Kültür-Sanat

Eren Aysan, siyasi cinayetlere kurban veren ailelerin hikâyelerini yazdı

'Gece Uyurken' adlı romanıyla sevenleriyle buluşan Eren Aysan, T24'e konuştu

22 Aralık 2014 13:18

Edebiyatın önemli kalemi şair- yazarlarından babası Behçet Aysan’ı Madımak katliamında kaybeden Eren Aysan, 20 yıl sonra “ Gece Uyurken” romanıyla karşımızı çıktı. Roman,  yakınlarını siyasi cinayetlere kurban veren 28 ailenin buluştuğu Toplumsal Bellek Platformu’ndaki buluşmalarla şekilleniyor. Eren Aysan, “Yirmi sekiz aile bir platform çatısı altında toplandık. Bir anda genç kuşak çok yakın arkadaş oldu birbiriyle... Böylece bir anlamda roman yazılmaya başlamış oldu zihnimde. Aslında romanı bu bir arada oluşumuz tetikledi. Bir süre sonra babamı anlatmaktan çıktı roman... Hepimizin öyküsü aynıydı nasılsa. Birbirimize de benziyorduk. Öte yandan sadece bir suikastın izini süren bireyi anlatmak yerine başka bir üst kurmacaya sığındım” diyor.

“Gece Uyurken” romanıyla karşımıza çıkan Eren Aysan, T24’e yaptığı değerlendirmeler şöyle:

Geçtiğimiz günlerde “Gece Uyurken” adlı romanla okur karşısına çıktınız. Suikast sonucu öldürülmüş bir şair baba var romanda da. Tıpkı yirmi bir yıl önce Sıvas katliamında öldürülen babanız şair yazar Behçet Aysan gibi... Bir anlamda romanda onun izini mi sürdünüz?

Sivas katliamı on altı yaşındaki bir çocuğun kalbinde büyük yara açtı, zihninde de soru işaretleri bıraktı. Bugün her ikisinin de yansıması sürüyor. Kalbimden aklıma giden ince sızıyla gündelik yaşamıma devam ederken, pek çok sözcüğün “güven” den “güvensizlik” iklimine aktığını duyumsayabiliyorum. Öte yandan, çok uzun yıllardır Türkiye’nin okuyan, anlayan insanlarının vicdanında kanayan bir yara,  failleri meçhul bırakılan siyasi cinayetler. Yakınları öldürülen aileler eli erdiğince yakınlarını unutturmamaya çalışsa da bireysel çaba ve etkinliklerin geniş kitlelere ulaşmadığı da bir gerçek… Gerçekleştirilen anmaların da çoğu zaman, alışılageldik bir formaliteyi yerine getirmenin ötesine geçmediği rahatlıkla söylenebilir. Üstelik, bu ülkede on yedi bin meçhul faili meçhul cinayet varsa -ki öyle- , her birimiz geldiğimiz yeri, yalnızlığımızı iyi biliyoruz. Bizler, bu ülkede payımıza düşen acıları can evimizde yaşamak zorunda kaldık. Sevdiklerimizi siyasi cinayetlerde yitirdik. Düşüncelerimiz, yaşama bakışımız farklı olsa da; evimizin, yüreğimizin içine düşen korla, ortak paydamız olan acımızla birleştik. 2009 yılında Ümit Kaftancıoğlu ailesinden Canan Kaftancıoğlu’nun düzenlediği bir etkinlikte bir araya geldik. Çoğumuz birbirimizi iyi tanıyordu, aile ilişkilerimiz, geçmişimiz ortaktı. Üstelik yaşadığımız hukuk/suzluk mücadelesi de yaşamımızla örtüşüyordu. İşte o zaman ne kadar geniş bir aile olduğumuzun, üzülerek bir kere daha farkına vardık.Yirmi sekiz aile bir platform çatısı altında toplandık. Bir anda genç kuşak çok yakın arkadaş oldu birbiriyle... Böylece bir anlamda roman yazılmaya başlamış oldu zihnimde. Aslında romanı bu bir arada oluşumuz tetikledi. Bir süre sonra babamı anlatmaktan çıktı roman... Hepimizin öyküsü aynıydı nasılsa. Birbirimize de benziyorduk. Öte yandan sadece bir suikastın izini süren bireyi anlatmak yerine başka bir üst kurmacaya sığındım.

O zaman romandaki Gazel bir anlamda Eren Aysan diyebilir miyiz?

