıramadıklarını itiraf edip, yaralı hafızalarını Darbe Karşıtı Forum’daki tartışmada ortaya koyuyorlar.

Bir diğer birlik-beraberlik fikrini sarsan unsur ise, tek tip ve tek renk görünen nöbetlerde aslında farklı tecrübelerin sesinin de duyulmaz kılınması, madunlaştırılması. Örneğin kadınların sesi: birçok kadın darbe gecesi ve sonraki nöbetlerde tek başlarına çıkamadıklarını ve kendilerini çıkaracak erkeklerden rica ederek sokağa direnişe çıktıklarını, birçoğu birini bulamayınca çok istemelerine rağmen çıkmadıklarını, bunun sebebinin askerden/tanktan korkmaktan çok tacizden korkmak olduğunu ifade ettiler. Direnişte ve sonraki nöbetlerde yarı yarıya kadın katılımcı vardı, Konda araştırmasında kadınların Türkiye çapında nöbetlere katılımı yüzde 48, İstanbul’da yüzde 49 görünüyor, buna rağmen bu toplumsal cinsiyete dayalı sokak ile ilişkideki farklılık, bu kadınların alanlara büyük ölçüde kendi başlarına gidemediklerini göstermektedir.

Direniş tecrübesi bir diğer yandan Kürt olanların farklı yaşadığı bir tecrübe: tanklara, jetlerin sesine alışık olanlarla olmayanların tecrübesi arasındaki en önemli fark, bu direniş tecrübesi olmayanların daha cesur ilerleyişinde ortaya çıkıyor (aslında bu nokta Gezi’deki sokak direnişi tecrübesi olmayanların durumu ile benzerlik arz ediyor). Yirmiye yakın sivil direnişçinin katledildiği Çengelköy’den başı açık genç bir kadının ifadesi darbe gecesinde sokağa çıkanların hissiyatını özetler gibiydi. “Mahallenin manavı, bakkalı öldü, onların cesetlerini görünce bir kabus içinde olduğumuzu düşündüm.” Bu noktada tekbir seslerinin ve camilerden okunan salaların kendilerine güç verdiğini, o sayede dayanışma ile birbirlerini destekleyerek tanklara yürüdüklerini öğreniyoruz.

Her ne kadar bu sloganlar etrafında kutuplaşmalar oluşsa da, darbeye direniş ile deneyimlenen devlet şiddetinin, aynı Gezi’deki gibi öngörülemeyecek bir yakınlaşmaya/buluşmaya da vesile olabilmesini ümit etmekten kendimizi alıkoyamasak da,  devlet şiddetini bu olayla derinden deneyimleyen muhafazakar kimliğin “bu darbeci askerler Boğaziçi köprüsünde bizi tanklarla ezip, parlamentoyu bombaladılarsa, Cizre’nin bodrumlarında sivillere acaba ne kötülükler yapmışlardır” sorusunu kendilerine ne kadar sormuşlardır bilemiyoruz.             

Gezi direnişi ile ilişki ve gasp edilen hafıza

Taksim meydanında gördüklerimiz bizde tuhaf bir iz bıraktı. Bu tuhaflığı şöyle tasvir edebiliriz: darbe karşıtı şenliğin bir taraftan Gezi’ye atıfta bulunduğunu, yer yer ona özendiğini gördük. Diğer taraftan, Gezi’nin açığa çıkardığı çeşitli toplumsal-tarihsel hakikatlerin gaspına dair bir görüntü hâsıl olmuştu. Burada söz konusu olan 15 Temmuz direniş anlatısının muhalif hafızaların yanına eklenmeyi reddetmesiydi. AKM’nin üzerini kaplayan “Hakimiyet Milletindir” pankartı, Gezi sırasında beşbenzemez siyasal grubun farklı posterlerinin yanyana asıldığı AKM görüntüsü ile tam bir tezatlık göstermesiyle, bu gasp etmenin görsel sembolü gibiydi. Sadece Taksim’de değil, sokak nöbetlerinin yapıldığı her yerde bazı sloganlar, yapılan gösteriler, kullanılan kavram ve kategoriler ve eylem türlerinin Gezi’ye gönderme yaptığını fark ettik. Bu diyalojinin en açık örneği ise Saraçhane’de asılı olan “Gezici değil kalıcı gençlik” pankartıydı. Daha sonrasında yine Saraçhane’de “her yer Tayyip her yer Erdoğan” sloganının tekbirlerin arasında atıldığını duyduk. Bazı nöbet parklarına ve Taksim nöbeti yakınındaki Gezi Parkı’na kurulan çadırlar da bu göndermeye bir örnek olarak okunabilir. Çadır kurmak, yeni toplumsal eylem tipinde mekân üzerinde sisteme direniş anlamına gelir. Küresel bağlamda işgal (occupy) hareketleri mekânda kamp kurma suretiyle müşterek bir kullanım alanı yaratır ve  devlet ve sistem karşısında bir “müdahalesizlik alanı” oluşturur, kendi heterotopik özerk alanlarını tanımlayarak yeni bir yaşam inşa eder ve karşı çıkışının ufkunu “şimdi ve burada” özerk bir dünya kurarak dillendirir, gösterirler. Demokrasi nöbetleri bağlamında kurulan çadırlar ise bunları bağlamından, içeriğinden ve anlamından koparıyor: bu çadırlarda yaşam yoktur, çadırlar etrafında kamp deneyimi üzerinden özerk ve müşterek yaşam inşası gerçekleştirilmemiş, hatta hiç amaçlanmamıştır. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur, zira işgal hareketlerinin varlık sebebi devlete ve sisteme karşı alternatif ve özerk bir yaşam alanını savunmaktır. Nöbetler ise kendisine ait olduğu sanılan devlet ile uyum içerisinde ve ondan destekli eylemlerdir, dolayısı ile çadır kurmak, işgal etmek eylemlerinin burada aslında kurucu bir anlamı da yok.

