Medya

Fehmi Koru: 'Genç subaylar tedirgin' haberine savcılara gerek kalmadan bizim tepkimiz yetmişti; o günleri özlemişim

"'Genç subaylar tedirgin' haberi gerçekten ‘cuntasal’ bir faaliyetin manşetleşmesiydi "

28 Şubat 2017 17:19

Fehmi Koru*

Epey zaman oluyor…

1990’lı yılların başları…

Değişik gazetelerden üç yazar, Bilkent Üniversitesi’ndeki bir kulübün düzenlediği panelde konuşmacıyız…

Ne konuşacağız? Elbette içinde yer aldığımız gazeteleri; basını…

Özel televizyonlar furyası başlamamış olmalı; meslek alanımızın adı ‘medya’ olarak henüz değişmemiş…

Katılımcılardan biri, basındaki keskin ve yaralayıcı dili eleştirirken.. sözü bana getirip.. “Neden onun gibi biri de Cumhuriyet gazetesinde yazamasın?” diye sormuştu.

Ben ses çıkarmadım. Söz sırası Cumhuriyet yazarı olan üçüncü meslektaşa geldiğinde, o, lâfını hiç eğip bükmeden, farklı görüşlerdeki insanları yazı kadrosunda bulunduran gazeteler fikrine şiddetle karşı çıktı.

O meslektaş sağ ve gazetesi üzerinde o günkü gibi etkili olsaydı.. bugün Cumhuriyet kadrosunda yer alan bazı yazarlara bu imkânın tanınmasını hoş görmezdi.

Hoş görmeyenler bugün de var.

Örnek ortada

Kendi görüşümü açıklayayım:

Elbette ak-kara keskinliğinde ve hiç bir surette zaten yan yana gelemeyecek insanları aynı gazetenin sayfasında yazdırmanın bir âlemi yoktur; ancak temel bazı konularda buluşabilecek farklı görüşten insanlar neden sütun arkadaşlığı yapamasınlar?

Nitekim, 28 Şubat günlerinde, Yeni Şafak gazetesi, bu anlayışla demokrasi ve insan hakları çizgisinde buluşan beş-benzemez görüntülü yazarları bünyesine kattı ve başarılı bir örnek ortaya koydu.

Nazlı Ilıcak’la başladı açılım.. Mehmet Barlas.. Cengiz Çandar.. Kürşat Bumin.. Alper Görmüş.. ve Ali Bayramoğlu.. benim ve Ahmet Taşgetiren’in de içinde yer aldığı yazarlarla aynı gazetenin sayfalarında buluşabildi.

Bunu sağlayan başta gazetenin patronları (Albayrak Ailesi) ve yayın yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu’ydu; ancak gazetenin patronlarını sürekli teşvik eden bir kişi daha vardı: Tayyip Erdoğan

Oldu, olabildi ve okurlar da, başlarda şaşırsalar bile, sonraları bu cephe genişliğini müthiş benimsedi.

Küçük tirajlı ve takımlara girmeyen bir gazete.. o sayede.. sözü edilir ve iyi satar bir gazete haline gelebildi.

İsimlerini andıklarım.. bizim gazete onlara “Gel” dediğinde.. başka gazetelerde kendilerine yer verilmeyen meslektaşlardı…

“Asker istemiyor” denildiği için patronların gadrine uğramış yazarlar…

Unutmayın: Bazılarının ‘ana-akım’ dedikleri herkese hitap eden bir gazeteden söz etmiyorum; kimliği açık, belli bir kesime hitap eden bir gazeteden ve o kesimle pek çok noktada fikirleri uyuşmayan yazarlardan söz ediyorum.

Ana-akım gazeteler bunu çok daha kolay yapabilir…

Her gazetenin, okurlarına cazip gelen –cazip geldiği için aldıkları ve almaya devam ettikleri– bir çizgisi olması beklenir. Hemen her gazetenin, mesleğin özelliği icabı, siyasete karşı sakin –hatta müstağni– bir duruşu ve bir miktar eleştirel tavrı olması da gerekir.

Öyle duran ve davranan bir gazetede buluşmuştuk: Demokrasi ve insan hakları çizgisinde destekleniyordu bir parti, ancak o çizgiden kırılma teşkil edeceğine inanılan konularda eleştiri hakkımızı elimizde bulunduruyorduk.

Bazılarımız az, bazılarımız daha çok kullanıyorduk o hakkı, ama kullanıyorduk…

Askerin hâkim olduğu bir döneme meydan okuyan gazetecilerdik, ‘andıç’ belgelerini korkmadan yayınlamıştık; sivillerin iktidarı karşısında eğilip bükülecek değildik ya?

Gerçek gazetecilik ve partizan gazetecilik farkı…

Sakin ve müstağni tavır ile yerinde eleştiri.. iktidara gelmesine fikren katkıda bulunduğumuz siyasi hareketin de işine yarıyordu. Pek çok sıcak konuda yanlışlığa düşebilecekken…

Bu arada, mesleki açıdan ‘zaaf’ olarak gördüğümüzde, ya da kalemlerinin demokrasiden başka yönlere doğru evrildiğini fark ettiğimizde, başka yazarlarla çataçat mücadeleyi de elden bırakmıyorduk.

Türk basınının, gerçek anlamda ‘gazetecilik’ yapılan bir döneminden söz ediyorum.

Açın, o dönemin gazetelerine bakın, bunu göreceksiniz.

Herkesin, her fikrin ve eğilimin serpilip gürbüzleştiği bir atmosferin oluştuğu bir dönemdi ve basının bütün renkleri bunun yararını fazlasıyla gördü.

Zaten o sayededir ki, AK Parti iktidarının kendine güvendiği, basındaki çok-renklilik ve çok-seslilikten de yararlandığı ilk iktidarında, Devlet Bakanlığı koltuğunda oturan Prof. Beşir Atalay, büyük bir gayretle, tarihimizin ‘en özgürlükçü’ olduğu kesin ‘Basın Yasası’nın çıkmasını sağladı.

Gazeteciler cemiyetleri, Basın Konseyi ve tek tek sorumlu bireyleriyle yüz yüze görüşerek, ve ‘Medya Zirvesi’ne her eğilimin katılmasını sağlayarak…

Meclis’e sunmadan önce, meslek kuruluşlarının “Hata veya eksik var mı?” diye yasayı incelemesini de sağlamıştı Bakan Atalay

Cezaevinde tek bir gazeteci de yoktu.

Medyada en büyük payın sahibi bir patronla görüşürken, gazetesinin editoryal bağımsızlığını korumasına söz geldiğinde, “Bütün yazarlarının benimle hemfikir olduğu bir gazeteyi en başta ben okumam” demiştim.

Okurlar için büyük çiledir tek-seslilik…


Bu yazı neden yazıldı?

Şundan: Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber ve veriliş tarzı politikacılardan müthiş tepki aldı, ardından iş Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturma açmasına kadar vardı.

Benzetildiği “Genç subaylar tedirgin” haberi gerçekten ‘cuntasal’ bir faaliyetin manşetleşmesiydi ve ona bizlerin gazete sayfalarından tepkimiz.. evet bu kadarı.. sonuç almak için yetmişti.

Politikacılara ve savcılara gerek kalmadan…

O eski günleri özlemiş olmalıyım.


* Bu yazı Fehmikoru.com'dan alınmıştır