Gündem

Freedom House: AB, mülteci akını yüzünden Türkiye’ye bencilce tutmayacağı sözler verdi

"2015, özgürlükler konusunda gerilemenin en çok yaşandığı yıl oldu"

08 Şubat 2016 10:19

ABD’de insan hakları alanında çalışan önemli sivil toplum kuruluşlarından Freedom House Başkanı Mark P. Lagon, Avrupa Birliği’nin mülteci akını yüzünden Türkiye’ye bencilce tutmayacağı sözler verdiğini savunuyor. Lagon’a göre Türk hükümetinin ise en büyük açığı ülkedeki ifade özgürlüklerini sindirmeye dönük tavrı.

"Türkiye, Facebook’a yapılan yorum sildirme ve hesap kapattırma başvurularında dünya ikincisi" diyen Lagon, "Birincinin devasa nüfusu olan Hindistan olduğu dikkate alındığında Türkiye’nin durumunun ne kadar abartılı olduğu daha rahat anlaşılabilir belki" yorumu yaptı.

Freedom House, her yıl ülkelerin performanslarını değerlendiren 3 rapor hazırlıyor. Raporlardan biri basın özgürlüğüne, bir diğeri ise internet özgürlüklerine odaklanıyor. En kapsamlı değerlendirmeler ise ‘Dünyada Özgürlükler’ isimli raporda yer alıyor. Ocak ayı sonunda yayınladıkları 2015 raporunda Türkiye yine ‘kısmen özgür’ ülkeler arasında yer aldı. 

Hürriyet'ten Cansu Çamlıbel'in sorularını yanıtlayan (8 Şubat 2016) Lagon'un açıklamalarından bazı bölümler şöyle:

 

"2015 gerilemenin en çok yaşandığı yıl"

 

- Raporunuzda geçirdiğimiz yılı ‘yeni tür otokratların ve sofistike sansür yöntemlerinin öne çıktığı bir yıl’ olarak tanımlıyorsunuz. Dünya 2016 itibarıyla nasıl böyle bir noktaya geldi?

 Son 10 yılda siyasi ve bireysel özgürlüklerin gerilediği ülkelerle ilerlediği ülkelerin arasındaki uçurum büyüdü. Bizim araştırmamıza göre özgürlüklerin gerilediği ülkelerin sayısı 71’I bulurken ilerlediği ülkeler 43’te kaldı. 2015 son 10 yılda özgürlükler konusunda gerilemenin en çok yaşandığı yıl oldu. Özgür olmayan ülkeler, açık otokrasiler ve sözde demokrasi olup da özde özgürlükçü olmayan yarı özgür ülkeler, sivil toplumu ve ifade özgürlüklerini ezmek için türlü taktikler geliştirdiler.

 - Sivil toplum profesyonelleri ve hükümetler kullandığınız terminolojiye hakim. Ancak okuyucularımız için metodolojinize açıklık getirelim biraz.

 44 yıldır bu raporlar için kullandığımız metodoloji şöyle. Özgürlükler, siyasi sistemin işleyişi, rekabet edilme kabiliyeti, özgür ve adil seçimler, örgütlenme özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi başlıklar var. Her ülke bütün bu başlıklarda 1 ile 7 arasında puanlandırılıyor. 7 en yüksek, 1 de en alt puan. Önce bir akademisyen bir ülkenin değerlendirmesini yapıyor. Daha sonra başka akademisyenler ve uzmanlardan oluşan bir grup, ana değerlendirmedeki unsurları 25 alt başlıkta ele alıyor. Sonrasında da o ülkenin genel puanı hesaplanıyor.

- ‘Kısmen özgür ülke’ ne demek?

 Dünyayı 3 gruba ayırıyoruz. Siyasi ve bireysel özgürlüklerin güçlü olduğu, genel anlamda iyi işleyen demokrasiler için ‘özgür ülke’ tanımı yapıyoruz. Otokratik rejim altında yaşayan, siyasi ve bireysel özgürlüklerin kısıtlı olduğu ülkelere ‘özgür olmayan ülke’ diyoruz. Son 10 yılda insan hakları ve özgürlüklerde en büyük gerilemenin yaşandığı ülkeler bu grupta. Bir de orta kategorideki ülkeler var. Siyasi ve bireysel özgürlükler alanındaki notları genelde 3 ile 5 arasında gidip geliyor. Bunların bir kısmı kendisini ‘demokrasi’ olarak tanımlıyor, hatta seçimler de yapılıyor. Ancak öte yandan yüksek düzeyde yolsuzluk, muhalefetin sindirilip korkutulması çok yaygın ve elbette ifade özgürlüğü sıkıntıda. Türkiye de bu gruptaki ülkelerden biri. Son dönemde Türkiye’de en çok yoğunlaştığımız sorun ise ifade özgürlükleri. Çok çarpıcı ihlal örnekleri sergilendi.