Bütün bu göndermelerin ötesinde aslında meydanlardaki demokrasi nöbetlerinde Gezi’de deneyimlenenden çok farklı bir yapı var: dikey olarak örgütlenen bu eylemlilikte eylemlerin merkezi bir sahne. Sahneden telkinlerle yönlendirilen katılımcılara sloganları, yapacakları ve duygulanacakları meseleler bildiriliyor, onlar da bu eylemlerde bayrak sallayıp sahneden yönlendirilen sloganları atan pasif izleyiciler durumuna indirgeniyorlar. Meydanlarda katılımcılara söz hakkı vermeden kullanılan standart hamasi dilin, tankların altında ezilerek can verenlerin tekil öznelliklerini “vatan”, “millet”, “demokrasi” gibi soyut kavramlar üzerinden tarihsizleştirerek gasp ettiğini düşünüyoruz. Darbeye karşı sokağa çıkanların bu soyut kavramlar için ölümü göze alan gözü pek neferler olmaktan çok, kendini spontane bir sahnenin içinde bularak, kendi askerinin kendisine sıkmayacağı varsayımı ile son 15 yılda kazandıkları itibarı ve kazanımları kaybetmek istemeyen; ezici çoğunluğu daha önce devletin çıplak şiddetinden nasibini almamış olsa da cumhuriyet rejimi boyunca hor görülmüş olmanın öfkesini ve hafızasını taşıyan yurttaşlar olduğunu katılımcıların anlattıklarından biliyoruz. Zira, muhafazakâr kesimlerden yaşlıların 27 Mayıs ihtilalinin, genç ve orta yaşlı İslamcıların 28 Şubat’ın izlerini bedenlerinde taşıyarak sokağa çıktıkları çokça dillendirilen bir durum (12 Mart ve 12 Eylül darbesinin hedefi olan sol-seküler cenahtan kesimlerin ağırlıklı olarak evde kaldıklarını görüyoruz). Söz konusu hamasi dil işte bu yaralı hafızaları taşımak suretiyle mobilize olmayı veya evde kalmayı seçmiş kesimlerin deneyimlerini yok sayarak çeşitlilikten müteşekkil hakikati gasp edip onu tek tipleştiriyor.

İkinci Başkomutan ve ordulaşan Millet

Nasıl oluyor da orduya ve devlete sadakatle övündüğünü bildiğimiz sağ-muhafazakâr kimlikten müteşekkil “millet” kendi ordusuna karşı meydanlara inebilmekte, devletin tanklarına karşı bu kadar cüretkâr direnebilmektedir? Görüşmelerden ve gözlemlerimizden edindiğimiz izlenim, devletin yanlış ya da yabancı ellerde olduğu kanaatinin tabanda yaygın olmasının, bu mobilizasyonu mümkün kıldığıydı. Tankların ve uçakların bu devletin gerçek sahibi olduğu düşünülen Müslüman Türk milletinin üstüne sürülmüş olmasının, son on yılda İslami kesimde güçlenen devlete olan inancın sarsılmasının doruk noktası olduğunu söyleyebiliriz Bu anlamda, bu gerilimli ve çatışmalı geçiş sürecinde devletin bürokrasisine ve özellikle ordusuna olan derin güvensizlik (daha önceki askeri müdahaleler ve darbeler sebebiyle), lidere duyulan aşırı güven ve inanç üzerinden ikame ediliyor diyebiliriz.

