Gündem

'Erdoğan içeride Abdülhamid, dışarıda Putin gibi davranıyor'

Prof. Ersin Kalaycıoğlu, Tayyip Erdoğan döneminde yapılanları anlattı

24 Kasım 2014 11:43

Sabancı Üniversitesinden profesörü Ersin Kalaycıoğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan döneminin Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemi hükümdarı Abdulhamid’e çok benzediğini söyledi. Kalaycıoğlu, “Özellikleri itibariyle Erdoğan dönemi Abdulhamid’e çok benziyor. O da dini ve tarikatları kullanarak halkın desteğini arkasına almış, mütedeyyin bir padişah olarak nitelendirilmişti. Aynı zamanda jurnalcilik ve milleti yola getirme yöntemleri, ihbar mekanizmaları, telgrafı kullanarak muhalefeti etkili bir şekilde izlenmesi AKP iktidarıyla büyük benzerlikler taşıyor” dedi. Dış politikada Erdoğan için “Putin’in bölgedeki şubesi” tanımlamasını kullanan Prof. Kalaycıoğlu, “Kıbrıs ve Yunanistan, AB hukuku içerisinde kalarak olaya yaklaşıyor. Bizse potansiyel savaş yaklaşımı içindeyiz. Adeta bir kabadayı, Putin’in bölgedeki şubesi gibiyiz” diye konuştu.

Taraf gazetesinden Tunca Öğreten’e konuşan Prof. Ersin Kalaycıoğlu, AKP hükümetini dönemini değerlendirdi. Öğrenten’in “Rant kesilse işsizlik iki kat artar” başlığıyla yayımlanan (24 Kasım 2014) söyleşisi şöyle:

 

Rant kesilse işsizlik iki kat artar

 

İktidarın dış politikada bölgenin kabadayısı gibi davrandığını söyleyen Prof. Ersin Kalaycıoğlu, hükümete uyarıda bulundu.

 

Türkiye’nin Suriye politikası krize neden oldu. ABD ile olan ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

ABD ve Türkiye ilişkileri çok geniş bir alana yayılıyor. Sadece Suriye politikası üzerinden değerlendirmek doğru olmaz: Türkiye’nin NATO ülkesi olması, Ukrayna’dan tutun da Baltık ülkelerinin geleceğine ve hatta Doğu Akdeniz’deki enerji krizi de dâhil olmak üzere geniş bir konuyu içerir. Özellikle Türkiye, Akdeniz’de yaşananlarla ilgili rolünü iyi oynamadı. Dolayısıyla bu konuların toplamındaki genel manzara, ABD ile ilişkilerimizin iyi olmadığını gösteriyor. Hükümetler arasında algı probleminin olması kadar, farklı hedefler güdülmesinin de etkisi var.

 

Farklı hedefleri biraz daha açar mısınız?

Birincisi; AKP hükümetinin, 2011 Ağustos’tan beri Suriye’de Esad’ı düşürme politikası gütmesi. Buna karşın Obama ve Kerry gibi isimler birinci ağızdan açıklama yaptı: Bizim Esad’ı düşürmek gibi bir niyetimiz yok. ABD Genelkurmay Başkanı Dempsey ise son açıklamasında, “Bana verilen görev sadece IŞİD’i yok etmek” dedi.

 

Evet...

İkincisiyse ABD’nin Orta Doğu’daki temel hedefinin, Irak’ın nükleer silahlara sahip olmaması... Ayrıca Irak’ın toprak bütünlüğünü koruyacağına dair de söz verdi. Mesela Irak içerisinden gelen baskılarla Maliki’ye görev bıraktırdı, yerine Abadi’yi getirdi. Tüm bunların yanı sıra ABD, Irak’ta IŞİD tarafından ele geçirilen petrol ve su kaynaklarını da geri alarak ülkeye geri kazandırdı. Artık akış IŞİD’in aleyhine, Irak’ın ise lehine işliyor. Böyle devam ederse Sünniler, Irak’taki merkezi hükümetin bir parçası haline geri dönecek, federal yapı çalışmaya başlayacak. Ayrıca ABD’nin çok önemli iki müttefiki var: Suudi Arabistan ve İsrail. Bu ikisinin çıkarlarının zedelenmemesi ve varlıklarının tehdit altında olmaması üzerine kurulu olan bir ittifak.