Tam olarak diyemeyiz. Onat Kutlar’ın o güzelim “İshak” kitabında unutulmaz bir öykü vardır, “Kül Kuşları”. Gazel adlı küçük bir çocuğun halasıyla, sığırcıklarla, kediyle, bir bebekle ilgili serüvenini anlatır öykü. Oysa kısa bir zaman önce postacı gelmiş ve küçük kıza annesinin öldüğünü söylemiştir. Onun yüreğindeki acı gelgiti sığırcıkların yeryüzüne konmasıyla, havalanmasıyla verilir sanki. Öyküyü okuduğum zaman bombalı saldırı sonucu ölen Onat Kutlar’ın oğlunun adının Gazel olduğunu bilmiyordum. Yıllar sonra Gazel’le karşılaştığımda, eşi sevgili Filiz Kutlar’a sarıldığımda içim bir başka ürperdi, “Kül Kuşları”nı düşünerek. Aylarca bu öyküde salındım. Artık kahramanımın adı belliydi: Gazel. Kitapta herkesten bir parça aldım. Platformun ilk etkinliğinde 1979 yılında öldürülen Cavit Orhan Tütengil’in kızı Deniz Abla, annesinin, babasının ölümünün ardından gazetecilere söylediği sözü aktarmıştı: “Kocamın değil, katillerin fotoğrafını çekin!” Oysa o fotoğraf hiç çekilemeyecekti... Böylece romanda Gazel’in babasının öldürümü de kurgulanmış oldu. Bir akşam otururken, 7 Kasım 1980’de öldürülen İlhan Erdost’un kızı, canım arkadaşım Alaz, ilkokuldayken bir erkek çocuğun kendisini teröristin kızı diye tokatladığını anlatmıştı. Birkaç gün uyuyamadım. Bu berbat anının da bir yansıması oldu kitaba. Araştırmacı gazeteci Uğur Mumcu’nun kızı canım Özge anlatmıştı, kahve içerken... Babası öldürüldükten üç gün sonra evlerine gelen polis onlara, “Bu bir aşk cinayeti olabilir mi acaba?” diye sormuştu. Bu ürpertici soru da beni benden aldı. Her defasında “yeter artık, bu kadarı da fazla!” sözlerini yaşayan kişiler olduk bu ülkede. “Gece uyurken” böyle böyle şekillendi.

Roman yalnızca Türkiye’de geçmiyor. “Gece Uyurken” Amerika’da başlıyor, Türkiye’den Beyrut’a uzanıyor, Filistin’den sonra bir anda kendimizi Latin Amerika’da buluyoruz.

Geçmiş ile bugün arasında pek çok ülkeden geçiyor Gazel’in ailesi. Yaşadığımız coğrafya sürgünlerin, öldürümlerin, savaşların, acıların sıklıkla taştığı bir nehir gibi. Dolayısıyla ailenin tarihi kısmen de olsa kahramanın belleğinde bütünleşiyor. Şunu unutmamak gerekir: Tarihin belleği bir anlamda insanın kendi belleğidir. Gazel de ailesinin belleğini oluştururken ister istemez ülkesinin dışına taşıyor. Ona geçmişi anlatan birine ihtiyaç var: Bir başka kurgu kahraman, Cüce... Böylece dört bir yana savrulan insanların yaşamlarını mercek altına almamız kolaylaşıyor. Latin Amerika’ya gelince... Her hafta Plaza de Mayo alanında toplanan beyaz başörtülü annelerin kaderiyle Cumartesi annelerinin kaderi ortak değil mi? Manuel ile Hasan, Hudeibro ile Metin, Rafael ile Fehmi’nin yası aynı bir bakıma. Bu arada hemen söyleyeyim: En büyük hayalim, Beyaz Başörtülü annelerle, bütün kayıplarımızın yan yana yürümesi. Birlikte haykırması... Kim bilir? Birgün, belki gerçekleşir.

Roman, umutla bitiyor. Gazel ve Roberto, bir gün herkesin uyanmasını bekliyor. Peki geleceğe ilişkin umut besliyor musun?

Tam tersine, yalnız, kırık, dökük, endişeli ve telaşlıyım artık. Toplumsal Bellek Platformunun son üyesi Hrant Dink’ti. Ailenin yaşadığı hukuksuzluklarla kendi yaşadıklarımızın aynılığını göstermek için Dink davasına gitmiş, bir basın açıklamasında bulunmuştuk. Geniş ailemize yenilerinin eklenmesinden korkuyorduk. Ne yazık ki, yaşadığımız süreç bizleri haklı çıkardı. Gencecik yüzler düştü toprağa.  Çok söylüyorum, Benjamin’in sözünü bu aralar: “Umut dediğimiz şey, umutsuzlar adına bir beklentidir aslında...” Benimkisi umudu kollayan, umutsuzca bir beklentidir artık.