 - Bu tür eleştirilere karşı Türk hükümeti hep şu yanıtı verdi; ‘Son 13 senede defalarca halkın önüne sandık konuldu ve hep biz çıktık. Hatta oylarımızı yükselterek çıktık çoğu kez. Bu demokrasinin başarısıdır’.  Freedom House’ın değerlendirme kriterleri açısından ise seçimler tek başına yeterli değil. Sağlıklı işleyen bir demokrasi için formülünüz nedir?

Adil ve özgür seçim kavramıyla, iktidar partisinin hükümet olmanın avantajlarını kullanarak girdiği seçimler arasında fark var. O avantajları kullandığınız takdirde sahadaki eşitlik ilkesini zedelemiş oluyorsunuz. Ama velev ki seçimler gerçekten de adil ve özgür bir ortamda yapıldı, bize göre yine de demokrasinin işlemesi için çok daha fazlasının olması gerekiyor. Sivil toplumun bütün siyasi tartışmalarda sesini yükseltebileceği, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü tam olarak kullanabileceği bir ortam demokrasinin olmazsa olmazı.

 

"Erdoğan ortalama 4 günde bir
eleştiriye dava açıyor"

 

- Türkiye’nin en büyük açığı nerede?

 Türkiye’ye tam bir demokrasi ya da özgür ülke diyemememizin sebebi ifade ve basın özgürlüklerinin tehdit altında olması. Mesele sizin meslektaşınız Ahmet Hakan’ın uğradığı saldırıya bakalım. Bunların yaşandığı bir ortam özgürlüklerin kullanımı açısından son derece problemli bir ortamdır. Ve bütün bunlardan da hükümet sorumludur. Keza Cumhurbaşkanının 19 gazeteci ve 2 karikatüriste açtığı tazminat davalarını düşünün. Bütün bu kişilerin hapse girme ihtimali iktidar gücünün sindirme amaçlı kullanımıdır. Tek kabahatleri de hükümeti eleştiren şeyler yazıp çizmiş olmalarıdır. 2015 istatistiklerine bakarsanız Cumhurbaşkanı Erdoğan ortalama 4 günde bir kendisini eleştiren bir kişiye dava açmış. Bu çok ciddi anlamda bir sindirme politikasıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu alandaki sorunlara sık sık dikkat çekiyor ve bizim tespitlerimize katılıyor.  Yine 2015’te bazı yorumların silinmesi için Facebook ve Twitter’a tüm dünyadan yapılan başvuruların yüzde 90’ı Türk hükümetinden gitmiş.

Bir de son derece merkeziyetçi bir medya yapısı var. Bazı medya gruplarıyla hükümet arasında son derece yakın bir ilişki var. Bunlar da basın özgürlüğü açısından hep sorunlu noktalar.

 

"Türkiye, Facebook’ta yorum sildirme ve hesap kapattırma başvurularında dünya ikincisi"

 

- Türkiye’den giden talep sayısı yüksek olabilir ancak sonuçta Türk hükümeti de aynen Amerikan hükümeti gibi çoğu kez ‘ulusal güvenlik tehdidi’ ve ‘terörle mücadele’ argümanlarını kullanıyor. Bu durumda Türkiye ile ABD aynı kategoriye girmiş olmuyor mu?

ABD de mükemmel değil elbette. Hem de belirttiğiniz gibi terörle mücadele adına sosyal medyayı gözetim altında tutmaya bu kadar yoğunlaşarak diğer hükümetlere de bahane vermiş oluyor. Dolayısıyla diğer bazı hükümetler de sosyal medyayı kontrol altına almaya dönük eylemleri için ‘terörle mücadele’ deyip işin içinden çıkıyor. Bizim internet özgürlükleri konusunda hazırladığımız diğer raporda da Türkiye ‘kısmen özgür’ ülkeler arasında. Türkiye, Facebook’a yapılan yorum sildirme ve hesap kapattırma başvurularında dünya ikincisi. Birincinin devasa nüfusu olan Hindistan olduğu dikkate alındığında Türkiye’nin durumunun ne kadar abartılı olduğu daha rahat anlaşılabilir belki.

