Gündem

"Erdoğan'ın kandırıldığı falan yok, Fethullah Gülen ile uzlaşmaya çalıştı"

"Fetullahçı çetenin, günün birinde yönetime talip olabileceğini biliyordu"

31 Mart 2017 11:08

Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "Bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin" ifadesiyle ilgili olarak "Cumhurbaşkanı, Fetullahçılar tarafından kandırıldığını söylüyor ama aslında ortada bir kandırılma filan da yoktu" dedi. 

"Neden aslında çok açık: Erdoğan, son ana kadar Fetullah Gülen ile bir uzlaşma arayışı içinde oldu" diyen Yılmaz, "Fetullahçı çetenin devleti işgal ettiğini, günün birinde bu gücü kullanarak yönetime de talip olabileceğini biliyordu. Ama o hukuki yollarla bu çeteyle savaşmak yerine önce uzlaşma olanaklarını aradı" ifadesini kullandı.

Mehmet Yakup Yılmaz'ın "Ankara'da da yargıçlar varmış!" başlığıyla yayımlanan (31 Mart 2017) yazısı şöyle:

Anayasa Mahkemesi, bir bireysel başvuru üzerine çok önemli bir karar verdi.

Karar, üzerinde çok tartıştığımız ve olmamasından yakındığımız basın özgürlüğü ile ilgili.

Mahkeme kararında şöyle deniliyor:

“Bir basın suçundan dolayı hapis cezası verilmesinin, gazetecinin ifade ve basın özgürlüğüyle bağdaşmayacağı açıktır.”

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği bu karar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) daha önce benzer davalarda verdiği kararla uyumlu.
AİHM, birçok kararında “ceza tehdidinin varlığının bile basın özgürlüğünü engellediğini” söylüyordu.

Normal olarak gazetecilerin, yazdıkları, çizdikleriyle ilgili olarak savcılığa ifade için bile çağrılması, bir tür ceza tehdidi olarak kabul edilmeli.

Nitekim AYM kararında, hükmün açıklanmasının geriye bıraktırılmasının da bir cezalandırılma endişesi yaratarak basın özgürlüğünü engelleyeceğini söylüyor.

AYM kararından sonra bireysel başvuruyu yapan gazeteci Orhan Pala ile ilgili dava yeniden görülecek.

Normal olarak mahkemenin, AYM kararına uyması gerekiyor ama dediğim gibi “normal olarak”!

Bu ülkede mahkemelerin ve savcıların bugüne kadar defalarca AİHM ve AYM kararlarına aykırı hareket ettiklerini çok gördük.

Onun için “Uygulamayı da görelim” diyorum.

Uygulamayı görmek için de çok beklemeyeceğiz, Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nun açıklamasına göre 150 gazeteci tutuklu olarak hapishanelerde bulunuyor.

Çoğu hakkında iddianame bile yazılmamış durumda, tutukluluğu bir ceza olarak çekiyorlar.

İddianamelerin neden yazılmadığı da herkesin bildiği bir “sır”!

Çünkü bu gazetecilerin ezici çoğunluğu terörist diye tutuklandı ve savcılar onların bir terör örgütüyle ilişkilerini kanıtlayacak delil bulamıyorlar.

Delil bulunamadığı için de tutukluluk cezaya dönüşmüş bulunuyor.

Sonunda beraat edecekleri bir suçlamayla hapiste tutuluyorlar.

Pensilvanya yolcuları

Ankara’da görülen “FETÖ çatı davasında” gazeteci Fehmi Koru da tanık olarak ifade verdi.

Ve ifadesinde MİT Müsteşarı’nın iki kez, Ahmet Davutoğlu’nun da eşiyle birlikte Pensilvanya’ya, Fetullah Gülen ile görüşmeye gittiğini söyledi.

Bunlar zaten sır değil.

Soru, Fetullah Gülen’in ayağına kadar hangi amaçla gittikleriyle ilgili.

Neden gittiklerini hiç açıklamadılar ama tahmin etmek de zor değil.

Hem MİT Müsteşarı’nı hem de zamanın Dışişleri Bakanı’nı oraya yollayan kişi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değil.

Hatta zamanın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, kendisinden izin almadan Pensilvanya’ya gittiği için Dışişleri Bakanı’na kızdığını da biliyoruz.

Erdoğan, devletin bu iki önemli görevlisini neden Fetullah Gülen’in ayağına gönderdi?

Neden aslında çok açık: Erdoğan, son ana kadar Fetullah Gülen ile bir uzlaşma arayışı içinde oldu.

Fetullahçı çetenin devleti işgal ettiğini, günün birinde bu gücü kullanarak yönetime de talip olabileceğini biliyordu.

Ama o hukuki yollarla bu çeteyle savaşmak yerine önce uzlaşma olanaklarını aradı.

Eğer Fetullah Gülen, kendi gücüne bu kadar güvenmiyor olsaydı, uzlaşıp eski günlerindeki gibi ülkeyi el ele yönetiyor olacaklardı.

Cumhurbaşkanı, Fetullahçılar tarafından kandırıldığını söylüyor ama aslında ortada bir kandırılma filan da yoktu.

Kandırılmadı, çünkü Gülencilerin ülkedeki muhalefeti yok etmeyi amaçladıklarını biliyordu.

Ergenekon ve Balyoz davalarında döndürülen “hukuki dolapları” bilmiyor olması mümkün değildi, çünkü zamanın savcılarıyla, polis şefleriyle işin her aşamasında temas halindeydi.

Ve şimdi bir tek adam yönetimi kurmaya talip.

Tek adam olarak ülkeyi yönetmeye başlarsa, yine birileri tarafından kandırılmayacağının garantisi nedir?

Darbelerden sonra da böyleydi

İzmir kantini işleten taşeron şirket tarafından işten çıkarıldı.

İşten çıkarılmalarının nedeni, bir “hayır” afişinin önünde çektirdikleri fotoğrafı sosyal medyada paylaşmış olmaları.

MHP’den muhalif olduğu için ihraç edilen Isparta Milletvekili Nuri Okutan ile Meral Akşener’in Isparta’da düzenleyeceği miting de Merkez İlçe Seçim Kurulu tarafından yasaklandı.

Neden yasaklandığını biliyoruz, MHP’den ihraç edilen iki siyasetçi, referandumda hayır denilmesi için kampanya yürütüyor.

Öte yandan “evet” kampanyası ise önemli bölümü devlet bütçesinden karşılanmak üzere tam gaz devam ediyor.

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanlar, devletin araç-gereçleriyle, halktan toplanan vergileri kullanmakta tereddüt göstermiyorlar.

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların düzenledikleri mitinglere okullar tatil edilerek öğrenciler, mesaiye ara verilerek devlet memurları götürülüyor.

Son derece eşitsiz bir kampanya yürütülüyor ve seçimlerin “adil ve eşit şekilde” yürütülmesinden sorumlu Seçim Kurulu bile bu eşitsizliğe çanak tutuyor.

Anayasası böyle değiştirilen bir ülkeye “demokratik” diyebilir miyiz?

Böyle eşit olmayan şartlarda yapılan anayasa referandumlarını askeri darbelerden sonra görmüştük.

Bir de şimdi tanık oluyoruz.