 

Bu noktada ABD’nin, Türkiye’den somut beklentileri ne?

Türkiye, ABD ve NATO’nun en fazla yatırım yaptığı müttefik. Türkiye askeri yıllardır Pentagon’da, ABD’lilerle çalışmalar yürütüyor. Bu yüzden saydığım konular hakkında ABD, Türkiye’nin yardımcı olmasını istiyor. Ancak biz, Suudilerin nefret ettiği Müslüman Kardeşler ile yakın ilişki içindeyiz, hatta ittifak halindeyiz. Bu durumda Suudiler bizim düşmanımız ve rakibimiz pozisyonunda. Suudilerin çok sevdiği Mısır da düşman ilan ettiğimiz bir ülke.

 

“Mesele sadece Batı değil” diyorsunuz yani...

Suudi Arabistan ve Mısır, Türkiye’nin bütün girişimlerini boşa çıkarmak için her türlü gayreti gösteriyor. Bunu, BM Güvenlik Konseyi’nde gördük. 158 ülke bize oy vereceği imajını yarattı, bunların sayısı birden 73’e düştü. Suudi Arabistan ve Mısır, altımızdaki halıyı çekti. Üstelik bunu “Yumuşak Güç” kullanarak yaptılar. Bu iki ülkeyi yabancılaştırıp, karşımıza aldığımız andan itibaren bütün Arap coğrafyasıyla da problemler yaşamaya başladık. Mısır, bu dakikadan sonra ulusal çıkarlarını Türkiye’ye karşı korumaya başladı. Bunun en somut örneğini Doğu Akdeniz’de gördük.

 

Joe Biden da Akdeniz’deki enerji sorununa dikkat çekmişti...

Oradaki petrol sahalarında Mısır ve İsrail’in de hakkı var. Bu durum İsrail’i Türkiye’ye karşı hem Mısır, hem de Suudi Arabistan ile önemli bir koalisyona soktu. Daha sonra koalisyona AB üyesi Güney Kıbrıs ve Yunanistan da katıldı. Dolayısıyla AB de olayın içine girip, karşımıza geçmiş oldu. Esas araştırma ve üretimi ABD şirketleri yapıyor bölgede, bu yüzden de Biden açıklamasında, “Kıbrıs konusunda biz, sizin karşınızdayız” dedi. Gördüğümüz manzarada Türkiye, bölgede; Suudi Arabistan, İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs, Yunanistan, Avrupa Birliği ve ABD’yi karşısına almış durumda.

 

Niye?

Türkiye, BM Denizler Hukuku Sözleşmesi’nin tarafı olmayan tek ülke. Hukukun içinde olmadığımız için dışından konuşuyoruz. Diyoruz ki; “Bizim hakkımız ve ekonomik alanımız var. Bunu kabul edin.” Ancak antlaşma, uzlaşamayan ülkeleri diplomasi yapmaya zorluyor. Fakat biz, iki fırkateyn, bir de korvet gönderiyoruz... Bu diplomasi değil. Ne yapacaksınız? Platformu mu bombalayacaksınız? Yunan gemisi mi batıracaksınız? Sonuçta oraya çektiğiniz savaş gemileri, hiçbir zaman kullanamayacağınız araçlar. Kıbrıs ve Yunanistan, AB hukuku içerisinde kalarak olaya yaklaşıyor. Bizse potansiyel savaş yaklaşımı içindeyiz. Adeta bir kabadayı, Putin’in bölgedeki şubesi gibiyiz...

 

Peki, Türkiye nereye doğru sürükleniyor?

Davutoğlu G-20 zirvesinde Putin’e yapılanları gördü. Ayrıca petrol fiyatlarını düşürdüler ve aynı Sovyetlere olduğu gibi Putin’e de yavaş bir ölüm hazırlıyorlar. Eğer Başbakan’ımız ona yapılan muameleyi beğendiyse, bunu bize reva görüyorsa sorun yok. Çünkü Rusya’ya yaptıklarının daha fazlasını bize yapabilirler; ne de olsa Rusya kadar güçlü değiliz.