 

"İşin ucu Kürtlere, solculara,
Gülen Hareketi’ne kadar varabiliyor"

 

- Raporunuzda son yıllarda pek çok hükümetin sivil toplumu ve yeni nesil sosyal hareketleri baskı altında tutabilmek için zalim yasalar çıkardığı yönünde bir tespitiniz var. Teknoloji ve sosyal medyanın sivil örgütlenme açısından sağladığı yeni imkanlar daha şiddetli yeni tedbirlerle sıfırlanmaya çalışılıyorsa sivil toplum nasıl ilerleyecek sizce?

Bahsettiğiniz sıkıştırma/sindirme politikalarına karşı ne yapılması gerektiği hususunda uluslararası aktörlerle ve bütün dünyadan sivil toplumla diyalog içindeyiz. Bu meselenin iki boyutu var. Birincisi abartılı yasalar. Türkiye örneğinde bunun en çarpıcı örneği terörle mücadele yasalarının kapsamı. O kadar muğlak, o kadar baskıcı ve o kadar geniş bir biçimde kullanılıyor ki bu yasalar işin ucu Kürtlere, solculara, Gülen Hareketi’ne kadar varabiliyor. Can Dündar ve Erdem Gül’e yönelik iddianame bahsettiğim abartılı hukuki yorumun klasik örneği. Burma’dan Kenya’ya pek çok başka ülkede de bu durumun benzeri vakalar mevcut. Dolayısıyla uluslararası sivil toplum sadece o ülkelerin hükümetlerinden bu yasaların değişmesini talep etmekle kalmamalı. Sosyal medyayı ve sivil toplumun dinamizmini kullanarak ne yapılabileceğine de kafa patlatmalı. Bu arayışta sivil toplum şundan cesaret almalı; tarih bizden yana.

 

"Gülen Hareketi, yolsuzluklara karşı soruşturma başlatılmasına yardımcı oldu"

 

- Türkiye’de Gülen medyasına yönelik adımları da eleştiriyorsunuz raporda. İşin basın ve ifade özgürlükleri boyutunun ötesinde bir tespitiniz var mı Gülen Cemaati konusunda? Yasa dışı yöntemlerle devlet içinde bir terör örgütü gibi faaliyet gösterdikleri yönündeki suçlamalar konusundaki görüşünüz nedir?

Ben burada bütün grupların motivasyonlarına dair nihai bir karar verecek konumda değilim. Ama Gülen Hareketi’ni sindirip susturmaya yönelik çabaların bu grubun yolsuzluklar meselesini etkin biçimde gündeme getirmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Yolsuzluklardan konu açılmışken şunu da söylemek isterim. Dünyada böyle bir trend var. Hesap verebilirlik ilkesini reddeden hükümetler halklarını insan hakları ihlallerinden ziyade daha çok yolsuzluklarla öfkelendiriyor. Gülen Hareketi Erdoğan hükümetindeki yolsuzluklara karşı soruşturma başlatılmasına yardımcı oldu. Ve görülüyor ki bu büyük bir günahtı.

- Avrupa’nın mülteci politikasına yönelik şiddetli eleştirileriniz var. Bu arada, Avrupa Birliği’nin 2015 yılında Türkiye’nin Avrupa’ya mülteci akınını durdurması karşılığında ülkedeki insan hakları ihlallerine göz yumduğunu ileri sürüyorsunuz.

