Kültür-Sanat

Emrah Serbes: O geceyi ve sonrasını hiç unutamam; herkes kendi aklına göre deliriyor

"Benim babam da işçiydi, halı sahada top oynardı; fabrikadan attılar, dükkân açtı"

23 Ekim 2016 23:49

Emrah Serbes, son romanı ‘Müptezeller’ geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kitap öyküsü itibariyle Antalya, Ankara ve İstanbul’da gezinirken hayata tutunmakta zorlananların, zaman zaman da delirmenin sınırına gelen ya da bu sınırı geçenlerin öykülerine odaklanıyor. Çaresizlik, umutsuzluk, öte yandan cinnet hali. Yaşadığı bir olayla ilgili olarak "Yani o geceyi ve sonrasını hiç unutamam" diyen Serbes, "Herkes kendi aklına göre deliriyor. Kimisinin aklı öyle bir şeydir ki, serbest deliliğe müsaade etmez. Elinden kolundan bağlanacak bir deliliğe düşebilir. Herkesin sarhoşluğu farklıdır misali" ifadesini kullandı.

Hürriyet’ten Uğur Vardan'a konuşan Emrah Serbes'in açıklamalarından bazı bölümler şöyle:

İlk olarak ‘Müptezeller’i senden dinleyelim…

– “Haydi kitabı anlat bakalım” dendiğinde anlatmak zor. Şöyle söyleyeyim: Bildiğim insanlardan yola çıkarak yazdım. Yani en çok bildiğim çevrelerde dolaşarak yazdım. Yaşar Kemal’in bir sözü vardır, “Her yazarın bir Çukurova’sı olmalı” diye… Yani her yazarın en iyi bildiği bir yeri ve anlatabileceği insanları olmalıdır. Benim de bildiğim insanlar bunlar. Şimdi desen ki, “Şu okumuş yazmış adamları anlat”, o yok bende… Bizde kıyıda-köşede kalmış, hayata karşı tutunamamış, biraz horlanmış, hayata katlanabilmek için gerektiğinde madde kullanan ve gerektiğinde içen adamlar var. Bu adamları, okumuş yazmışlardan daha çok bildiğimi söyleyebilirim. 

Kaçıncı romanın oldu?

– Dördüncü romanım ama altıncı kitabım. 

Ne kadar sürede yazdın?

– Tam olarak bilmiyorum. Çünkü kesik kesik yazdım. 2015 başında başladım diyelim, 2016 Eylül gibi bitti. Bir buçuk yılı biraz geçmiş gibi. 

Önceki kitaplardan farkını nasıl tanımlarsın? Ya da mesela ‘Erken Kaybedenler’in devamı gibi mi?

– Evet, aslında bir yönüyle ‘Erken Kaybedenler’e yakın bir kitap.

‘Erken Kaybedenler’de sekiz öykü vardı, onlardan birinin devamı diyebilir miyiz?

– Tam olarak öyle tarif etmek zor ama o kitaptan yola çıkarak çocukluğa dair önce şunları söyleyeyim: Bir parça daha korunaklı olduğun bir dönem. Seni koruyan, kollayan insanlar oluyor. Ama o çocukluk bittiği zaman da çıplak ve yalnız kalıyorsun. Ortada kalıyorsun ve haşin bir dünyayla yüzleşmek zorundasın.

Lakin çocukken de büyüklerin, yetişkinlerin o dünya bir an önce ulaşmak için hem adımları sıklaştırıyorsun hem de orada yer almak için neredeyse  yırtınıyorsun.

– Çocukken en nefret edilen şey çocukluktur. Çocukluğu ben hiçbir zaman büyülü bir dünya, masal, “Aman Allah’ım muhteşem, harika çocukluk” gibi hiç anlatmadım. Düşünsene, bir dünya dondurma almazlar dünyan kararır. Çocukluk o açıdan berbat bir dünyadır. Ne büyüksün ne ufaksın arada bir noktadasın. Yani çocukluk özlemim de yok.

Peki ana karakterin ne kadarı sen, ne kadarı ben, o, ötekiler diyeyim?