 

AKP’nin sonunu dış politikadaki hataların getireceğini mi söylüyorsunuz?

Bunu bilmiyorum ama hükümetin ağır sorunlarla karşı karşıya olduğu şüphesiz. Bu sorun tarihten devralınan bir sorun da değil ayrıca. Sorumluluk tamamen AKP’ye ait... Düşünün; düşman ilan ettiğiniz Suudi Arabistan’ın yıllık üç trilyon dolar geliri var. Türkiye buna neyle karşılık verecek?

 

Dışarıdaki hatalar neden iç politikaya yansımıyor?

Bir tarafta Kıbrıs sorununu sürekli olarak çözülmesini isteyen bir AB, diğer tarafta da çözümün yerine sürekli problem çıkaran bir AKP hükümeti var. Her şeye rağmen dış politikada yapılan yanlışlar, içeride olumlu bir şekilde kullanılıyor. Dışarıda çıkabilecek ciddi bir badirede hükümet, “Yahudiler, Rumlar, ABD’liler ve Avrupalılar Müslüman olduğumuz için yine üzerimize geliyor ve bizi yok etmeye çalışıyor. Önce Irak’a yaptılar, şimdi sıra bizde” gibi sözler edecek, ümmetçilik ve milliyetçilik kılıfında bir şovenlik yapacaklar.

 

Sizce seçmen buna inanır ve AKP’nin iktidarda kalmasına izin verir mi?

AKP’nin bu söylemlerini satın almaya hazır ciddi bir dinleyici kitlesi var. Bu yüzden elindeki medya gücünü de kullanarak iktidarda kalmayı başaracaktır.

 

Biraz daha açar mısınız?

Ortaya bir yalan atarsın ve sürekli tekrar edersin. Bir süre sonra kimse sorgulamaz ve yalanına inanır. AKP bu yöntemi kullanıyor. Batı’da halk “kanıtla” der mesela. Kanıtlayamazsan da inandıramazsın. Türkiye’de hükümetin söylediklerinin kaçta kaçı kanıtlandı ki. Paralel yapının bile kanıtı yok. Ancak sürekli tekrarladıkları için sokaktaki üç kişiden birinin “Evet, paralel yapı var” demesi çok muhtemel.

 

Türkiye ekonomik olarak da parlak bir durumda değil. Buna rağmen AKP, iktidarını nasıl stabil kılıyor?

Görebildiğimiz kadarıyla işsizlerin iki tepkisi var: Seçime katılmamak veya katılıp da AKP’ye oy vermek. Geniş bir kitleye (Aileler, engelliler, yaşlılar, fakirler gibi) çeşitli sıfatlarla yardım yapılıyor. Birara bu kitlenin 24 milyonluk bir kalabalık olduğu ifade ediliyordu. Bu insanlar ne kadar iş arasa, ya da başka bir hükümet gelse de iş bulma imkânlarının olmadığını düşünüyor ve “Allah razı olsun” diyerek AKP’ye oy veriyorlar. Hükümet, rantla geçinen, evde oturan tembel bir sınıf yarattı. Toplum emeksiz, çabasız para kazanıyor. Bu adamlara bir gün para verilmese işsizlik oranı bir anda iki katına çıkabilir.

 

Bu yardımlar denetlenebiliyor mu?

Sayıştay raporları gelmediği için bu yardımların ne kadar şeffaf olduğu belli değil. AKP, şeffaflaşmadığı gibi hesap da vermiyor. İktidara oy verenler için hükümetin şeffaf olmaması sorun teşkil etmiyor. Seçtiğim adamı denetleyemiyorsam, demokrasinin erdemi yerine getirilmiyordur. O zaman bu ülkede demokrasi var diyemeyiz.

 

Demokrasi yoksa ne var?