Meydanlara dev ekranlar vasıtasıyla canlı olarak seslenen Cumhurbaşkanı ve hükümetten temsilciler veya kurulan podyumlardan konuşan mahalli figürler bütün konuşmalarda 15 Temmuz’un bir darbe olmasının ötesinde (Batılı güçlerin, yerel maşaları aracılığı ile eyleme koyduğu) bir işgal hareketi olduğunu vurguluyorlar. Bu bakımdan 15 Temmuz gecesi (Batılı işgalci güçlere karşı) ikinci bir istiklal mücadelesi olarak sunuluyor

Belki de daha önemlisi AKP 15 Temmuz ile kendine ait müstakil tarihi bir direniş ve temkinli de olsa bir zafer anlatısına kavuşmuş görünüyor. Bunu bu şekilde kurgulayan söylem ise Kurtuluş Savaşı’na göndermeler yolu ile inşa ediliyor. Meydanlarda çalınan şarkıların hemen hemen tamamının askeri marşlar ve mehter marşları olması bu “İstiklal Mücadelesi” söylemini pekiştiren unsur. Bunun da ötesinde konuşmacılar bu mücadeleyi sırf ulusal düzeyde Müslüman Türklerin istikbali ile sınırlı tutmayıp, daha evrensel düzeyde deyim yerindeyse kendilerini dünyada ezilen mazlum milletlerin ”yegâne hamisi” olarak görerek, “anti-sömürgeci” bir yerden konumlandırmaları oldukça eskiye giden milliyetçi-muhafazakâr öznenin arzusunu ifade ediyor.

Söylemin semantiğine bakıldığında Devlet-Millet, Tank-İman, Firavun-Musa, Zalim-Mazlum, Batı-Doğu karşıtlıkları söylevlerin kurucu ana yapısını oluşturuyor: “Onların tankı varsa bizim de imanımız var”. Bu anti- sömürgeci- garbiyatçı retoriğin merkezinde ayrıcalıklı figürün Recep Tayyip Erdoğan olduğunu görüyoruz. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı muhtelif konuşmalarında kendisine atfettiği kosmolojik anlam ise oldukça çarpıcı: Bu anlatıya göre Allah düşmanın sinsi tuzağını kendisi üzerinden millete tebliğ ederek ifşa etmiş. Millet de onun üzerinden aktarılan “ilahi” çağrıya yanıt vererek meydana çıkmış ve daha büyük tuzakla millete oynanan oyunu bozmuş ve böylece ilahi adalet tecelli ederek işgalci darbeciler hezimete uğratılmış. Cumhurbaşkanı'nın nöbetlerin ilk günlerinde defaten dillendirdiği bu anlatı, kendisini kutsal bir pozisyon içinde konumlandırarak otoritesine, kendi deyimiyle “göklerden gelen bir karar” dahilinde aşkın bir meşruiyet zemini kurmaya başladığının işaretini veriyor.

Bu minvalde daha önce sadece partiküler bir kimliğin lideri olan Erdoğan’ın, sağ muhafazakâr kesimden hemen hemen herkesin lideri olmaya başladığını görüyoruz. Yani, bir tür kurucu lider figürü etrafında kenetlenmiş yeni bir milli (Sünni Türk) mutabakat rejiminin meydanlarda inşasına tanıklık ediyoruz. Geldiği yer düşünüldüğünde sivil karakterli karizmatik lider, bu süreçte milli bir başkomutana dönüşürken, kendisinden seçimden seçime oy kullanması beklenen pasif tüketici dindar tabanın da sürekli diri tutulan tehdit karşısında devleti sahiplenerek özneleştiğini ve bir nevi “ordulaştığını” görüyoruz. Meydanlarda atılan sloganlarda “başkomutan ve ordu millet” vurgusu bunun açık ifadesi olarak görülebilir. Kısıklı meydanında hatip tarafından okunan “minareler süngümüz Kubbeler miğferimiz ve müminler askerimiz” şiirine katılımcıların coşması, milletin ordulaşması ve vatandaşın birer nefer haline gelmesi arzusunun bir ifadesi olarak görülmelidir. (Siirt’te yaptığı bir konuşmada okuduğu bu şiirden dolayı şimdi Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın hapis yattığını hatırlatalım).