– Böyle bir şeyin tam ölçüsünü bilemem de aslında derdim biraz kendimden yola çıkıp başkasını anlatmak ya da anlatabilmek. Benim açımdan bakıldığında bu adamda benden bir sürü şey var. Benden olmayan şeyler de var. Ama ne kadarı ben dersek, bunu bilemem. Kitabın otobiyografik unsurları yüksek. Esas mesele şu; geri dönüp baktığımda burada ne anlatmaya çalıştığım. Edebiyat dünyası denilen bu dünyaya girdik, aradan geçti 10 sene. Biraz şans da yüzümüze güldü. Örneğin başka yazarların yüzüne o kadar gülmüyor. Benim kitabımı aldılar, dizileştirdiler. Ondan sonra şöhret oldu vs. Kitaplar tanıtıldı, daha çok bilinir olduk, daha çok okundu… Ama bunlar gelip geçici. Sonra elimizde ne kalacak? Geri dönüp baktığımda “Bu adam ne yapmış” dendiğinde ne kalacak? Mesele biraz da bu; ben ne yazmışım? Kıyıda köşede kalanları, kaybedenleri falan anlatmış desinler isterim. Çünkü bunu yapmaya çabaladım. Bir de arkadaşlığın güzel bir şey olduğunu da anlatmaya çalıştım. Dikkat edin mesela, ailesi yoktur bu kitaptaki çocuğun. Hep arkadaşları vardır. Arkadaşlığın da öğretici ve hırpalayıcı tarafları vardır. Sen hayata katlanamıyorsan ve bir arkadaşın varsa, “Gel beraber katlanamayalım” gibi duygusu da vardır bu işlerin.

Kitapta bir yanda aile var; anne, amca vs. Bir tarafta da arkadaşlar. Özetle iki ayrı cephe…

– Hazır gelmiş olandan ziyade, senin kendi kazandıkların bir yandan daha önemlidir. Elbette aile kurumunu bütünüyle yadsıyacak durumda değilim. Bunu kişisel durumum açısından demiyorum. Öyle bir an gelir ki yanında kimse olmaz ailenden başka… Bu da tragedya gibi bir şey aslında…

Buradaki kahramanın babasıyla arasında olan yaşanmışlıkların seninkiyle benzerliği ne derecede yoğun?

– Bir bağlantısı var; benim babam da işçiydi. Halı sahada top oynardı, fabrikadan attılar, dükkân açtı. 

Kitaptaki kahramanın en yakın arkadaşlarından olan ve bütün süreç boyunca çeşitli yerlerde karşısına çıkan İsmail bu aralar ne yapıyor dersin?

– İsmail’de de biraz, hayatı sevecen karşılayan, gülümseyen, çalışma aşkı olan bir karakter var. Bugün ne yapıyor? Belinde emanetle Bağcılar’da geziyordur. Torbacılık yapıyordur. Böyle insanlar var, yok değil. İnsanlar parçalanıyorlar ve gidiyorlar. Biraz göze sokmadan anlatmaya çalışıyorsun ya, “Memlekette ne oluyor”u. Böyle törpülüyor bu memleket, insanı… Onları büyük büyük sözler sarf etmektense, ufak ufak göstermeye çalıştık diyelim.

Ya kitaptaki Samsunlu, Tofaş ve Muzo üçlüsü, ‘Güzelim deliler’ diyeyim…

– Onlar da var hayatta… Birazcık daha kıyıda köşelerde bu insanlar. Eskiden daha çoktu. Şimdi son dönemde o kadar ortada değildir. Pasajlar vardır, içinde birahanelerin olduğu falan… Buralarda yan sanayi gibi geçinen insanlardır bunlar. Oraların tinercileri, balicileri, delileri vardır. Kafa biraz gidiktir anlayacağın.

Kitabın bir yerinde kahraman, “Hep korktum delirmekten” diyor. Öte yandan “Delirsek de kurtulsak” diyenler var, yaşadıklarımıza dair.

– Ama delirdiğin zaman bu toplumdan kurtulamıyorsun ki… Seni bir yere tıkıyorlar, orada bir düzen sağlamaya çalışıyorsun. Bunun da bir rutini var. Ya da şöyle söyleyeyim: Herkes kendi aklına göre deliriyor. Kimisinin aklı öyle bir şeydir ki, serbest deliliğe müsaade etmez. Elinden kolundan bağlanacak bir deliliğe düşebilir. Herkesin sarhoşluğu farklıdır misali…

Malum ‘Her temas iz bırakır’. Sende hayatın hangi temasları iz bıraktı desem.

– Bu sorudan yola çıkarak şunu anlatabilirim. Ben şunu hiç sevmem: Oturayım sana hayatımı anlatayım, şöyle oldu böyle oldu falan… Ama 17 Ağustos depreminin izi kalmıştır bende. Yalova’da evdeydim. Çok dişim ağrıyordu. Ağrı kesici falan da kâr etmedi. Saat 3’e doğru uyandım. Babam buz torbası getirdi. Tam buzu koydum uzandım, ortalık zangırdamaya başladı. Ben de dişim zangırdıyor falan zannediyorum. Sonra ortalık karıştı. Kütüphane devrildi, duvarlar sallanmaya başladı. Ama ev yıkılmadı. Çıktık dışarı, merdivenler gitmişti. Sonra baktık karşıdaki bina yıkılmış, ortalık karanlık. Bağırış, çağırış, enkaz korkunç bir geceydi. Ben sanıyorum ki birazdan kurtarma ekipleri gelecek, herkese yardım edecek. Hiç öyle olmadı, herkes kendi derdine düştü, gidiyoruz bir yere, duvarın altında biri var, çabalıyoruz, birkaç kişiyiz, yine gücümüz yetmiyor. Kaldıramıyoruz enkazı. Çaresizlik, elimizden bir şey gelmiyor. Sonra AKUT ve benzeri kuruluşlar geldi, o zaman da şunu görüyorsun: Ekipler bir enkazın başındayken etraftan başka insanlar gelip “Bizimkine yardım edin, onların kurtulması daha mümkün” diyor. Çaresizlik, umutsuzluk, öte yandan cinnet hali. Yani o geceyi ve sonrasını hiç unutamam…