Suriye meselesine analitik olarak baktığımızda ortaya çıkan şu; ABD ve AB hükümetleri hem mülteciler konusunda hem de Esad’ın katliamlarına yanıt verilmesi konusunda liderlik gösteremediler. IŞİD de tam bu noktadaki zafiyetten doğdu. Suriye’nin işgal edilmesi yerine içerdeki barışçıl muhalefetin desteklenmesi ve Esad’ın havadan bombardıman kabiliyetinin ortadan kaldırılması hedeflenebilirdi. Suriye’de Batı’nın yaptığı hatalar yüzünden yaşandı o mülteci akını. Bu sefer de AB hükümetleri son derece bencil bir tavırla çözmeye çalışıyor meseleyi. Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta IŞİD’le mücadelesi karşısında AB üyeliğine yönelik tartışmayı canlandırma vaadinde bulunuyorlar. Mültecilerin durdurulması karşılığında Türkiye’nin ödüllendirilmesine dönük bencilce bir yaklaşım. Oysa AB üyeliğinin temel unsuru demokrasiye ve insan haklarına saygılı prensiplerle yaşama şartıdır. Türkiye’de ise son yıllardaki gidişatın AB’nin o temel prensipleri istikametinde olmadığı aşikar. Çoğulculuk ve ifade özgürleri açısından son derece karmaşık ve kaygı verici bir tablo var karşımızda. AB mülteciler konusundaki tavrıyla Türkiye’nin insan hakları alanındaki sorunlu tavrından bencilce sıyırıyor kendisini.

- Mültecilerin Avrupa’ya akınının durdurulması karşılığında Birliğin gerçekten de Türkiye’yi üyeliğe kabul edebileceğine inanıyor musunuz? Bahsettiğiniz yaklaşım tamamen konjonktürel bir riyakarlıktan ibaret değil mi?

Brüksel’de çok sayıda insanla konuşuyorum. Türkiye’nin üyeliğinin yakın bir zamanda gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Tam da bu yüzden Avrupa Birliği’nin tavrını bencilce buluyorum. IŞİD krizi yüzünden Türkiye’deki insan hakları standartlarını bir kenara atıyorlar. Suriye krizinin kontrol edilmesi karşılığında Türkiye’ye ilerleme sözü veriyorlar ama üyelik konusunda bir kaç yıl içinde bir ilerleme olmayacağını bal gibi bilerek veriyorlar bu sözü.

- Şu noktada Avrupa Birliği’nin Ankara’ya karşı nasıl bir tutum takınmasını yeğlerdiniz o halde?

Söylediklerimden Türkiye’nin üyeliği konusunda Avrupa Birliği’nin hevesini kırmaya çalıştığım anlaşılmasın. Ama basın özgürlüklerinin zedelenmesi, sosyal medyanın kontrol altına alınmaya çalışılması, terörle mücadele yasalarının geniş ve abartılı bir biçimde işletilmesi gibi konuları Avrupa Birliği’nin yüksek sesle gündemde tutması gerekiyor. Bugün itibarıyla Avrupa Birliği’nin bunu gerçekten yaptığına dair şüphelerim var. Birlik içinde de milliyetçi, yabancı karşıtı tavırların dolayısıyla da terörle mücadeleyi önceleyen bir yaklaşımın öne çıktığı bir dönemden geçiyoruz.Macaristan, Polonya ve Fransa’daki ortamlar malum. Dolayısıyla da AB’nin tek bir sesle ve güçlü bir tonda Türkiye’ye doğru mesajları verebileceğinden emin değilim. Ama bana göre her koşulda ABD ve AB’nin bunu yapma yükümlülüğü var. batı demokrasilerinin Türkiye’yi şeytanlaştırmadan doğru yönde ilerlemesini cesaretlendirmek için tek bir sesle güçlü bir biçimde konuşması gerekiyor. Türk hükümetine şeytan muamelesi yapmak değil söylediğim. Ama sorunlar neyse onlar açıkça dile getirilmeli.

Hükümetin ifade, basın ve örgütlenme özgürlüklerini sindirmeye yönelik çabalarının arkasında yolsuzlukları ve temel meselelerdeki ciddiyetini sorgulayan seslerden duyulan kaygının olduğunu düşünüyorum. Kendilerinin başlatıp ilerlettiği barış sürecinin neden 3 haftada tersine döndüğünü kimse sorgulasın istemiyorlar. Erdoğan bu işin tarafıydı. Bu meseleyi başkanlık sistemini getirecek bir anayasa reform karşılığında bir çeşit özerklik pazarlığının bir parçası olarak gördü. HDP’nin dinamizmini fark ettiği anda ise Kürtler içindeki şiddet karşıtı barışçıl sesleri marjinalize etme yoluna gitti. Bu sefer de başkanlık hayali için barış sürecini terk etti. İnsanlar böyle önemli konularda kafalardaki soru işaretlerini dile getirebilmeli. Hükümetin muhalif sesleri sindirmeye çalışmasının nedeni çoğulculuktan korkmaları.


Söyleşinin tamamı için tıklayın