AKP bugün daha da otoriterleşen bir parti konumunda... Bunun en büyük kanıtı da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra Davutoğlu’nun Parti Genel Başkanlığı’na seçilmesi ve törenidir. Bu sahneye baktığınızda, adeta Çin Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri’nin değişmesi gibi bir şey görürsünüz. AKP, içyapısında da demokrasiden uzak bir hava veriyor.

 

Gelecek yıl yapılacak seçimler için bir öngörünüz var mı?

Her ne kadar iktidar yorgunluğu ve artan yolsuzluk görüntüsü olsa da, seçim sonuçlarında ciddi bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. AKP, 2010’a benzer oran oy alacaktır. Seçmen yolsuzluğu kabul etse bile bunu kendine dert etmiyor.

 

Peki, seçmen AKP’nin başında Erdoğan’ın yerine Davutoğlu’nun olmasını da dert etmez mi?

Cumhurbaşkanı’nın, seçimlerde nasıl bir tutum içerisinde olacağın bilmiyoruz. Muhtemelen AKP’nin başındaymış gibi bir eğilim içerisinde olacak.

 

Cumhurbaşkanı’nın tarafsız olması gerekmez mi?

Göreve gelirken tarafsız olacağına dair yemin etti. Eğer dediğim gibi yaparsa yeni bir anayasa ve demokrasi krizine neden olur. Bu anayasal suçtur ve partizanlık yapamaz. Anayasanın kötü yazılmış olmasıyla ilgili problemler de var Türkiye’de. Bizde Cumhurbaşkanı insan kılığında, suç işleyemeyen bir Yunan tanrısı gibi gösteriliyor.

 

Erdoğan’ın anayasaya rağmen Başkanlık sistemine geçtiğini söyleyebilir miyiz?

Alaturka bir başkanlık sistemi demek mümkün... Cumhurbaşkanlığı Erdoğan’a bu yolda yeni bir heves vermişe benziyor.

 

AKP, Türkiye’nin Müslüman Kardeşleri olarak nitelendiriliyor. Tunus’ta İhvan’ın son temsilcisi Nahda Hareketi de kaybetmişken...

Nahda zamanla normal bir parti haline geldi. Mısır’daki Müslüman Kardeşlere pek benzemiyor. Nahda’nın başındaki Gannuşi, uzun yıllar İngiltere’de kalmış olması nedeniyle farklı bir eğitimden geçmişe benziyor. Şu an benim gördüğüm; Tunus’un, ekonomik açıdan değil ama demokrasi açısından bizden daha iyi olduğu yönünde.

 

Anlamadım...

Tunus’un her şeye rağmen 21’inci yüzyıla uygun düzgün bir anayasası var. Bu anayasanın oluşumunda Nahda’nın büyük bir katkısı var ve hâlâ destek vermeye devam ediyor. Ayrıca Nahda seçim yasasında da düzenlemeye gitti. Demokratikleştirdiği seçim yasası sonrasında Tunus demokrasisi kazanırken Nahda kaybetti. Türkiye’de ise AKP kazanıyor fakat demokrasi kaybediyor.

 

Erdoğan’ın “Osmanlıcılık” hayali peşinde koştuğu da tartışılıyor. Ne diyorsunuz?

Hangi Osmanlı diye sormak lazım önce. Özellikleri itibariyle Erdoğan dönemi Abdulhamid’e çok benziyor. O da dini ve tarikatları kullanarak halkın desteğini arkasına almış, mütedeyyin bir padişah olarak nitelendirilmişti. Aynı zamanda jurnalcilik ve milleti yola getirme yöntemleri, ihbar mekanizmaları, telgrafı kullanarak muhalefeti etkili bir şekilde izlenmesi AKP iktidarıyla büyük benzerlikler taşıyor. AKP hükümeti işte bu döneme gitmek istiyor ama atladıkları bir şey var: O yıllar, Osmanlı’nın çöküş dönemiydi. Biz neden çöküş dönemine talip oluyoruz onu da anlamak mümkün. Türkiye’yi, AB politikalarıyla 21’inci yüzyıla uygun liberal demokrat bir ülke haline getirme amacı olan devletinin hükümetinin, Osmanlı’yı model olarak alması akıl dışı bir şey. Siyaseten bir mantığı yok bu işin.