Ya sonrası?

– O sene üniversite sınavına girmiştim. Sınava girerkenki ruh halim şuydu; buradan bir kurtulayım da en uzak yere gideyim. Antalya Turizm İşletmeciliği çıktı. Oysaki ben edebiyat, felsefe, psikoloji falan okumak isterdim. Hep böyle şeyler yazmıştım. Araya burayı da sıkıştırmıştım, orası denk geldi. Niye burayı listeye ekledim, hiçbir fikrim yok. Valizimi yaptım gittim Antalya’ya… Okula bir gittim, baktım burası okuyabileceğim bir okul değil. Sonra ne yapacağım derken, “Gideyim otelde çalışayım” dedim. Girdim otele, staj diye. Lojman verdiler. Normal evde kalmaktan daha ucuz. Mini bardan viskileri de alıyoruz falan, ortam güzel. Bir gün öğle nöbetinde tek başınayım, otelin sahibi de içerde. “Garson, garson!” diye bağırdı. Kimse yok tabii ki, gittim yanına. Bir tane küllükte sigara kalmış. “Bu ne, git bunu boşalt, bir daha böyle şey görmeyeyim, nasıl iş yapıyorsunuz lan!” dedi. Bağırdı, çağırdı, fırçaladı… Ama öyle ağır konuşuyor ki. 19 yaşındayım, bu durum bana çok koydu. Elim ayağım titredi. Çok sinirlendim, sigara yaktım. Aradan bir-iki gün geçti, şef geldi teselli etti. Ben de “Bu adamı harcarım” diyorum. “İyi de adam mafya” diyorlar. Sen o zaman garsonsun, komediye bak… Birkaç gün sonra otelde ‘Air France’dan önemli misafirler falan var, ben servis yapıyorum. Derken servis sırasında elimdeki kola müdürlerden birinin üzerine döküldü. Ben topuk, kaçtım. Korktum çünkü, ağır masa… Sonra “Bu, bunu bilerek yaptı” dediler. Namım yürüdü otelde… Yiyecek-içecek müdürü beni arıyor ama ben araziyim. Neyse sonunda gittik yanına, “Bilerek mi döktün” dedi. “Yok müdürüm, neden bilerek yapayım” dedim. Bu sırada “Sen otelden ayrılmak mı istiyorsun” deyince “Evet” cevabını verdim ve ayrılıp başka otele girdim. Üç sene o otelde çalıştım. Okula gittiğim de yok. Şefler falan artık tanıyor beni. Örneğin şef başka bir otele geçiyor, çağırıyor beni, ekstralar falan da oluyor. Düğünler vs. Bir bankanın özel yemeği oldu, oraya ekstra işe gittiğimde Cenk Eren gelmişti geceye…

Kitapta da var bu…

– Evet. 20-21 yaşlarındayım. Kulise geldi, çok özendim. Dedim ki, “Bu sanatçılık çok güzel bir şeymiş.” Sen 16 saat servis falan yapıyorsun ama sanatçılık dediğin bambaşka bir şey. O dönemde bir yandan da hep yazmaya çalışıyorum, yazar olmak istiyorum. Ama yazarlık ayrı bir şey, sanatçılık ayrı bir şeymiş gibi geliyordu bana. 

Yazmaya ne zaman karar verdin?

– Hep yazıyordum. Ortaokul, lise zamanlarında karalıyordum.

Peki yazmaya iten şey neydi?

– Çünkü okuyordum. Babam bana kitaplar alıp “Bunları oku” demişti. Çok güzeldi okuduklarım. “Gerçekten ben de yazabilirim” dedim ve başladım. Ortaokulda iki kitap okudum. Biri Çehov’un ‘Çukurda’sı, diğeri de Sabahattin Ali’nin ‘Sırça Köşk’ü… İki tane hikâye kitabı… Ortaokula kadar da kitap okumamıştım, dışarıda top peşindeydik. Peki aynısından yapabildim mi, yapamadım. Hâlâ yapmaya çalışıyoruz.