Sonuç:

Demokrasi nöbetleri, Gezi’den farklı olarak bastırılmış toplumsal bilginin açığa çıkmasından çok, devletin ideolojik aygıtlarının ürettiği bilme, duyumsama ve görme biçimlerinin yeniden üretildiği, özellikle Gezi sonrasında açığa çıkmış alternatif bilme ve hissetme biçimlerinin tekrar hasır altı edildiği ve tek bir milliyetçi anlatı etrafında görünmez kılındığı eylemler görüntüsü vermektedir. Farklılıkların ifade edilebilmesinden çok milliyetçi üst gösterenler üzerinden bu farklılıkların birbiriyle aynılaşma arzusuna, tek bir ulusal bedende erime performansına tanıklık ediyoruz. İlk geceki direnişin görece çoğulcu doğaçlama tabiatına, akabinde merkezi otoritelerce düzenlenen meydan nöbetlerinde “çeki-düzen verilmiş”, bu durum ise teksesliliği  güçlendirmiş oldu.

Bu yeni dönemde hangi ilke ve prensipler üzerinden yeni bir mutabakat rejimi inşa edilecek? Bu yeni mutabakat rejiminde azınlıkta olanların hukuku nasıl düzenlenecek, emeğine ve diline el konulmuş toplumsal kesimler ne ölçekte tanınacak? Devlet ve sivil toplum/dini cemaatler ilişkisi nasıl olacak? Başka bir ifadeyle, ezici çoğunluğunu Gezi’de sokağa çıkmamış milliyetçi dindarların ve az olsa da seküler milliyetçilerin oluşturduğu darbe karşıtı gösteriler bir demokratikleşme sürecinin başlangıcı mı, yoksa kitlelerin kendini ifade etme imkânı bulduğu yeni bir faşist milli mutabakat rejiminin aynası olarak mı görülmelidir? Meritokrasi (liyakat) ve devletin nötrlüğü fikri üzerinden CHP tarafından ifade edilen elitlerin demokratikleşmesi ve formel eşitlik ile sınırlı (liberal) demokrasi anlayışına mı meyil edilecek, yoksa Sünni-Türk çoğunluğun tahakkümüne dönüşecek neo-liberal otoriter rejimin inşasında ısrar mı edilecek? Farklıların tanınmasına dayalı çok kültürcü ve radikal demokratik HDP anlayışının söz konusu mutabakat rejiminin şimdilik dışında bırakılmış olmasının iki devlet anlayışı için de bir problem arz etmediğini düşünürsek, bu yol ayrımına meydan okuyacak siyasal bir oluşumun en azından siyaset sahnesinde bulunamayacağını düşünüyoruz. Belki de bu ikili yol ayrımını dönüştürebilecek güç, siyasal sahneden başka yerde, toplumsal grupların birbiri ile diyaloğunda bulunabilir. Biz, bütün failliğin sadece devlete ve siyasal partilere atfedildiği bir söylemin, toplumsal direniş tarihimizin geldiği noktayı, Gezi sonrası yaşanan dönüşümü yok sayan bir söylem olduğunu düşünüyoruz. Bu söylemin bu kadar yaygın şekilde solda da benimsenmesinin yol açacağı sosyal depresyon ve apatiden ise sadece siyasal iktidarın değil, hafızasının gasp edilmesine karşı etkin bir ses çıkarma yönünde çaba harcamayan aktörlerin de sorumlu olacağını düşünüyoruz. Üsküdar forumunda ifade edildiği gibi, her kesimin kendi darbesinin ve acılardan müteşekkil müstakil tarihlerin olduğu mevcut yarılmışlık durumu devam mı edecek, yoksa her kesimin farklı biçimlerde, farklı zaman ve mekânlarda devlet şiddetine maruz kalmış olduğu gerçeği idrak edilerek,  şiddete ve aşağılanmaya karşı haysiyet savunusuna dayalı yeni siyasi ve etik bir müşterek zemin üzerinden toplumsal barış inşasına doğru mu gidilecek? Malum bu güncel sorulara yanıt vermek şimdilik oldukça güç olsa da, verilebilecek yanıtlar, içlerinde kutuplaşmanın ve toplumsal barışın kodlarını saklı tutmaktadır.


[1] http://t24.com.tr/haber/devlet-bir-varmis-bir-yokmus,231518

[2] Barış İçin Kadın Girişimi, Emek ve Adalet gruplarından bazı kadınlar ve barış üzerine çalışan bazı akademisyenler bunların arasındaydı

[3] MHPlileri AKPlilerden, elle yapılan kurt işareti, atılan tekbir tipi ve bazı sloganlarla ayırabilmek mümkün. Bu konuda nöbetlere ve AKP mitinglerine katılan sosyoloji öğrencimiz bize yardımcı oldu.